'ASFALTIN KRALLARI': FORD MU, FERRARİ Mİ?
FİLMİN NOTU: 5
|

James Mangold, bu kez Ford’un Formula 1 piyasasında yükselme çabasını ele alıyor. “Asfaltın Kralları” (“Ford v Ferrari"), ‘Bale, Damon'a oyunculuk dersi veriyor’ diyerek izlenen orta halli bir araba yarışı filmi.
‘HIZLI VE ÖFKELİ’ SEYİRCİSİ İÇİN YIKIM OLABİLİR
Araba yarışı filmleri John Frankenheimer’ın eseri “Ölümle Yarışanlar”ın (“Grand Prix”, 1966) klasikleşmesiyle furyaya dönüşmüştü. Özellikle onun peşine takılan Steve McQueen’li “Büyük Yarış” (“Le Mans”, 1971) da kalıcı olmuştu. Açıkçası 1965-1980 arası detay planların, ses miksajının stilize bir dünyada nefes alıp verdiği, adeta ölüme birkaç saat kala adrenalinini yansıtan psikolojik ve melankolik bir model vardı. Ekran bölme tekniği, uyum kesmesi ve daha nicesinin yarattığı ritim duygusu hayran olunasıydı, belki de Michael Mann’in sinemasına da iz bırakmıştı.
2013’te Ron Howard o estetiği günümüzde postmodernize etme şansı buldu “Zafere Hücum” (“Rush”) ile. “Asfaltın Kralları” (“Ford v Ferrari”, 2019), “Ölümle Yarışanlar”la aynı yılda 1966’ın Le Mans yarışının öncesinde olup bitenlere odaklanıyor. Ford’un araba imalatından beslenen yarış stratejilerinden ‘politik bir dram’ planlıyor. Elbette ‘Hızlı ve Öfkeli’nin (‘The Fast and the Furious’) oturmuş popcorn seyircisi için de bir yıkım olabilir bu filmi gerçek anlamda deneyimlemek.
FERRARI İLE FORD’UN REKABETİNE MEMUR YAKLAŞIMI
James Mangold ise kelimenin tam anlamıyla 10. uzununda memur takılmış. “Sınırları Aşmak” (“Walk the Line”, 2005), “3:10 Yuma Treni” (“3:10 to Yuma”, 2007), “Büyülü Çift” (“Kate & Leopold”, 2001) gibi eserlerde tarihi damara kaydığında ‘vasat-vasat altı’ filmlere imza atmıştı. Burada ise kendinden bir şey katmama taktiği en azından onların bir tık üstünde ‘orta karar’ bir yapıta alan açıyor. Genel planları çekip, arka plandaki seti kurarak oyuncuların abartılı makyajlarına bel bağlıyor sinemacı.
1966 Le Mans yarışının öncesinde Ford’un yaptıkları, Fiat’ın onunla rekabet için Ferrari’yi satın alması, bir Amerikan-İtalyan rekabeti de getiriyor. Ama film bürokratik çekişmeye odaklandığında yükselse de daha ziyade hırs, irade ve şirket içi rekabetin üzerine gidiyor. Yunan görüntü yönetmeni Phedon Papamichael, en sıradan işine imza atmış. Ayna yakın planı almanın ötesinde kamerayı arabalara yerleştirip pisti de gösteren genel açılara odaklanmayı hedefleyen bir yaklaşım var. Bu durum da ister istemez bizi klasik genel-detay plan birlikteliğiyle dekupaj açısından akıcı bir görsel yapıya taşıyor. Ama “Ölümle Yarışanlar”ın modelini devreye sokmuyor.
CHRISTIAN BALE BAŞKA BİR GEZEGENDE
Christian Bale ise devreye girip Ben Miles olduğunda, Damon’ın Carroll Shelby’sini ezip geçiyor. Matt Damon’ın yanında ‘başka bir seviye’de, birkaç kademe üstte yer aldığını ispatlayan bir performans sergilemiş. Sanki onun oyunculuk yaptığı gezegenden kilometrelerce uzakta kendi şovunu yapıyor. Buna ek olarak Ford’un CEO’su Henry Ford II ile idari elemanı Leo Beebe’in; Tracy Letts ve Josh Lucas’a emanetiyle kaliteli bir birliktelik de getirmiş.
152 dakikada film, uzadıkça hantallığını hissettiriyor. Özellikle yarış sekansları aşırı klasik planlanıp “Zafere Hücum”un seviyesine gelemiyor. Aksine kendi gerçekçiliğiyle ‘tarihi iz’ bırakma arzusunu hissediyoruz. Bu durum da “Ölümle Yarışanlar”ın gerisinde kalan, demode bir alt tür örneğine sebebiyet veriyor. O modeli örnek alan Michael Mann’in filmin yapımcılarından olmasını ise anlamak güç!
ARABA YARIŞI DÜNYASINDA TARİHİ BİR SAYFA ARALIYOR
Mangold aslında, tempoyu düşüren üçlü kurgucu ekibinden destek almıyor. Aksine Beltrami’nin adeta arabanın egzozuna basarmışçasına çıkan ezgileri ve ses miksajı-kurgusu ile gaza basıyor. Ancak Matt Damon, ailesi ve işleri devreye girdiğinde filmin sahiciliği zedeleniyor. Oyuncu, her zamanki gibi çok kasıp kendini paralıyor, drama da adapte olmak için uğraşıyor. Film aksiyona kaysaydı bu yeteneksizlik ve şaşkınlık daha az dikkat çekebilirdi.
Ama Bale’in çerçevelediği, tepeden tırnağa hatmettiği karakterin ötesinde çok da sinemasal bir şey servis etmiyor. Bu durum Bale, Letts, Lucas, biraz da Balfe haricinde filmin enerjisini zedeliyor. “Asfaltın Kralları”, tarihi perde arkalarıyla ilerlerken esas derdini beyaz dokunun üzerinden gitmek olarak belirlemiş.
YENİ MİLENYUMUN EN İYİ 3 ARABA YARIŞI FİLMİNDEN DEĞİL
Filmin ‘arkası yarın’ kafasıyla yapılmış zorlama final sekansını da düşününce, alt türün klasiklerinden “Büyük Yarış”ta Le Mans yarışının ilk 40 dakikası diyalogsuz bir gaz senfonisi olarak servis edildiği de aklımıza geliyor. Böylesi mesafeli bir planlama, filmi bir seviyeye taşırmış, ama bunu seçmemek de aslında görsel açıdan doyurucu olmamak anlamına geliyor.
150 dakikada hantallaşan yapıt, daha prototip rekabet komedilerinin (bkz. “Talladega Geceleri”), animasyonların (“Arabalar”), anime estetiğinin (“Speed Racer”) başarısını hatırlatmıyor. Aksine “Yarışçı”nın (“Driven”, 2001) Hemsworth sebebiyle dışlandığı bir milenyumda göze batan Damon’dan farksız olduğunu düşünüyoruz, hatta oradaki Harlin’in işçiliği bile daha iyiydi. Araba yarışı filmleri arasında Kapadia’nın “Senna”sı (2010) ile klasik algıyı kalkındırmasıyla 2000-2020 arası en iyi beşe ite kaka girebiliyor “Asfaltın Kralları”.
Elbette Ford ile Ferrari’nin çekişmesi bir bürokratik ilgi çekicilik getiriyor. Fiat’ın Ferrari’ye girmesi, Ford’un kendi imalatını yapma çabası ise ‘Amerikan başarı hikayesi’ni devreye sokuyor. Final de sanki böylesi bir iradenin, başarının çıkış noktasının taçlandırmasına sebebiyet veriyor.
FORD TANITIM FİLMİNE KAYABİLİYOR
Bu durum sebebiyle film, aslında ‘Ford tanıtım filmi’ne de kayıyor. İtalyanların o kadar politik açıdan doğru olmadığını düşünürsek (en azından modern araba yarışı filmlerini düşününce), burada Ferarri’ye değil Bruce McLaren’e karşı kazanılan savaşa dair söyleme kayılıyor. Ama Damon, kendi öyle rekabete girdiğini düşünse de sarışın kral Steve McQueen’in (bkz. “Büyük Yarış”) tırnağı bile olamıyor. Damon ile dram olmaz!
“Asfaltın Kralları”, daha enerjik, daha taze ve daha postmodern olmayı seçmeliymiş. Ancak bu haliyle ‘Hızlı ve Öfkeli’ serisine göre ‘düzgün’ ve ‘elle tutulur’ dursa da genel anlamda kalıcılık şansını kaçırıyor. Sanki nasıl 1963’te Roger Corman “Young Racers”ı çekip, “Ölümle Yarışanlar”ın öncesinde memuriyet sergilediyse Mangold da bunu yaklaşık 56 sene sonra yapıyor.
‘HIZLI VE ÖFKELİ’ SEYİRCİSİ İÇİN YIKIM OLABİLİR
Araba yarışı filmleri John Frankenheimer’ın eseri “Ölümle Yarışanlar”ın (“Grand Prix”, 1966) klasikleşmesiyle furyaya dönüşmüştü. Özellikle onun peşine takılan Steve McQueen’li “Büyük Yarış” (“Le Mans”, 1971) da kalıcı olmuştu. Açıkçası 1965-1980 arası detay planların, ses miksajının stilize bir dünyada nefes alıp verdiği, adeta ölüme birkaç saat kala adrenalinini yansıtan psikolojik ve melankolik bir model vardı. Ekran bölme tekniği, uyum kesmesi ve daha nicesinin yarattığı ritim duygusu hayran olunasıydı, belki de Michael Mann’in sinemasına da iz bırakmıştı.
2013’te Ron Howard o estetiği günümüzde postmodernize etme şansı buldu “Zafere Hücum” (“Rush”) ile. “Asfaltın Kralları” (“Ford v Ferrari”, 2019), “Ölümle Yarışanlar”la aynı yılda 1966’ın Le Mans yarışının öncesinde olup bitenlere odaklanıyor. Ford’un araba imalatından beslenen yarış stratejilerinden ‘politik bir dram’ planlıyor. Elbette ‘Hızlı ve Öfkeli’nin (‘The Fast and the Furious’) oturmuş popcorn seyircisi için de bir yıkım olabilir bu filmi gerçek anlamda deneyimlemek.
FERRARI İLE FORD’UN REKABETİNE MEMUR YAKLAŞIMI
James Mangold ise kelimenin tam anlamıyla 10. uzununda memur takılmış. “Sınırları Aşmak” (“Walk the Line”, 2005), “3:10 Yuma Treni” (“3:10 to Yuma”, 2007), “Büyülü Çift” (“Kate & Leopold”, 2001) gibi eserlerde tarihi damara kaydığında ‘vasat-vasat altı’ filmlere imza atmıştı. Burada ise kendinden bir şey katmama taktiği en azından onların bir tık üstünde ‘orta karar’ bir yapıta alan açıyor. Genel planları çekip, arka plandaki seti kurarak oyuncuların abartılı makyajlarına bel bağlıyor sinemacı.
1966 Le Mans yarışının öncesinde Ford’un yaptıkları, Fiat’ın onunla rekabet için Ferrari’yi satın alması, bir Amerikan-İtalyan rekabeti de getiriyor. Ama film bürokratik çekişmeye odaklandığında yükselse de daha ziyade hırs, irade ve şirket içi rekabetin üzerine gidiyor. Yunan görüntü yönetmeni Phedon Papamichael, en sıradan işine imza atmış. Ayna yakın planı almanın ötesinde kamerayı arabalara yerleştirip pisti de gösteren genel açılara odaklanmayı hedefleyen bir yaklaşım var. Bu durum da ister istemez bizi klasik genel-detay plan birlikteliğiyle dekupaj açısından akıcı bir görsel yapıya taşıyor. Ama “Ölümle Yarışanlar”ın modelini devreye sokmuyor.
CHRISTIAN BALE BAŞKA BİR GEZEGENDE
Christian Bale ise devreye girip Ben Miles olduğunda, Damon’ın Carroll Shelby’sini ezip geçiyor. Matt Damon’ın yanında ‘başka bir seviye’de, birkaç kademe üstte yer aldığını ispatlayan bir performans sergilemiş. Sanki onun oyunculuk yaptığı gezegenden kilometrelerce uzakta kendi şovunu yapıyor. Buna ek olarak Ford’un CEO’su Henry Ford II ile idari elemanı Leo Beebe’in; Tracy Letts ve Josh Lucas’a emanetiyle kaliteli bir birliktelik de getirmiş.
152 dakikada film, uzadıkça hantallığını hissettiriyor. Özellikle yarış sekansları aşırı klasik planlanıp “Zafere Hücum”un seviyesine gelemiyor. Aksine kendi gerçekçiliğiyle ‘tarihi iz’ bırakma arzusunu hissediyoruz. Bu durum da “Ölümle Yarışanlar”ın gerisinde kalan, demode bir alt tür örneğine sebebiyet veriyor. O modeli örnek alan Michael Mann’in filmin yapımcılarından olmasını ise anlamak güç!
ARABA YARIŞI DÜNYASINDA TARİHİ BİR SAYFA ARALIYOR
Mangold aslında, tempoyu düşüren üçlü kurgucu ekibinden destek almıyor. Aksine Beltrami’nin adeta arabanın egzozuna basarmışçasına çıkan ezgileri ve ses miksajı-kurgusu ile gaza basıyor. Ancak Matt Damon, ailesi ve işleri devreye girdiğinde filmin sahiciliği zedeleniyor. Oyuncu, her zamanki gibi çok kasıp kendini paralıyor, drama da adapte olmak için uğraşıyor. Film aksiyona kaysaydı bu yeteneksizlik ve şaşkınlık daha az dikkat çekebilirdi.
Ama Bale’in çerçevelediği, tepeden tırnağa hatmettiği karakterin ötesinde çok da sinemasal bir şey servis etmiyor. Bu durum Bale, Letts, Lucas, biraz da Balfe haricinde filmin enerjisini zedeliyor. “Asfaltın Kralları”, tarihi perde arkalarıyla ilerlerken esas derdini beyaz dokunun üzerinden gitmek olarak belirlemiş.
YENİ MİLENYUMUN EN İYİ 3 ARABA YARIŞI FİLMİNDEN DEĞİL
Filmin ‘arkası yarın’ kafasıyla yapılmış zorlama final sekansını da düşününce, alt türün klasiklerinden “Büyük Yarış”ta Le Mans yarışının ilk 40 dakikası diyalogsuz bir gaz senfonisi olarak servis edildiği de aklımıza geliyor. Böylesi mesafeli bir planlama, filmi bir seviyeye taşırmış, ama bunu seçmemek de aslında görsel açıdan doyurucu olmamak anlamına geliyor.
150 dakikada hantallaşan yapıt, daha prototip rekabet komedilerinin (bkz. “Talladega Geceleri”), animasyonların (“Arabalar”), anime estetiğinin (“Speed Racer”) başarısını hatırlatmıyor. Aksine “Yarışçı”nın (“Driven”, 2001) Hemsworth sebebiyle dışlandığı bir milenyumda göze batan Damon’dan farksız olduğunu düşünüyoruz, hatta oradaki Harlin’in işçiliği bile daha iyiydi. Araba yarışı filmleri arasında Kapadia’nın “Senna”sı (2010) ile klasik algıyı kalkındırmasıyla 2000-2020 arası en iyi beşe ite kaka girebiliyor “Asfaltın Kralları”.
Elbette Ford ile Ferrari’nin çekişmesi bir bürokratik ilgi çekicilik getiriyor. Fiat’ın Ferrari’ye girmesi, Ford’un kendi imalatını yapma çabası ise ‘Amerikan başarı hikayesi’ni devreye sokuyor. Final de sanki böylesi bir iradenin, başarının çıkış noktasının taçlandırmasına sebebiyet veriyor.
FORD TANITIM FİLMİNE KAYABİLİYOR
Bu durum sebebiyle film, aslında ‘Ford tanıtım filmi’ne de kayıyor. İtalyanların o kadar politik açıdan doğru olmadığını düşünürsek (en azından modern araba yarışı filmlerini düşününce), burada Ferarri’ye değil Bruce McLaren’e karşı kazanılan savaşa dair söyleme kayılıyor. Ama Damon, kendi öyle rekabete girdiğini düşünse de sarışın kral Steve McQueen’in (bkz. “Büyük Yarış”) tırnağı bile olamıyor. Damon ile dram olmaz!
“Asfaltın Kralları”, daha enerjik, daha taze ve daha postmodern olmayı seçmeliymiş. Ancak bu haliyle ‘Hızlı ve Öfkeli’ serisine göre ‘düzgün’ ve ‘elle tutulur’ dursa da genel anlamda kalıcılık şansını kaçırıyor. Sanki nasıl 1963’te Roger Corman “Young Racers”ı çekip, “Ölümle Yarışanlar”ın öncesinde memuriyet sergilediyse Mangold da bunu yaklaşık 56 sene sonra yapıyor.
'SÖZ VERMİŞTİN': ESKİ BEYOĞLU'NA ADANMIŞ BİR AŞK FİLMİ
FİLMİN NOTU: 3.7
|

Deneyimli yapımcı Baran Seyhan’ın ilk yönetmenlik denemesi… “Söz Vermiştin”, “Kader”den Şerif Gören’e sayısız isme ve filme saygı duruşunda bulunan, Beyoğlu’na adanmış ticari bir aşk filmi.
BAŞKA BİR ZÜMRENİN AŞKI
Ülkemizde “Kader” (2006) gibi maddi sıkıntısı olan karakterlerin damarından aşk hikayelerinin anlatılmasına alışığız. “Vesikalı Yarim” (1968), “Selvi Boylum Al Yazmalım” (1977) gibi böylesi klasikler de vardır. Ama günümüzde üst sınıf, üst-orta sınıf ve orta sınıf bireylerin arasından bir tutkunun nasıl olacağını da keşfe çıkan eserler izlemeye başladık. Özellikle Ümit Ünal’ın, ‘yasak ilişki filmi’ formülünde bir kapı açan “Ara”sı (2008) bu konuda işlevsel.
Özcan Deniz’in de Nurgül Yeşilçay’la oynadığı romantik-komedi “İkinci Şans” (2016) imalı ve değerli bir kimyanın sözünü vermişti. “Söz Vermiştin”, Aslı Tandoğan’ın –bu tür filmlere uygun bir sahne kimliği olsa da- “Kendime İyi Bak”tan (2014) sonra ilk kez aşık rolünde öne çıktığı bir eser. Açıkçası popüler filmlerle bilinen kurgucu Aytekin Birkon ile “Köksüz” (2013) ve “Ölümlü Dünya”yı (2018) uçuruma sürükleyen görüntü yönetmeni Murat Bayer’in varlığı bir soru işareti getiriyor.
AÇILIŞ VE KAPANIŞ HAVADA KALIYOR
Filmde Beyoğlu’nda yaşamak için her şeyini verecek bir müzik yapımcısının hikayesi anlatılıyor. Nesim, ‘Bir Kadın Bir Erkek’le ünlenen Emre Karayel’in en damar rollerinden birini duyuruyor. Onun ses tonu ve kendiyle çekişmesi, bu devirde halen akıllı telefon kullanmaması bile bu çağı yakalama açısından değerli.
Aslı Tandoğan’ın Lilyan’ı ise ona eşlik eden, android kuşağıyla haşır neşir bir isim. Onun Nesim’le buluşması bir yana, Mazlum Çimen’in, Levent İnanır’ın, Volkan Severcan’ın varlıkları da aslında Cihangir-Beyoğlu tarafının entelektüel yaşamını gözlemliyor. Filmin açılışı ve kapanışı biraz havada kalıyor, dizi gibi bağlanıyor.
Ama görüntü yönetmeni Ahmet Bayer’in mevsimleri kullanma becerisiyle bizim elimize bir şeyler kalabiliyor. Sinematografi, kritik anlarda dizi estetiğinin etkisinde kalabiliyor. Ama mevsim geçişlerine neredeyse “Aşk Engel Tanımaz” (“Notting Hill”, 1999) gibi çalışmış izlenimi bırakıp yer yer incelikli renk paletiyle hikayeye eşlik edebiliyor. Aslı Tandoğan-Emre Karayel aşkının parlayışı ve zedelenişi ince detaylarla örülüyor.
BEYOĞLU’NA ADAMAK İNCELİKLİ
Film, klasik bir ‘ölümcül hastalıklı duygusal dram’ formülünü yaşatıyor. Onun için hiçbir şeyi ihlal etmeden hareket ediyor, başını sonunu bağlama, diyaloglarla sonuç alma konusunda daha az köşeli olabilirmiş. Ama Baran Seyhan’ın Sadi Çilingir’den bile karakter yaratma becerisi çok açık. Şenay Gürler, şarkıcı rolünde müthiş bir performans sergileyip kalitesini ispatlıyor. Mazlum Çimen de entelektüel camianın ‘yakın arkadaş’ kontenjanında işlevsel bir şekilde yansıtılıyor. Üç kişinin elinden çıkan besteler ise Yeşilçam damarından ilerlemek için tasarlanınca unutulup gitmeyi garantiliyor.
Baran Seyhan, sonuçsuz aşkların üzerine giderken ülkemizde tek yasın depremle gelen yas olmadığına da dikkat çekiyor. Filmi eski Beyoğlu’na adayarak duygusallaştırıyor. “Kader”in izlendiği sinemanın Atlas olması ve yılların Cevdet Pişkin’inin yer göstermesi bile anılarımızda yer edecektir. Ama Tandoğan-Karayel çiftinin yakaladığı kimyayla inandırıcılık problemi yaşamasa da iddialı olamayan bir aşk filmi “Söz Vermiştin”.
BAŞKA BİR ZÜMRENİN AŞKI
Ülkemizde “Kader” (2006) gibi maddi sıkıntısı olan karakterlerin damarından aşk hikayelerinin anlatılmasına alışığız. “Vesikalı Yarim” (1968), “Selvi Boylum Al Yazmalım” (1977) gibi böylesi klasikler de vardır. Ama günümüzde üst sınıf, üst-orta sınıf ve orta sınıf bireylerin arasından bir tutkunun nasıl olacağını da keşfe çıkan eserler izlemeye başladık. Özellikle Ümit Ünal’ın, ‘yasak ilişki filmi’ formülünde bir kapı açan “Ara”sı (2008) bu konuda işlevsel.
Özcan Deniz’in de Nurgül Yeşilçay’la oynadığı romantik-komedi “İkinci Şans” (2016) imalı ve değerli bir kimyanın sözünü vermişti. “Söz Vermiştin”, Aslı Tandoğan’ın –bu tür filmlere uygun bir sahne kimliği olsa da- “Kendime İyi Bak”tan (2014) sonra ilk kez aşık rolünde öne çıktığı bir eser. Açıkçası popüler filmlerle bilinen kurgucu Aytekin Birkon ile “Köksüz” (2013) ve “Ölümlü Dünya”yı (2018) uçuruma sürükleyen görüntü yönetmeni Murat Bayer’in varlığı bir soru işareti getiriyor.
AÇILIŞ VE KAPANIŞ HAVADA KALIYOR
Filmde Beyoğlu’nda yaşamak için her şeyini verecek bir müzik yapımcısının hikayesi anlatılıyor. Nesim, ‘Bir Kadın Bir Erkek’le ünlenen Emre Karayel’in en damar rollerinden birini duyuruyor. Onun ses tonu ve kendiyle çekişmesi, bu devirde halen akıllı telefon kullanmaması bile bu çağı yakalama açısından değerli.
Aslı Tandoğan’ın Lilyan’ı ise ona eşlik eden, android kuşağıyla haşır neşir bir isim. Onun Nesim’le buluşması bir yana, Mazlum Çimen’in, Levent İnanır’ın, Volkan Severcan’ın varlıkları da aslında Cihangir-Beyoğlu tarafının entelektüel yaşamını gözlemliyor. Filmin açılışı ve kapanışı biraz havada kalıyor, dizi gibi bağlanıyor.
Ama görüntü yönetmeni Ahmet Bayer’in mevsimleri kullanma becerisiyle bizim elimize bir şeyler kalabiliyor. Sinematografi, kritik anlarda dizi estetiğinin etkisinde kalabiliyor. Ama mevsim geçişlerine neredeyse “Aşk Engel Tanımaz” (“Notting Hill”, 1999) gibi çalışmış izlenimi bırakıp yer yer incelikli renk paletiyle hikayeye eşlik edebiliyor. Aslı Tandoğan-Emre Karayel aşkının parlayışı ve zedelenişi ince detaylarla örülüyor.
BEYOĞLU’NA ADAMAK İNCELİKLİ
Film, klasik bir ‘ölümcül hastalıklı duygusal dram’ formülünü yaşatıyor. Onun için hiçbir şeyi ihlal etmeden hareket ediyor, başını sonunu bağlama, diyaloglarla sonuç alma konusunda daha az köşeli olabilirmiş. Ama Baran Seyhan’ın Sadi Çilingir’den bile karakter yaratma becerisi çok açık. Şenay Gürler, şarkıcı rolünde müthiş bir performans sergileyip kalitesini ispatlıyor. Mazlum Çimen de entelektüel camianın ‘yakın arkadaş’ kontenjanında işlevsel bir şekilde yansıtılıyor. Üç kişinin elinden çıkan besteler ise Yeşilçam damarından ilerlemek için tasarlanınca unutulup gitmeyi garantiliyor.
Baran Seyhan, sonuçsuz aşkların üzerine giderken ülkemizde tek yasın depremle gelen yas olmadığına da dikkat çekiyor. Filmi eski Beyoğlu’na adayarak duygusallaştırıyor. “Kader”in izlendiği sinemanın Atlas olması ve yılların Cevdet Pişkin’inin yer göstermesi bile anılarımızda yer edecektir. Ama Tandoğan-Karayel çiftinin yakaladığı kimyayla inandırıcılık problemi yaşamasa da iddialı olamayan bir aşk filmi “Söz Vermiştin”.
'VE SONRA DANS ETTİK': GÜRCİSTAN'DA TABU, DÜNYADA ÇEŞİTLİLİK
FİLMİN NOTU: 4.8
|

İsveçli yönetmen Levan Akin’in üçüncü uzunu, bu diyarlar için dokunaklı dursa da Dogma ezberinin mağduru oluyor. “Ve Sonra Dans Ettik”, ilk 45 dakikadan sonra imgelere değil de gerçekçiliğe ve irade öyküsüne kapılıp giden bir LGBTİ+ dans filmi.
BU DİYARLAR İÇİN BİÇİLMİŞ KAFTAN
Gelişmemiş ülkelerde ‘cinsel kimlik’in tabuya dönüşmesi doğaldır. O sebeple de Türkiye’de ‘geleneksel dans topluluğu’nun içinde kendi cinsiyetini sorgulayan bir karakterin filmi ürememiştir. Hatta bu konuda cesaretli işler de göremeyiz. “Ve Sonra Dans Ettik” (“And Then We Danced”), bu diyarlar için biçilmiş bir kaftan… Yasakçılığı topa tutuyor.
Levan Akin, İsveçli bir sinemacı. Babası Gürcü olduğu için başroldeki aynı ismi verdiği oyuncunun gerçekçi durmasına şaşırmıyoruz. Filmin en önemli olayı da bu. İlk 45 dakikada Gürcü Dans Topluluğu’nda çalışan bir dansçının hikayesini izliyoruz, ancak onun ‘teslimiyet’ sorunu da ‘klasik’ bir şekilde ortaya çıkıyor.
İSVEÇ’TE KÜLTÜREL SIKIŞMIŞLIK YAŞAYAN BİR SİNEMACI
Bu durum aslında belli bir olayla, kendi rakibiyle cinsel çekime girmesiyle gerçekleşiyor. Filmin böylesi bir dönüşüm için çok doğru hamleler yaptığı, bu açıdan seyirciyi avcunun içine aldığı bir gerçek. İsveç’te yaşasa da kökeni Gürcistan, hatta Türkiye olan bir yönetmenin elinden çıkması da şaşırtmıyor. Almanya’da çalışıp bizim topraklarımızda doğan yönetmenlerin kültürel sıkışmışlığının bir benzerinin LGBTİ+ kimliğiyle yapılmasına alan açıyor. Bu açıdan Kutluğ Ataman’ın “Lola ve Bilidikid”i (“Lola + Bilidikid”, 1999) ile akrabalık kuruyor. Fakat sinemasal açıdan onun seviyesini yakalayamıyor.
Filmin 113 dakika olması, eşiğin dönülmesinden itibaren klasik sıçramalı kurguyla ilerleyen görsel yapının mest eder hale gelmesini engelliyor. Aksine Vilgot Sjöman’ın ‘I Am Curious’ ikilemesi kadar iddialı başlasa da zamanla kendini bilinçaltında Dogma mekaniğine kaptıran bir eser izliyoruz.
‘SEV BENİ’NİN GÜRCÜ ASILLI ARDILI MI?
İskandinav sinemasında Lukas Moodysson, “Sev Beni” (“Fucking Åmål”, 1998) ile lezbiyen sinema klasiklerinden birine imza atmıştı. El-omuz kamerasının, aktif kameranın zoom hareketleriyle, dijitalin sinemaya ilk girdiği yıllarda görselliğiyle öldürücü olabilen bir filmdi. Ama buradaki tabulara girerken onun ötesine geçemeyen, her şeyinin sıradanlaştığı bir yapıt izliyoruz.
Bir yerden klasik aktif kamera filmi kontrolü altına alıyor. Sanki Gürcü “Cumartesi Gecesi Ateşi” (“Saturday Night Fever”, 1977) gibi başlayıp “Sev Beni”nin Gürcü asıllı ardılı olmak için çaba sarf edince irade hikayesini ve gerçekçiliği kökleyen bir film “Ve Sonra Dans Ettik”. Bu konuda da aslında tavizsiz bir şekilde bir saati boşa harcıyor. Gürcistan’daki cinsiyet eşitsizliği problemine karşı çıksa da el-omuz kamerasını sömüren vasat “In Bloom”dan (“Grzeli Nateli Dgeebi”, 2013) farksız bir noktaya ulaşıyor.
İSKANDİNAV SİNEMASINDA ÖNEMLİ BİR ATILIM DEĞİL
Sinema, biraz da imgeler yaratma sanatıdır. Ama burada “Sev Beni”, “Sabun Köpüğü” (“En Soap”, 2006), “Thelma” (2017) gibi iddialı İskandinav LGBTİ+ filmlerinden birine sapmıyoruz. Akin, bir yerden sonra hikayenin duygusallığına kendini kaptırmış. Ama Gürcistan’daki tabular, dünyada çeşitlilikten başka bir şey anlamına gelmiyor.
Bu da aslında dansçı hikayesi olarak “Yuli”nin (2018) yakalanmasını engellerken, “Kız”la (“Girl”, 2018) kardeşlik ilişkisi getiriyor. “Dyke Hard” (2014) kadar ‘trash’ bir uçuruma yuvarlanmasa da dans-LGBTİ+ kimlik ilişkisi konusunda Gürcistan’ın “Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı” (“Hedwig and the Angry Inch”, 2001) olmakta zorlanıyor. Hatta bizim diyarlarda camp dokuyla sokak kültürünü birleştiren Atıf Yılmaz filmi “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”ın (1993) bile seviyesine ulaşamıyor. Vilgot Sjöman ile Lukas Moodysson’un olduğu ülkede yaşamayı lehine çeviremiyor.
BU DİYARLAR İÇİN BİÇİLMİŞ KAFTAN
Gelişmemiş ülkelerde ‘cinsel kimlik’in tabuya dönüşmesi doğaldır. O sebeple de Türkiye’de ‘geleneksel dans topluluğu’nun içinde kendi cinsiyetini sorgulayan bir karakterin filmi ürememiştir. Hatta bu konuda cesaretli işler de göremeyiz. “Ve Sonra Dans Ettik” (“And Then We Danced”), bu diyarlar için biçilmiş bir kaftan… Yasakçılığı topa tutuyor.
Levan Akin, İsveçli bir sinemacı. Babası Gürcü olduğu için başroldeki aynı ismi verdiği oyuncunun gerçekçi durmasına şaşırmıyoruz. Filmin en önemli olayı da bu. İlk 45 dakikada Gürcü Dans Topluluğu’nda çalışan bir dansçının hikayesini izliyoruz, ancak onun ‘teslimiyet’ sorunu da ‘klasik’ bir şekilde ortaya çıkıyor.
İSVEÇ’TE KÜLTÜREL SIKIŞMIŞLIK YAŞAYAN BİR SİNEMACI
Bu durum aslında belli bir olayla, kendi rakibiyle cinsel çekime girmesiyle gerçekleşiyor. Filmin böylesi bir dönüşüm için çok doğru hamleler yaptığı, bu açıdan seyirciyi avcunun içine aldığı bir gerçek. İsveç’te yaşasa da kökeni Gürcistan, hatta Türkiye olan bir yönetmenin elinden çıkması da şaşırtmıyor. Almanya’da çalışıp bizim topraklarımızda doğan yönetmenlerin kültürel sıkışmışlığının bir benzerinin LGBTİ+ kimliğiyle yapılmasına alan açıyor. Bu açıdan Kutluğ Ataman’ın “Lola ve Bilidikid”i (“Lola + Bilidikid”, 1999) ile akrabalık kuruyor. Fakat sinemasal açıdan onun seviyesini yakalayamıyor.
Filmin 113 dakika olması, eşiğin dönülmesinden itibaren klasik sıçramalı kurguyla ilerleyen görsel yapının mest eder hale gelmesini engelliyor. Aksine Vilgot Sjöman’ın ‘I Am Curious’ ikilemesi kadar iddialı başlasa da zamanla kendini bilinçaltında Dogma mekaniğine kaptıran bir eser izliyoruz.
‘SEV BENİ’NİN GÜRCÜ ASILLI ARDILI MI?
İskandinav sinemasında Lukas Moodysson, “Sev Beni” (“Fucking Åmål”, 1998) ile lezbiyen sinema klasiklerinden birine imza atmıştı. El-omuz kamerasının, aktif kameranın zoom hareketleriyle, dijitalin sinemaya ilk girdiği yıllarda görselliğiyle öldürücü olabilen bir filmdi. Ama buradaki tabulara girerken onun ötesine geçemeyen, her şeyinin sıradanlaştığı bir yapıt izliyoruz.
Bir yerden klasik aktif kamera filmi kontrolü altına alıyor. Sanki Gürcü “Cumartesi Gecesi Ateşi” (“Saturday Night Fever”, 1977) gibi başlayıp “Sev Beni”nin Gürcü asıllı ardılı olmak için çaba sarf edince irade hikayesini ve gerçekçiliği kökleyen bir film “Ve Sonra Dans Ettik”. Bu konuda da aslında tavizsiz bir şekilde bir saati boşa harcıyor. Gürcistan’daki cinsiyet eşitsizliği problemine karşı çıksa da el-omuz kamerasını sömüren vasat “In Bloom”dan (“Grzeli Nateli Dgeebi”, 2013) farksız bir noktaya ulaşıyor.
İSKANDİNAV SİNEMASINDA ÖNEMLİ BİR ATILIM DEĞİL
Sinema, biraz da imgeler yaratma sanatıdır. Ama burada “Sev Beni”, “Sabun Köpüğü” (“En Soap”, 2006), “Thelma” (2017) gibi iddialı İskandinav LGBTİ+ filmlerinden birine sapmıyoruz. Akin, bir yerden sonra hikayenin duygusallığına kendini kaptırmış. Ama Gürcistan’daki tabular, dünyada çeşitlilikten başka bir şey anlamına gelmiyor.
Bu da aslında dansçı hikayesi olarak “Yuli”nin (2018) yakalanmasını engellerken, “Kız”la (“Girl”, 2018) kardeşlik ilişkisi getiriyor. “Dyke Hard” (2014) kadar ‘trash’ bir uçuruma yuvarlanmasa da dans-LGBTİ+ kimlik ilişkisi konusunda Gürcistan’ın “Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı” (“Hedwig and the Angry Inch”, 2001) olmakta zorlanıyor. Hatta bizim diyarlarda camp dokuyla sokak kültürünü birleştiren Atıf Yılmaz filmi “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”ın (1993) bile seviyesine ulaşamıyor. Vilgot Sjöman ile Lukas Moodysson’un olduğu ülkede yaşamayı lehine çeviremiyor.
'BİR KADIN ZAFERİ': #METOO DÖNEMİNİN ORKESTRA ŞEFİ BİYOGRAFİSİ
FİLMİN NOTU: 3.8
|

Orkestra şeflerinin tarihinde önemli bir yere oturan Antonia Brico’nun biyografik filmi. “Bir Kadın Zaferi” (“De Dirigent”), bu yıllara uygun olmasıyla duygusallaştırsa da ‘daha iyi olabilirmiş’ hissi yaratan vasat bir film.
HOLLANDA SİNEMASININ SEVİYESİ BELLİ
Andrzej Wajda’dan Philip Moeller’e fazlasıyla isim orkestra şeflerinin hayat hikayelerini sinemaya aktarmıştır. Ama bunlar arasında gerçek bir klasik çıkmamıştı. Şimdilerde ABD’de yaşayan Hollanda doğumlu sinemacı Antonia Brico ise özellikle günümüzün siyasi atmosferinde değerli. İrade öyküsüyle erkek egemenliğine karşı çıkarken, 1920’lerden itibaren bir isyanı vurgulayarak sonuç alan bir tiplemeye odaklanıyor.
1974’te “Antonia: A Portrait of the Women” adlı belgeselde bunu gördük. Hollanda sinemasının ana akım sinemayla imtihanını düşününce Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ına ulaşan “Karakter” (“Karakter”, 1997) sonrası çok da iddialı yapıtlar göremedik. O sebeple de aslında bir filme imza atınca ister istemez geriye çekilme, ‘mı acaba?’ deme devreye giriyor.
VASAT ORKESTRA ŞEFİ FİLMLERİ ARASINA KATILIYOR
Burada da Maria Peters, altı milyon avroluk bütçeyi fena idare etmemiş. Dönemi iyi yansıtmış, kurgusuyla bir akıcılık getirmiş. Ama her şey bir başkaldırı ve klasik başarı öyküsüne isyan için var gibi. Böyle olunca da 137 dakika göze batabiliyor. “Bir Kadın Zaferi”, güncel sinemada “Paris’te Son Konser” (“Le Concert”, 2009), “Gençlik” (“Youth”, 2015), “Taraf Tutmak” (“Taking Sides”, 2001) gibi en iyimser yorumla vasat orkestra şefi öyküleri arasına katılıyor.
Peters’ın senaryosu daha iddialı bir oyuncu kadrosu ve bütçeyle perdeye aktarılsaydı Oscar yarışında da bir yere gelebilirdi, ama bu haliyle biraz az iddialı, geride kalmış duruyor. Özdeşleşmeye sokmakta zorlanıyor. Seyircisiyle o kadar da yakın bir temas kuramıyor.
HOLLANDA SİNEMASININ SEVİYESİ BELLİ
Andrzej Wajda’dan Philip Moeller’e fazlasıyla isim orkestra şeflerinin hayat hikayelerini sinemaya aktarmıştır. Ama bunlar arasında gerçek bir klasik çıkmamıştı. Şimdilerde ABD’de yaşayan Hollanda doğumlu sinemacı Antonia Brico ise özellikle günümüzün siyasi atmosferinde değerli. İrade öyküsüyle erkek egemenliğine karşı çıkarken, 1920’lerden itibaren bir isyanı vurgulayarak sonuç alan bir tiplemeye odaklanıyor.
1974’te “Antonia: A Portrait of the Women” adlı belgeselde bunu gördük. Hollanda sinemasının ana akım sinemayla imtihanını düşününce Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ına ulaşan “Karakter” (“Karakter”, 1997) sonrası çok da iddialı yapıtlar göremedik. O sebeple de aslında bir filme imza atınca ister istemez geriye çekilme, ‘mı acaba?’ deme devreye giriyor.
VASAT ORKESTRA ŞEFİ FİLMLERİ ARASINA KATILIYOR
Burada da Maria Peters, altı milyon avroluk bütçeyi fena idare etmemiş. Dönemi iyi yansıtmış, kurgusuyla bir akıcılık getirmiş. Ama her şey bir başkaldırı ve klasik başarı öyküsüne isyan için var gibi. Böyle olunca da 137 dakika göze batabiliyor. “Bir Kadın Zaferi”, güncel sinemada “Paris’te Son Konser” (“Le Concert”, 2009), “Gençlik” (“Youth”, 2015), “Taraf Tutmak” (“Taking Sides”, 2001) gibi en iyimser yorumla vasat orkestra şefi öyküleri arasına katılıyor.
Peters’ın senaryosu daha iddialı bir oyuncu kadrosu ve bütçeyle perdeye aktarılsaydı Oscar yarışında da bir yere gelebilirdi, ama bu haliyle biraz az iddialı, geride kalmış duruyor. Özdeşleşmeye sokmakta zorlanıyor. Seyircisiyle o kadar da yakın bir temas kuramıyor.
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
7. KOĞUŞTAKİ MUCİZE: 3.2
ACI VE ZAFER (DOLOR Y GLORIA): 6.3
AD ASTRA: 5.5
ANNABELLE 3: 4.5
ANNEM: 2.8
AŞKI BEKLERKEN (DEUX MOI): 5.7
BAĞLILIK ASLI: 3.6
BİR ZAMANLAR HOLLYWOOD’DA (ONCE UPON A TIME IN HOLLYWOOD): 6
BOZKIR: 3.2
CİNAYET SÜSÜ: 5.2
DERİ CEKET (LE DAIM): 3.8
DÜZENBAZLAR KULÜBÜ (BILLIONAIRE BOYS CLUB): 5
ELEKTRİK SAVAŞLARI (THE CURRENT WAR): 7.3
ELVEDA OĞLUM (SON LONG, MY SON): 5.8
EN UZUN GECE: 2.4
EŞ ANLAMLILAR (SYNONYMES): 3.8
FIRINCININ KARISI: 1.9
GEÇMİŞİN SIRLARI (AFTER THE WEDDING): 3.6
GÖRÜLMÜŞTÜR: 6.5
HANGİ KADIN: 6
HAPŞUU: 1.3
HAREKET SEKİZ: 3.7
IRON SKY 2: 5.4
İKİZLER PROJESİ (THE GEMINI MAN): 5
JOKER: 7
KARAKOMİK FİLMLER: 3
KIZ KARDEŞLER: 5.1
KOD ADI: ANGEL (ANGEL HAS FALLEN): 3.8
KOLEJ HAVASI: 4.9
KONUŞAN HAYVANLAR: 2
KORKU HİKAYELERİ (SCARY STORIES TO TELL IN THE DARK): 5.2
KRAL ŞAKİR: KORSANLAR DİYARI: 3.5
KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR 2 (NOUS FINIRONS ENSEMBLE): 2.5
MALEFİZ 2 (MALEFICENT 2): 4.5
MASAL ŞATOSU: 2.7
MERHABA GÜZEL VATANIM: 2.4
MUHBİR (THE INFORMER): 3.7
NEW YORK’TA YAĞMURLU BİR GÜN (A RAINY DAY IN NEW YORK): 5.2
O BÖLÜM 2 (IT CHAPTER TWO): 4.2
ONUN ADI PETRUNYA: 5.2
ORAY: 2.6
OYUNBOZAN (SYSTEM CRASHER): 6.5
PARAZİT (PARASITE): 6.7
PAVAROTTI: 4.5
PİRANALAR: 4.5
RAMBO: SON KAN (RAMBO: LAST BLOOD): 2.3
RECEP İVEDİK 6: 3.3
RİTÜEL (MIDSOMMAR): 8.3
SAKA KUŞU (THE GOLDFINCH): 5.2
SAKLAMBAÇ (READY OR NOT): 6
SAR BAŞA: 1.8
SESİNDE AŞK VAR: 4.5
SIR TUTABİLİR MİSİN? (CAN YOU KEEP A SECRET?): 3.1
SİCCİN 6: 5.7
SİRAYET 2: 1.5
TERMINATÖR: KARA KADER (TERMİNATOR: DARK FATE): 4.5
VAHŞET OYUNU (FRAMED): 5.2
VOX LUX: 7.5
YUVAYA DÖNÜŞ: 2.8
7. KOĞUŞTAKİ MUCİZE: 3.2
ACI VE ZAFER (DOLOR Y GLORIA): 6.3
AD ASTRA: 5.5
ANNABELLE 3: 4.5
ANNEM: 2.8
AŞKI BEKLERKEN (DEUX MOI): 5.7
BAĞLILIK ASLI: 3.6
BİR ZAMANLAR HOLLYWOOD’DA (ONCE UPON A TIME IN HOLLYWOOD): 6
BOZKIR: 3.2
CİNAYET SÜSÜ: 5.2
DERİ CEKET (LE DAIM): 3.8
DÜZENBAZLAR KULÜBÜ (BILLIONAIRE BOYS CLUB): 5
ELEKTRİK SAVAŞLARI (THE CURRENT WAR): 7.3
ELVEDA OĞLUM (SON LONG, MY SON): 5.8
EN UZUN GECE: 2.4
EŞ ANLAMLILAR (SYNONYMES): 3.8
FIRINCININ KARISI: 1.9
GEÇMİŞİN SIRLARI (AFTER THE WEDDING): 3.6
GÖRÜLMÜŞTÜR: 6.5
HANGİ KADIN: 6
HAPŞUU: 1.3
HAREKET SEKİZ: 3.7
IRON SKY 2: 5.4
İKİZLER PROJESİ (THE GEMINI MAN): 5
JOKER: 7
KARAKOMİK FİLMLER: 3
KIZ KARDEŞLER: 5.1
KOD ADI: ANGEL (ANGEL HAS FALLEN): 3.8
KOLEJ HAVASI: 4.9
KONUŞAN HAYVANLAR: 2
KORKU HİKAYELERİ (SCARY STORIES TO TELL IN THE DARK): 5.2
KRAL ŞAKİR: KORSANLAR DİYARI: 3.5
KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR 2 (NOUS FINIRONS ENSEMBLE): 2.5
MALEFİZ 2 (MALEFICENT 2): 4.5
MASAL ŞATOSU: 2.7
MERHABA GÜZEL VATANIM: 2.4
MUHBİR (THE INFORMER): 3.7
NEW YORK’TA YAĞMURLU BİR GÜN (A RAINY DAY IN NEW YORK): 5.2
O BÖLÜM 2 (IT CHAPTER TWO): 4.2
ONUN ADI PETRUNYA: 5.2
ORAY: 2.6
OYUNBOZAN (SYSTEM CRASHER): 6.5
PARAZİT (PARASITE): 6.7
PAVAROTTI: 4.5
PİRANALAR: 4.5
RAMBO: SON KAN (RAMBO: LAST BLOOD): 2.3
RECEP İVEDİK 6: 3.3
RİTÜEL (MIDSOMMAR): 8.3
SAKA KUŞU (THE GOLDFINCH): 5.2
SAKLAMBAÇ (READY OR NOT): 6
SAR BAŞA: 1.8
SESİNDE AŞK VAR: 4.5
SIR TUTABİLİR MİSİN? (CAN YOU KEEP A SECRET?): 3.1
SİCCİN 6: 5.7
SİRAYET 2: 1.5
TERMINATÖR: KARA KADER (TERMİNATOR: DARK FATE): 4.5
VAHŞET OYUNU (FRAMED): 5.2
VOX LUX: 7.5
YUVAYA DÖNÜŞ: 2.8