'BEYAZ KARGA': KEN RUSSELL USULÜ RUSÇA BALE BİYOGRAFİSİ
FİLMİN NOTU: 6
|

Usta oyuncu Ralph Fiennes, yönetmenlik koltuğunda aykırı Shakespeare uyarlaması “Coroilanus”tan sonra yine fark yaratan bir filme imza atıyor. “Beyaz Karga”, tamamı Rusça çekilmiş ve hikaye kurgusunu allak bullak eden bale koreografileriyle dikkat çeken politik açıdan doğru bir Nureyev biyografik filmi.
ARKA PLANINDA AKTÖRLÜK OLSA DA FARK YARATMAK İSTEYEN BİR REJİSÖR
Rudolf Nureyev, klasik balenin en önemli temsilcilerindendir. Sovyetler Birliği tarihinde bu sanat dalındaki işlevselliğiyle Giselle’den Kuğu Gölü’ne uzanan çeşitli eserlerle anılmıştır. Onun ‘klasik biyografi’ denemesinde aslında anlamlı rötuşlar görüyoruz. Oscar, Altın Küre veya BAFTA Ödülü’ne ulaşmasa da 1962’li Ralph Fiennes, kalitesini ispatlamış, kendi sahne kimliğini oturtmuş saygı değer bir oyuncudur.
Yönetmenlik koltuğundaki ilk denemesi “Coriolanus”ta (2011) aslında karakterlerin Shakespareyen konuşmasıyla klasik zaman-mekan algısının yıkıldığı bir uyarlamaya imza atmıştı. Baz Luhrmann’ın başyapıtı “Romeo ve Juliet”in (“Romeo + Juliet”, 1996) ardılı olmak için çabalayıp yarı yolda kalmıştı. Arada sadece Felicity Jones’un performansıyla anılabilecek klasik Claire Tomalin uyarlaması “Görünmeyen Kadın”da (“The Invisible Woman”, 2016) ise tamamen tökezlemişti.
TÜM OYUNCULAR RUSÇA KONUŞUYOR
Fiennes, görüntü yönetmenini ve kurgucusunu değiştirerek “Beyaz Karga”da toparlıyor büyük oranda. Hatta yönetmenlik kariyerinin en derli toplu filmine imza atıyor. “Coriolanus”un fazla iddialı postmodern dokunuşu, büyük oranda tutmuş bir ‘moden bio-pic’e alan açıyor.
Öncelikle Nureyev’i Olga Ivenko’nun, yani bir Rus oyuncunun canlandırması çok riskli ama doğru bir karar. Baştan sonra Pushkin’i oynayan Fiennes de, Exarchopoulos da Rusça konuşuyor. Sanatçının sanat yaşamının farklı yıllarına geleneksel hikaye kurgusunu yıkarak odaklanmak ise Scherfig filmleriyle bilinen İngiliz kurgucu Barney Pilling’in becerisi ile canlanıyor.
‘MAHLER’İN MODELİNİ İZLERKEN ‘NOWHERE BOY’LA AKRABALIK KURUYOR
Bale besteleri de Eshkeri’nin katkısından yine ‘politik açıdan doğru’ tasarlanmış. “Beyaz Karga”da karakterin etrafında performanslar ve hayat parçaları üzerinden bir ‘sanat-yaşam ilişkisi’ becerisi gözlemliyoruz. Bu model de Russell’ın 70’lerdeki çılgın biyografilerini akla getiriyor. Nureyev’in başrolünde oynadığı “Valentino”dan (1977) ziyade sanki “Mahler” (1974) daha bir model tercihi olmuş, “Yalnız Kalpler” (“The Music Lovers”, 1971) ve “Lisztomania” (1975) ile akrabalık da var.
Bu ‘modern biyografi’ modelinin üzerine giderken de ‘kritik bale koreografileri’, ‘önemli yaşam parçaları’ ve ‘Rusça konuşan oyuncular’dan oluşan müthiş bir ritim duygusu canlanıyor. El-omuz kamerası tercihi kurgu iyi olduğu için göze batmıyor. Film, lineer akmadığı için belli oranda becerikli duran “Nowhere Boy” (2009), “Ray” (2005) gibi biyografiler arasına ‘baletli versiyon’ olarak yerleşiyor.
BALE FİLMLERİ İÇİNDE NEREYE YERLEŞİYOR?
Ama ‘bale filmleri’ içinde bir “Billy Elliott” (2000), bir “Kırmızı Pabuçlar” (“The Red Shoes”, 1948), bir “Siyah Kuğu” (“Black Swann”, 2009) olamıyor. Güncel klasik biyografiler arasında ise başyapıt “Beni Orada Arama”nın (“I’m Not There.”, 2007) seviyesine ulaşamazken, onun ardılı “Aşk ve Merhamet”in (“Love & Mercy”, 2014) zekasını da yakalayamıyor.
Neredeyse Bob Fosse kıvamında bir karakteri incelerken kimsenin canını yakmamak da beceridir. “Beyaz Karga”nın en büyük problemi 127 dakikaya bağlanıp ‘ciddi durma’ ve ‘Oscar’a oynama’ kaygısına kapılırken sahnelerinin etkisini kaybetmesi. Koreografilerin uzunluğu ile böyle bir tercih yapılmış belli ki. Ama bu durum tökezlemeye yol açıyor.
Film, uzayıp büyüsünü yitirmesiyle sahne-hayat ilişkisini müthiş kullanan, Küba’nın “Billy Elliott”ı olarak anılabilecek Iciar Bollain’in “Yuli”si (2018) kadar oturmuş bir ‘balet filmi’ne dönüşmüyor. Sadece 70’lerde uygulanan bir modelin iyi çekilmiş, koreografisi detaycı bir şekilde düzenlenmiş, politik açıdan doğru bir ardılına dönüşüyor.
ARKA PLANINDA AKTÖRLÜK OLSA DA FARK YARATMAK İSTEYEN BİR REJİSÖR
Rudolf Nureyev, klasik balenin en önemli temsilcilerindendir. Sovyetler Birliği tarihinde bu sanat dalındaki işlevselliğiyle Giselle’den Kuğu Gölü’ne uzanan çeşitli eserlerle anılmıştır. Onun ‘klasik biyografi’ denemesinde aslında anlamlı rötuşlar görüyoruz. Oscar, Altın Küre veya BAFTA Ödülü’ne ulaşmasa da 1962’li Ralph Fiennes, kalitesini ispatlamış, kendi sahne kimliğini oturtmuş saygı değer bir oyuncudur.
Yönetmenlik koltuğundaki ilk denemesi “Coriolanus”ta (2011) aslında karakterlerin Shakespareyen konuşmasıyla klasik zaman-mekan algısının yıkıldığı bir uyarlamaya imza atmıştı. Baz Luhrmann’ın başyapıtı “Romeo ve Juliet”in (“Romeo + Juliet”, 1996) ardılı olmak için çabalayıp yarı yolda kalmıştı. Arada sadece Felicity Jones’un performansıyla anılabilecek klasik Claire Tomalin uyarlaması “Görünmeyen Kadın”da (“The Invisible Woman”, 2016) ise tamamen tökezlemişti.
TÜM OYUNCULAR RUSÇA KONUŞUYOR
Fiennes, görüntü yönetmenini ve kurgucusunu değiştirerek “Beyaz Karga”da toparlıyor büyük oranda. Hatta yönetmenlik kariyerinin en derli toplu filmine imza atıyor. “Coriolanus”un fazla iddialı postmodern dokunuşu, büyük oranda tutmuş bir ‘moden bio-pic’e alan açıyor.
Öncelikle Nureyev’i Olga Ivenko’nun, yani bir Rus oyuncunun canlandırması çok riskli ama doğru bir karar. Baştan sonra Pushkin’i oynayan Fiennes de, Exarchopoulos da Rusça konuşuyor. Sanatçının sanat yaşamının farklı yıllarına geleneksel hikaye kurgusunu yıkarak odaklanmak ise Scherfig filmleriyle bilinen İngiliz kurgucu Barney Pilling’in becerisi ile canlanıyor.
‘MAHLER’İN MODELİNİ İZLERKEN ‘NOWHERE BOY’LA AKRABALIK KURUYOR
Bale besteleri de Eshkeri’nin katkısından yine ‘politik açıdan doğru’ tasarlanmış. “Beyaz Karga”da karakterin etrafında performanslar ve hayat parçaları üzerinden bir ‘sanat-yaşam ilişkisi’ becerisi gözlemliyoruz. Bu model de Russell’ın 70’lerdeki çılgın biyografilerini akla getiriyor. Nureyev’in başrolünde oynadığı “Valentino”dan (1977) ziyade sanki “Mahler” (1974) daha bir model tercihi olmuş, “Yalnız Kalpler” (“The Music Lovers”, 1971) ve “Lisztomania” (1975) ile akrabalık da var.
Bu ‘modern biyografi’ modelinin üzerine giderken de ‘kritik bale koreografileri’, ‘önemli yaşam parçaları’ ve ‘Rusça konuşan oyuncular’dan oluşan müthiş bir ritim duygusu canlanıyor. El-omuz kamerası tercihi kurgu iyi olduğu için göze batmıyor. Film, lineer akmadığı için belli oranda becerikli duran “Nowhere Boy” (2009), “Ray” (2005) gibi biyografiler arasına ‘baletli versiyon’ olarak yerleşiyor.
BALE FİLMLERİ İÇİNDE NEREYE YERLEŞİYOR?
Ama ‘bale filmleri’ içinde bir “Billy Elliott” (2000), bir “Kırmızı Pabuçlar” (“The Red Shoes”, 1948), bir “Siyah Kuğu” (“Black Swann”, 2009) olamıyor. Güncel klasik biyografiler arasında ise başyapıt “Beni Orada Arama”nın (“I’m Not There.”, 2007) seviyesine ulaşamazken, onun ardılı “Aşk ve Merhamet”in (“Love & Mercy”, 2014) zekasını da yakalayamıyor.
Neredeyse Bob Fosse kıvamında bir karakteri incelerken kimsenin canını yakmamak da beceridir. “Beyaz Karga”nın en büyük problemi 127 dakikaya bağlanıp ‘ciddi durma’ ve ‘Oscar’a oynama’ kaygısına kapılırken sahnelerinin etkisini kaybetmesi. Koreografilerin uzunluğu ile böyle bir tercih yapılmış belli ki. Ama bu durum tökezlemeye yol açıyor.
Film, uzayıp büyüsünü yitirmesiyle sahne-hayat ilişkisini müthiş kullanan, Küba’nın “Billy Elliott”ı olarak anılabilecek Iciar Bollain’in “Yuli”si (2018) kadar oturmuş bir ‘balet filmi’ne dönüşmüyor. Sadece 70’lerde uygulanan bir modelin iyi çekilmiş, koreografisi detaycı bir şekilde düzenlenmiş, politik açıdan doğru bir ardılına dönüşüyor.
'ANNA': İFLAH OLMAZ BİR B-TİPİ AKSİYON TUTKUSU
FİLMİN NOTU: 3.3
|

Besson, 17. uzun metrajında bir kez daha ‘hala mı yeni Nikita yaratmak istiyor?’ sorusunu sorduruyor. Ama “Anna” bu soruya hiç de anlamlı cevaplar veremeyerek yönetmenin kariyerinin en alt sırasına yerleşmek için her şeyi yapıyor.
BESSON NİYE HALA FİLM ÇEKİYOR?
1980’lerin 2. Fransız Yeni Dalgası’nın has isminin halen film çekerek kendini eskitmesinin nedenini çözmek zor. Seyircinin zekasını sınayan bilimkurgu-aksiyon “Lucy” (2014) en azından melez yapısıyla oyalıyordu. Besson, “Anna”yla (2019) B-tipi tür filmlerinin yönetmenlik koltuğuna oturmayı neden sürdürüyor, çözmek güç. Belki de biseksüel ana karakterin ‘perdedeki teslimiyeti’ne ilgi duymuş olabilir.
Ama doğrusunu söylemek gerekirse ‘güncel casusluk aksiyonları’ söz konusu olduğunda ne Soderbergh’in stilize “Çapraz Ateş”i (“Haywire”, 2011), ne de David Leitch’in başarılı çizgi roman uyarlaması “Atomic Blonde” (2017) ile yarışabiliyor. Üstelik bunlardan ikincisi de cinsel kimlik arayışı açısından Anna’ya yakın bir ana karakter tasvir ediyordu.
Dost acı söyler ama yönetmenlik koltuğunda Besson olduğunda akıllı telefon kuşağının ‘Nikita’sı halen üretilmedi. Aslında sinemacı, “Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu” (“Valerian and The City of a Thousand Planets”, 2017) ile “Beşinci Güç”ten (“The Fifth Element”, 1997) bu yana yapması gereken özenli uzay operası filmine imza atmıştı. O da kendi alt türünde Star Wars’un anlamsız yeni sürümünün ürünlerinden daha kaliteli ve özgündü.
MURPHY VE MIRREN ENERJİ KATIYOR
Tam da Besson’un iyi bir noktada bırakıp senarist/yapımcı kimliğine geri dönmesinin zamanıydı. Ama ilginç bir şekilde halen manken bir oyuncu üzerine kurulu aksiyon filmlerinde geride kalmamasını anlamak güç. En azından onun senaristliğini ve yapımcılığını üstlendiği, Saldana’nın başrolünde oynadığı Olivier Megaton’un düzgün çekilmiş akıcı “Kolombiyalı”sı (“Colombiana”, 2011) bu konuda bir kaliteye sahipti. Yeni ‘Nikita’ olmaya en çok yaklaşan filmdi.
Ama burada da Helen Mirren, Cillian Murphy devreye girmediğinde Sasha Luss’un parlayamadığı bir atmosfer var. Her şeye rağmen içine girince seksapalitesi, akıcı kurgusu ve canlı renkleriyle içine alan bir aksiyon filmi izliyoruz. ‘Taken’ kadar da alt seviyede değil “Anna”. Fakat böylesi B-tipi aksiyonlara Besson’un ihtiyacı yok. Morel’e veya Megaton’a emanet edilebilecek bir proje bu, potansiyel olarak…
HANTAL BİR B-TİPİ AKSİYON
Bu durum karşısında yeni milenyumda yönettiği anlamsız filmlere bir yenisini daha ekliyor. Belki ikincisi ve üçüncüsünü düşününce live-action animasyon serisi ‘Arthur ile Minimoylar’dan (‘Arthur and the Minimoys’) en azından daha anlamlı bir kariyer eklemesi bu. Ama yine de Besson film çekme arzusundan artık vazgeçmeli. Güzelliklere, seksi bedenlere ve tempoya ayak uydurmak için yapımcılık koltuğuna oturmalı.
Klasik koreografisi, günümüzün stilize aksiyon sahnelerinin çok uzağında ve keyif vermiyor. Hatta “Anna”, 119 dakikaya uzayarak hantallaşmış bir B-tipi seyirlik olmaktan kurtulamıyor. Klasiğe dönüşen dozunda “Nikita”nın (“La Femme Nikita”, 1990) süresini 29 sene sonra buraya taşımak ve android kuşağını hedef almak gerçekten tuhaf. Türkiye’den Cansu Tosun ise adeta ‘aksanlı güzel’ kontenjanından Olga Kurylenko katkısı vermekle kalmış iki sahnede.
BESSON NİYE HALA FİLM ÇEKİYOR?
1980’lerin 2. Fransız Yeni Dalgası’nın has isminin halen film çekerek kendini eskitmesinin nedenini çözmek zor. Seyircinin zekasını sınayan bilimkurgu-aksiyon “Lucy” (2014) en azından melez yapısıyla oyalıyordu. Besson, “Anna”yla (2019) B-tipi tür filmlerinin yönetmenlik koltuğuna oturmayı neden sürdürüyor, çözmek güç. Belki de biseksüel ana karakterin ‘perdedeki teslimiyeti’ne ilgi duymuş olabilir.
Ama doğrusunu söylemek gerekirse ‘güncel casusluk aksiyonları’ söz konusu olduğunda ne Soderbergh’in stilize “Çapraz Ateş”i (“Haywire”, 2011), ne de David Leitch’in başarılı çizgi roman uyarlaması “Atomic Blonde” (2017) ile yarışabiliyor. Üstelik bunlardan ikincisi de cinsel kimlik arayışı açısından Anna’ya yakın bir ana karakter tasvir ediyordu.
Dost acı söyler ama yönetmenlik koltuğunda Besson olduğunda akıllı telefon kuşağının ‘Nikita’sı halen üretilmedi. Aslında sinemacı, “Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu” (“Valerian and The City of a Thousand Planets”, 2017) ile “Beşinci Güç”ten (“The Fifth Element”, 1997) bu yana yapması gereken özenli uzay operası filmine imza atmıştı. O da kendi alt türünde Star Wars’un anlamsız yeni sürümünün ürünlerinden daha kaliteli ve özgündü.
MURPHY VE MIRREN ENERJİ KATIYOR
Tam da Besson’un iyi bir noktada bırakıp senarist/yapımcı kimliğine geri dönmesinin zamanıydı. Ama ilginç bir şekilde halen manken bir oyuncu üzerine kurulu aksiyon filmlerinde geride kalmamasını anlamak güç. En azından onun senaristliğini ve yapımcılığını üstlendiği, Saldana’nın başrolünde oynadığı Olivier Megaton’un düzgün çekilmiş akıcı “Kolombiyalı”sı (“Colombiana”, 2011) bu konuda bir kaliteye sahipti. Yeni ‘Nikita’ olmaya en çok yaklaşan filmdi.
Ama burada da Helen Mirren, Cillian Murphy devreye girmediğinde Sasha Luss’un parlayamadığı bir atmosfer var. Her şeye rağmen içine girince seksapalitesi, akıcı kurgusu ve canlı renkleriyle içine alan bir aksiyon filmi izliyoruz. ‘Taken’ kadar da alt seviyede değil “Anna”. Fakat böylesi B-tipi aksiyonlara Besson’un ihtiyacı yok. Morel’e veya Megaton’a emanet edilebilecek bir proje bu, potansiyel olarak…
HANTAL BİR B-TİPİ AKSİYON
Bu durum karşısında yeni milenyumda yönettiği anlamsız filmlere bir yenisini daha ekliyor. Belki ikincisi ve üçüncüsünü düşününce live-action animasyon serisi ‘Arthur ile Minimoylar’dan (‘Arthur and the Minimoys’) en azından daha anlamlı bir kariyer eklemesi bu. Ama yine de Besson film çekme arzusundan artık vazgeçmeli. Güzelliklere, seksi bedenlere ve tempoya ayak uydurmak için yapımcılık koltuğuna oturmalı.
Klasik koreografisi, günümüzün stilize aksiyon sahnelerinin çok uzağında ve keyif vermiyor. Hatta “Anna”, 119 dakikaya uzayarak hantallaşmış bir B-tipi seyirlik olmaktan kurtulamıyor. Klasiğe dönüşen dozunda “Nikita”nın (“La Femme Nikita”, 1990) süresini 29 sene sonra buraya taşımak ve android kuşağını hedef almak gerçekten tuhaf. Türkiye’den Cansu Tosun ise adeta ‘aksanlı güzel’ kontenjanından Olga Kurylenko katkısı vermekle kalmış iki sahnede.
'OYUNCAK HİKAYESİ 4': KÜLÜSTÜR OYUNCAKLARIN DEMODE MACERASI
FİLMİN NOTU: 3.6
|

Animasyon dünyasında bir kültüre dönüşen ‘Oyuncak Hikayesi’nin dördüncüsünü yapmak elbette bu piyasa şartlarında doğal. Ama “Oyuncak Hikayesi 4” (“Toy Story 4”), 2010’da bile külüstür duran serinin gittikçe android kuşağıyla arayı daha da açtığını kanıtlamak için üretilmiş gibi.
OYUNCAKLARIN KONUŞMASI HALEN MUCİZEVİ Mİ?
1995’te John Lasseter, “Oyuncak Hikayesi”ni (“Toy Story”) ürettiğinde ‘devrimci’ tanımını hak ediyordu. Zira ortada ‘bilgisayar animasyonu’ yok iken onun çizimleri ve uzun metrajlı ürünü dahiyaneydi. Elbette oyuncakların konuşması fikri de çocuklar için çekiciydi. 200 milyon doları bulan yerel hasılat da o günler için önemliydi.
Ama Pixar, çok çabuk DreamWorks’ün animasyon şirketine yenildi. ‘Şrek’ (‘Shrek’) serisi gibi hem yetişkinleri hem de çocukları avcunun içine alabilen bir postmodern animasyon serisi çıkaramadı. Anti-kahraman yaratamadı. 2019’a gelindiğinde, 2010’da bile eski duran çizimleriyle “Oyuncak Hikayesi 4”ün (“Toy Story 4”) nasıl bir mantığı var? Peki ya telefonların konuştuğu çağda oyuncakları konuşturmak çağdışı olmakla eşdeğer değil mi?
MEMURİYET HİSSİ ‘KÜLÜSTÜRLÜK’E ONAY VERİYOR
Yönetmenlik koltuğunda Josh Cooley’nin oturması 2010’daki Lee Unkrich memuriyetinden farksız bir his yaratıyor. Yeni bir oyuncak olarak Forky’nin katılması da bir şey fark ettirmiyor. Disney’in Pixar’dan kopup zirveyi “Oyunbozan Ralph” (“Wreck-It Ralph”, 2012) ile gördüğünü bildiğimizden anlamsız bir macera örgüsü kuruluyor. Hatta onun geçen yıl çekilen ikincisi bile “Oyuncak Hikayesi 4”ü devirirken zorlanmıyor.
İşlevsiz bir devam filminin adresine dönüşmek blockbuster sezonunda modaydı. Bu animasyon da bu duruma ayak uyduruyor. Woody ve Buzz Lightyear’ın anca 90’larda modern durabilecek tasarımlarını ise hiç sormayın! Özellikle Woody’nin gözleri fazlasıyla külüstür. Gerçek insan karakterleriyse kolaylık olsun diye yuvarlak burun ve yüz ile tasarlanmış. ‘Lunapark’ın varlığı ise bir yaratıcılık getirmemiş, aksine yaş ortalamasını düşürmüş.
OYUNCAKLARIN KONUŞMASI HALEN MUCİZEVİ Mİ?
1995’te John Lasseter, “Oyuncak Hikayesi”ni (“Toy Story”) ürettiğinde ‘devrimci’ tanımını hak ediyordu. Zira ortada ‘bilgisayar animasyonu’ yok iken onun çizimleri ve uzun metrajlı ürünü dahiyaneydi. Elbette oyuncakların konuşması fikri de çocuklar için çekiciydi. 200 milyon doları bulan yerel hasılat da o günler için önemliydi.
Ama Pixar, çok çabuk DreamWorks’ün animasyon şirketine yenildi. ‘Şrek’ (‘Shrek’) serisi gibi hem yetişkinleri hem de çocukları avcunun içine alabilen bir postmodern animasyon serisi çıkaramadı. Anti-kahraman yaratamadı. 2019’a gelindiğinde, 2010’da bile eski duran çizimleriyle “Oyuncak Hikayesi 4”ün (“Toy Story 4”) nasıl bir mantığı var? Peki ya telefonların konuştuğu çağda oyuncakları konuşturmak çağdışı olmakla eşdeğer değil mi?
MEMURİYET HİSSİ ‘KÜLÜSTÜRLÜK’E ONAY VERİYOR
Yönetmenlik koltuğunda Josh Cooley’nin oturması 2010’daki Lee Unkrich memuriyetinden farksız bir his yaratıyor. Yeni bir oyuncak olarak Forky’nin katılması da bir şey fark ettirmiyor. Disney’in Pixar’dan kopup zirveyi “Oyunbozan Ralph” (“Wreck-It Ralph”, 2012) ile gördüğünü bildiğimizden anlamsız bir macera örgüsü kuruluyor. Hatta onun geçen yıl çekilen ikincisi bile “Oyuncak Hikayesi 4”ü devirirken zorlanmıyor.
İşlevsiz bir devam filminin adresine dönüşmek blockbuster sezonunda modaydı. Bu animasyon da bu duruma ayak uyduruyor. Woody ve Buzz Lightyear’ın anca 90’larda modern durabilecek tasarımlarını ise hiç sormayın! Özellikle Woody’nin gözleri fazlasıyla külüstür. Gerçek insan karakterleriyse kolaylık olsun diye yuvarlak burun ve yüz ile tasarlanmış. ‘Lunapark’ın varlığı ise bir yaratıcılık getirmemiş, aksine yaş ortalamasını düşürmüş.
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
ADALETSİZ (DRAGGED ACROSS CONCRETE): 2.9
ALADDIN: 4.5
ALEM-İ CİN 2: 3.1
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
ÇİFTE HAYATLAR (DOUBLES VIES): 5.8
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EKSİ BİR: 4.8
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GRETA: 6.4
GÜN BATIMI (SUNSET): 6.9
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HIGH LIFE: 6.9
İÇERDEKİLER: 2.7
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KRAL MİDAS’IN HAZİNESİ: 1.4
KUKLALI KÖŞK: 3.4
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
POKEMON DEDEKTİF PIKACHU: 5.7
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTAN GÖZ (DEMON EYE): 2.4
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TEMİZLİKÇİ (THE CLEANING LADY): 3.5
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YUVA: 7
ADALETSİZ (DRAGGED ACROSS CONCRETE): 2.9
ALADDIN: 4.5
ALEM-İ CİN 2: 3.1
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
ÇİFTE HAYATLAR (DOUBLES VIES): 5.8
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EKSİ BİR: 4.8
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GRETA: 6.4
GÜN BATIMI (SUNSET): 6.9
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HIGH LIFE: 6.9
İÇERDEKİLER: 2.7
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KRAL MİDAS’IN HAZİNESİ: 1.4
KUKLALI KÖŞK: 3.4
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
POKEMON DEDEKTİF PIKACHU: 5.7
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTAN GÖZ (DEMON EYE): 2.4
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TEMİZLİKÇİ (THE CLEANING LADY): 3.5
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YUVA: 7