'GAREZ': 'J-HORROR' KLASİĞİNE 'INSIDIOUS' MODELİ
FİLMİN NOTU: 3.8
|

İlki 2002’de üretilen Japon korku filmi ‘Garez’in Ghost House Pictures tarafından ABD’de ticari ürüne dönüştürülmesi tam gaz devam ediyor. 2020 mamulü “Garez”, Y kuşağı için üretilmiş bir İngilizce yeni sürüm olarak “Ruhlar Bölgesi” modelini takip etmesiyle tartışmalar açacaktır.
2002’DE KALSAYDI DA ŞANI YÜRÜRDÜ
Sinemada korku türü sürekli dönüp dolaşıp kendini tekrar etmeye meraklıdır. Ama özellikle son 20 yılda ciddi anlamda aceleci bir yeniden çevrim/seri üretim çöplüğü devreye girdi. Bu bakış açısıyla aslında bir filmin farklı kuşaklar için yeniden üretilmesiyle bir ‘yeni sürüm’ hamlesinin de uygulandığını söylemek mümkün.
Ghost House Pictures’ın yılların J-horror örneği ‘Garez’ine bir başka İngilizce film başlangıcı üretme hevesi çok da şaşırtıcı değil. Takashi Sihimizu’nun 2002’de “Ju-on” ile her şeye start veren hamleye imza atmıştı. 2003’te de aslında fena bir devam filmi gelmemişti. Yönetmenin çektiği 2004 tarihli yeniden çevrim iyiydi, 2006’da gelen ilk İngilizce devam filmi de bir boşluğu doldurmak için döneme uygun gibi gözüküyordu.
PESCE’NİN SUNDANCE ÇIKIŞI GERÇEKÇİ Mİ?
‘J-horror’ filmlerinin temeli 1960’lara kadar uzanıyor. Ama 1998’de Nakata’nın “Halka”sı (“Ringu”) etkisiyle ortaya çıkan furyanın etkisinden çıkalı çok oldu. 2020 tarihli “Garez” (“The Grudge”), Sundance’te açılan “Annemin Gözleri” (“The Eyes of My Mother”, 2017) ve “Piercing” (2018) ile sevilen Nicolas Pesce’nin üzerine düşünülmüş görsel yaklaşımına malzeme oluyor.
Yönetmen minimalist ve ağır tempolu ilk filminde aslında Bela Tarr’vari görüntülerle gelen Zach Kuperstein’a çok güvenmişti. Büyük oranda kendi içinde tutarlı bir eser servis edip mesajını vermişti. Siyah-beyazda gerçekten de melankolik aile öyküsü ev motifinin gerilimli hali üzerinden bir şeyler ifade ediyordu. Fakat üzerine düşününce klasik bir formülü izleyen filmde o çekici ambalaj biraz yanıltıcı olmuştu.
“Piercing”, bol kanlı ve plastik bir kedi-fare oyunu olarak devreye girdi, “Otel” (“Hotel”, 2005) ile “Grinin Elli Tonu”nu (“Fifty Shades of Grey”, 2015) birleşiyor dedirtti. Retro dokulu ‘Feature Presentation’ ile açılış Tarantino’ya, ekran bölme ve mekan kullanımı ise De Palma’ya göndermeydi. Ama daha ziyade ‘istismar’a kayıp görsel atmosfer becerisinin dışına çıkan, kurguda ise tek numara haricinde bir enerji sunamayan vasat bir eser vardı. En iyi ihtimalle kült olma konusunda adımlar atabilen bir filmdi ortaya çıkan.
2002’DE KALSAYDI DA ŞANI YÜRÜRDÜ
Sinemada korku türü sürekli dönüp dolaşıp kendini tekrar etmeye meraklıdır. Ama özellikle son 20 yılda ciddi anlamda aceleci bir yeniden çevrim/seri üretim çöplüğü devreye girdi. Bu bakış açısıyla aslında bir filmin farklı kuşaklar için yeniden üretilmesiyle bir ‘yeni sürüm’ hamlesinin de uygulandığını söylemek mümkün.
Ghost House Pictures’ın yılların J-horror örneği ‘Garez’ine bir başka İngilizce film başlangıcı üretme hevesi çok da şaşırtıcı değil. Takashi Sihimizu’nun 2002’de “Ju-on” ile her şeye start veren hamleye imza atmıştı. 2003’te de aslında fena bir devam filmi gelmemişti. Yönetmenin çektiği 2004 tarihli yeniden çevrim iyiydi, 2006’da gelen ilk İngilizce devam filmi de bir boşluğu doldurmak için döneme uygun gibi gözüküyordu.
PESCE’NİN SUNDANCE ÇIKIŞI GERÇEKÇİ Mİ?
‘J-horror’ filmlerinin temeli 1960’lara kadar uzanıyor. Ama 1998’de Nakata’nın “Halka”sı (“Ringu”) etkisiyle ortaya çıkan furyanın etkisinden çıkalı çok oldu. 2020 tarihli “Garez” (“The Grudge”), Sundance’te açılan “Annemin Gözleri” (“The Eyes of My Mother”, 2017) ve “Piercing” (2018) ile sevilen Nicolas Pesce’nin üzerine düşünülmüş görsel yaklaşımına malzeme oluyor.
Yönetmen minimalist ve ağır tempolu ilk filminde aslında Bela Tarr’vari görüntülerle gelen Zach Kuperstein’a çok güvenmişti. Büyük oranda kendi içinde tutarlı bir eser servis edip mesajını vermişti. Siyah-beyazda gerçekten de melankolik aile öyküsü ev motifinin gerilimli hali üzerinden bir şeyler ifade ediyordu. Fakat üzerine düşününce klasik bir formülü izleyen filmde o çekici ambalaj biraz yanıltıcı olmuştu.
“Piercing”, bol kanlı ve plastik bir kedi-fare oyunu olarak devreye girdi, “Otel” (“Hotel”, 2005) ile “Grinin Elli Tonu”nu (“Fifty Shades of Grey”, 2015) birleşiyor dedirtti. Retro dokulu ‘Feature Presentation’ ile açılış Tarantino’ya, ekran bölme ve mekan kullanımı ise De Palma’ya göndermeydi. Ama daha ziyade ‘istismar’a kayıp görsel atmosfer becerisinin dışına çıkan, kurguda ise tek numara haricinde bir enerji sunamayan vasat bir eser vardı. En iyi ihtimalle kült olma konusunda adımlar atabilen bir filmdi ortaya çıkan.

ÖNE ÇIKAN ÜÇ OYUNCUSU BİR KARİZMA KATIYOR
Başta John Cho -ki bir Emlak patronunda gerilim yaratması gerekirken gülümsetiyor- olmak üzere oyuncu kadrosunun bir bölümü bir korku sineması ürününde fazla yamama duruyor. Ama Lin Shaye-Jackie Weaver-Andrea Riseborough üçlüsünün varlığı filme bir kalite ve karizma katıyor. Newton Brothers’ın genelde Mike Flanagan’la çalışarak dikkat çeken alternatif besteleri de. Ama görüntü yönetmeni Zack Galler’in “Piercing”de seviyeyi düşürdüğü yerden devam ettiği görülüyor. Bu da ister istemez filmin atmosfer duygusunu ve bağımsız ruhunu ‘kandırmaca’ya dönüştürebiliyor. Kurgunun kontrolden çıktığı anlar ise ‘orantısız güç’ katkısı verebiliyor.
Riseborough ve Weaver’ın kontrolünde giden hikayenin aslında merakla ve ilgiyle takip edildiği söylenebilir. Bu da gizemine sokma konusunda problemsiz bir süreç getiriyor. Fakat James Wan’ın model yaratan korku başyapıtı “Ruhlar Bölgesi”nin (“Insidious”, 2010) medyum ana karakterine can veren Lin Shaye’in kontrolü ele almasıyla birlikte filmin ‘sürpriz’ hevesi de yarı yolda kalıyor.
Onun canlandırdığı Faith Matheson’ın “Garez”de ‘deus ex machina’ etkisi yarattığı söylenebilir. ‘J-horror damarından klasik bir perili ev filmi’ olmak iken ilk hedef tek bir hamleyle ‘evde geçen ruh çağırma filmi’ne kayılıyor.
ATMOSFER DUYGUSU FENA DEĞİL
Bu da hikayenin gidişatı ve olup bitenler açısından fazlasıyla ‘daha önce görmüştük’ hissi yaratıyor. Yani uzun saçlı kızların dehşet saçmasının üzerinden zaman geçmişken hala son düzlükte bu ivmenin görülebilmesi kabul edilir gibi değil. Ama “Annemin Gözleri”ndeki atmosfere daha yaklaşan 2.35:1 görüntüler finalde de “Halloween”vari (1978) bir banliyö korkusuna açılıyor.
Yeni “Garez”, görsel açıdan fena çekilmemiş. Ama Shimizu’nun bu kadar yıllara yaydığı mirasına o kadar taze bir aşı da yapmıyor. Fakat denedikleriyle ‘en azından deniyor bir şeyler’ dedirtiyor. Burada sepya tonlardan ilerleyen retro sinematografi ve sükunet, arka plandaki görsel efektlerle zaman zaman göstermelik gözükse de bir yönetmenlik kumaşı getiriyor. Fakat ‘yine mi Garez?’ sorusuyla noktalanıyor. Android kuşağı için üretilen bu yeni sürüm o kadar da ufuk açıcı değil, tanıdık imgeler sunmakla kalıyor. Pesce'nin günler geçtikçe Hollywood'a daha da yaklaşacağını kanıtlayarak kapanış jeneriğini izletiyor.
Başta John Cho -ki bir Emlak patronunda gerilim yaratması gerekirken gülümsetiyor- olmak üzere oyuncu kadrosunun bir bölümü bir korku sineması ürününde fazla yamama duruyor. Ama Lin Shaye-Jackie Weaver-Andrea Riseborough üçlüsünün varlığı filme bir kalite ve karizma katıyor. Newton Brothers’ın genelde Mike Flanagan’la çalışarak dikkat çeken alternatif besteleri de. Ama görüntü yönetmeni Zack Galler’in “Piercing”de seviyeyi düşürdüğü yerden devam ettiği görülüyor. Bu da ister istemez filmin atmosfer duygusunu ve bağımsız ruhunu ‘kandırmaca’ya dönüştürebiliyor. Kurgunun kontrolden çıktığı anlar ise ‘orantısız güç’ katkısı verebiliyor.
Riseborough ve Weaver’ın kontrolünde giden hikayenin aslında merakla ve ilgiyle takip edildiği söylenebilir. Bu da gizemine sokma konusunda problemsiz bir süreç getiriyor. Fakat James Wan’ın model yaratan korku başyapıtı “Ruhlar Bölgesi”nin (“Insidious”, 2010) medyum ana karakterine can veren Lin Shaye’in kontrolü ele almasıyla birlikte filmin ‘sürpriz’ hevesi de yarı yolda kalıyor.
Onun canlandırdığı Faith Matheson’ın “Garez”de ‘deus ex machina’ etkisi yarattığı söylenebilir. ‘J-horror damarından klasik bir perili ev filmi’ olmak iken ilk hedef tek bir hamleyle ‘evde geçen ruh çağırma filmi’ne kayılıyor.
ATMOSFER DUYGUSU FENA DEĞİL
Bu da hikayenin gidişatı ve olup bitenler açısından fazlasıyla ‘daha önce görmüştük’ hissi yaratıyor. Yani uzun saçlı kızların dehşet saçmasının üzerinden zaman geçmişken hala son düzlükte bu ivmenin görülebilmesi kabul edilir gibi değil. Ama “Annemin Gözleri”ndeki atmosfere daha yaklaşan 2.35:1 görüntüler finalde de “Halloween”vari (1978) bir banliyö korkusuna açılıyor.
Yeni “Garez”, görsel açıdan fena çekilmemiş. Ama Shimizu’nun bu kadar yıllara yaydığı mirasına o kadar taze bir aşı da yapmıyor. Fakat denedikleriyle ‘en azından deniyor bir şeyler’ dedirtiyor. Burada sepya tonlardan ilerleyen retro sinematografi ve sükunet, arka plandaki görsel efektlerle zaman zaman göstermelik gözükse de bir yönetmenlik kumaşı getiriyor. Fakat ‘yine mi Garez?’ sorusuyla noktalanıyor. Android kuşağı için üretilen bu yeni sürüm o kadar da ufuk açıcı değil, tanıdık imgeler sunmakla kalıyor. Pesce'nin günler geçtikçe Hollywood'a daha da yaklaşacağını kanıtlayarak kapanış jeneriğini izletiyor.
'BURASI CENNET OLMALI': CENNET VE SONRASI
FİLMİN NOTU: 6.5
|

Belgeselleri de sayarsak 29 senedir film çeken 1960’lı Elia Suleiman’ın yeni eseri kariyerinin üst sıralarına yerleşiyor. “Burası Cennet Olmalı”, Ortadoğuluların tüm dünyada ötekileştirilmesine dair incelikli bir yolda geçen poker surat komedisi filmi.
FİLİSTİNLİ POKER SURAT KOMEDYENİ KİMLİĞİ SÜRÜYOR
İğneleyici bir deadpan komedi, incelikli bir Ortadoğu’yu öteleştirme taşlaması denebilir. Elia Suleiman, 1996’dan bu yana yönettiği filmlerinde aynı zamanda kendi canlandırdığı ana karaktere de kısaltması anlamına gelen E.S. adını veriyor. İlk uzunu "Bir Kayboluşun Güncesi" (“Chronicle of a Disappearance”) ve üçüncü filmi 2009’da “Geride Kalan”da (“The Time That Remains”) aslında kendi kimliğini noktalayacak iğneleyici olaylar bulamamıştı. O filmlerdeki politik damardan ilerleme derdi o kadar da yetkin bir şekilde değildi. Kişisellik göze batabiliyordu.
“Kutsal Direniş” (“Yadon İlaheyya”, 2002) ise İsrail-Filistin sınırındaki dahiyane bir yaratıcılıkla ilerleyen başyapıt seviyesinde bir eserdi. Merkezine yasaklı bir aşkı alsa da siyasi bir deadpan komedi klasiğine dönüşmesi için fazla zaman geçmesine gerek yoktu. Eran Kolirin gibi yönetmenlerin o modelden yürüyen filmlerle bir filmografi inşa etmesi de şaşırtmadı. Aslında Suleiman’ın çıktığı dönemde Tsai Ming-Liang ‘minimalist/deadpan komedi filmleri’ yapıyordu. O sebeple de onla akraba gittiği görülüyordu.
POLİTİK BİR DURUMUN RESMİNİ İNCELİKLİ ÇİZİYOR
2019’da gelen “Burası Cennet Olmalı” (“It Must Be Heaven”), Tayvanlı sinemacıdan kopan bir dâhinin üzerinden yürüyor. Özellikle 11 Eylül ve Irak Savaşı sonrasında bütün dünyada Ortadoğulular öteki konumuna itildi. Bu kanayan bir yaraya dönüştü. Burada da Ortadoğuluları ötekileştiren Batı ülkelerini keşfe çıkan bir yol filmi izliyoruz. Yönetmen ilk kez İsrail-Filistin’in dışına çıkıyor. Skeçlerin üzerine gidiyor gibi gözükse de bu yola bilinçli olarak girerek aslında bir durumun resmini incelikli bir şekilde çizme şansı yakalıyor Suleiman.
Yola çıkmasıyla Jarmusch’la daha akraba bir mizah damarına kavuşuyor. Buradan ilerlerken de aslında işin içine Gael Garcia Bernal da, Ali Suliman da, Gregoire Colin de Nancy Grant de dahil olabiliyor. Bu yan oyuncular aslında sinema deneyimine katkıda bulunarak Suleiman’ın reji becerisinin önüne geçmek istemiyorlar. Aksine uzun ve sabit planların mesafeli bir şekilde işini yapmasına alan açıyorlar.
İNCE DETAYLARIYLA HATIRLANACAK BİR ELIA SULEIMAN FİLMİ
Film aslında günümüzde Ortadoğuluların öteki konumuna itilmesine dair çarpıcı bir sinemasal belge... Bunu yaparken de sabit duran kamera açılarıyla gerçek anlamda bir şair, bir müezzin, bir komedi ustasını selamlıyor. İsrail’in ya da Ortadoğu’nun Keaton’ı ya da Tati’si bu sayede keşfe çıkıyor.
Yol filminin dehlizlerinde aslında Türkiye’ye de uğrayan yolculuk, dışlanmaya da, iğnelemelere de uzanıyor. E.S.’nin Ortodoks bir Rum olsa da ‘Arap’ muamelesi görerek gerçek anlamda bir tehlikeye dönüşmesiyle ‘trajikomik’ bir ton tutturan film, yönetmenin 17 senedir gördüğümüz en formda filmini duyuruyor. Güncel politikayı eleştirirken ince detaylarıyla hatırlanacak bir Elia Suleiman eserine dönüşüyor. Usta dokunuşu taşıyor.
FİLİSTİNLİ POKER SURAT KOMEDYENİ KİMLİĞİ SÜRÜYOR
İğneleyici bir deadpan komedi, incelikli bir Ortadoğu’yu öteleştirme taşlaması denebilir. Elia Suleiman, 1996’dan bu yana yönettiği filmlerinde aynı zamanda kendi canlandırdığı ana karaktere de kısaltması anlamına gelen E.S. adını veriyor. İlk uzunu "Bir Kayboluşun Güncesi" (“Chronicle of a Disappearance”) ve üçüncü filmi 2009’da “Geride Kalan”da (“The Time That Remains”) aslında kendi kimliğini noktalayacak iğneleyici olaylar bulamamıştı. O filmlerdeki politik damardan ilerleme derdi o kadar da yetkin bir şekilde değildi. Kişisellik göze batabiliyordu.
“Kutsal Direniş” (“Yadon İlaheyya”, 2002) ise İsrail-Filistin sınırındaki dahiyane bir yaratıcılıkla ilerleyen başyapıt seviyesinde bir eserdi. Merkezine yasaklı bir aşkı alsa da siyasi bir deadpan komedi klasiğine dönüşmesi için fazla zaman geçmesine gerek yoktu. Eran Kolirin gibi yönetmenlerin o modelden yürüyen filmlerle bir filmografi inşa etmesi de şaşırtmadı. Aslında Suleiman’ın çıktığı dönemde Tsai Ming-Liang ‘minimalist/deadpan komedi filmleri’ yapıyordu. O sebeple de onla akraba gittiği görülüyordu.
POLİTİK BİR DURUMUN RESMİNİ İNCELİKLİ ÇİZİYOR
2019’da gelen “Burası Cennet Olmalı” (“It Must Be Heaven”), Tayvanlı sinemacıdan kopan bir dâhinin üzerinden yürüyor. Özellikle 11 Eylül ve Irak Savaşı sonrasında bütün dünyada Ortadoğulular öteki konumuna itildi. Bu kanayan bir yaraya dönüştü. Burada da Ortadoğuluları ötekileştiren Batı ülkelerini keşfe çıkan bir yol filmi izliyoruz. Yönetmen ilk kez İsrail-Filistin’in dışına çıkıyor. Skeçlerin üzerine gidiyor gibi gözükse de bu yola bilinçli olarak girerek aslında bir durumun resmini incelikli bir şekilde çizme şansı yakalıyor Suleiman.
Yola çıkmasıyla Jarmusch’la daha akraba bir mizah damarına kavuşuyor. Buradan ilerlerken de aslında işin içine Gael Garcia Bernal da, Ali Suliman da, Gregoire Colin de Nancy Grant de dahil olabiliyor. Bu yan oyuncular aslında sinema deneyimine katkıda bulunarak Suleiman’ın reji becerisinin önüne geçmek istemiyorlar. Aksine uzun ve sabit planların mesafeli bir şekilde işini yapmasına alan açıyorlar.
İNCE DETAYLARIYLA HATIRLANACAK BİR ELIA SULEIMAN FİLMİ
Film aslında günümüzde Ortadoğuluların öteki konumuna itilmesine dair çarpıcı bir sinemasal belge... Bunu yaparken de sabit duran kamera açılarıyla gerçek anlamda bir şair, bir müezzin, bir komedi ustasını selamlıyor. İsrail’in ya da Ortadoğu’nun Keaton’ı ya da Tati’si bu sayede keşfe çıkıyor.
Yol filminin dehlizlerinde aslında Türkiye’ye de uğrayan yolculuk, dışlanmaya da, iğnelemelere de uzanıyor. E.S.’nin Ortodoks bir Rum olsa da ‘Arap’ muamelesi görerek gerçek anlamda bir tehlikeye dönüşmesiyle ‘trajikomik’ bir ton tutturan film, yönetmenin 17 senedir gördüğümüz en formda filmini duyuruyor. Güncel politikayı eleştirirken ince detaylarıyla hatırlanacak bir Elia Suleiman eserine dönüşüyor. Usta dokunuşu taşıyor.
'VAHŞETİN ÇAĞRISI': BEŞİNCİ SINIF BİR KÖPEK BELGESELİNDEN FARKSIZ
FİLMİN NOTU: 3.5
|

1903 yılında yayınlanan, sayısız filme uyarlanmış bir Jack London romanını kaynak alıyor. “Vahşetin Çağrısı”, “Orman Çocuğu” ile başlayan foto-realistik animasyon tekniğini kar macerası filmine adapte etmeye çabalıyor.
DENEYİMLİ BİR KADRO KURULUYOR
Harrison Ford 44 yaşındayken “Gerçeğin Peşinde” (“Random Hearts”, 1999) ile rezil olmuştu. Ondan sonrası ise hiç iyi gelmedi. Nostaljik ‘Blade Runner’ ve ‘Star Wars’ yeniden çevrimleri başka bir mesele. Ama burada da ‘bir de köpekle dostluk kurmadığı eksikti!’ dedirten bir seyir servis ediyor.
Filmin iddiası çok yukarılarda, 110 milyon dolarlık bir bütçe bir yana Janusz Kaminski markasını da arkasına alması bir artı puan. Animasyonların deneyimli bestecisi John Powell da ona ekleniyor. Kağıt üstünde kaliteli bir kadro var aslında.
FOTO-REALİSTİK ANİMASYON, “ORMAN ÇOCUĞU” KADAR İDDİALI DEĞİL
Ancak 1903’te Jack London’ın yazdığı bugüne değin 4 sinema filmine malzeme olmuş, bunlardan en son ciddiye alınanı 1972’de kalmış bayat bir hikayeden bahsediyoruz. Kanada’nın Yukon şehrinde nakliyecilere satılan bir köpeğin Ford’la duygusal dostluğu merkeze yerleşiyor.
Filmin bu öyküye tek kattığı foto-realistik animasyon tekniğiyle çıkagelen ve gayet gerçekçi konuşan köpekler. Terry Notary’nin esas karaktere Buck’a can vermesi de ‘live-action animasyon macerası’na bir şeyler katıyor. Ancak bu teknik açıdan takdir edilesi durum bir yere kadar idare ediyor. Gerçek oyuncularla iç içe geçince etkisini yitiriyor. Çığır açan “Orman Çocuğu” (“Jungle Book”, 2016) ile onun arkasına eklenen “Aslan Kral” (“The Lion King”, 2019) gibi teknik açıdan sınırları zorlamıyor.
TEK SİNEMASAL TARAFI YUKON’DA ÇEKİLMESİ
Aksine bir yerden sonra çözünürlüğü aşırı yüksek ve çevreci olsa da beşinci sınıf duran bir köpek belgeseline dönüşüyor. Ford ise onlara olabilecek en ilkel anlatıcı sesi olarak eşlik ediyor. Dedelik yaşına çoktan geldiğini bu sayede daha da iyi kanıtlıyor. Belki de Chris Sanders, onun sahne kimliğinin ve karizmasının döneminin çoktan geçtiğini bildiği için bu tercihi yapmış ama durum Schwarzenegger’in anaokulu öğretmeni kılığına girdiği “Anaokulu Polisi”nden (“Kindergarten Cop”, 1990) bile vahim.
“Vahşetin Çağrısı”nın tek sinemasal tarafı Chaplin başyapıtı “Altına Hücum”a (“The Gold Rush”, 1925) da fon olan Kanada’nın Yukon vilayeti. Oradaki altına hücum olayından çıkan macera-komedi damarının burada bir köpek-insan dostluğuna çevrilmesinin ise bir anlamı yok sanki. Yönetmen, daha öncesinde modellemeleriyle fazla hantal duran animasyonlara imza atmıştı. Burada da sanki ritmi düzgün tespit edememiş.
HEMEN UNUTULAN “KUTUP MACERASI” İLE KARDEŞ
“Firar Treni” (“Runaway Train”, 1985), “Dağcı” (“Cliffhanger”, 1993), “Far North” (2008), “Snow Angels” (2007), “North” (2009), “Diriliş” (“The Revenant”, 2015) gibi ‘kar macerası’ damarını belli bir seviyede, kalıcı veya tutarlı filmlere malzeme eden eserlerin yanına ulaşamıyor. Aksine “Kutup Macerası” (“Eight Below”, 2006) ile kardeş bir yapıt ortaya çıkıyor. Olanca iddialı helikopter çekimine, money shot’a karşın film fena halde tökezleyen göstermelik bir gerçekçiliğin mağduru oluyor.
Hantal animasyon karakterlerini kullanan animasyonlarıyla bilinen Chris Sanders, yönetmenlik koltuğuna geçince burada da insanlara ve köpeklere bu muameleyi yapmış. Her ikisinin de ciddi bir zamana uyum problemi var. Besteci John Powell ise animasyonlardan çıkagelerek Kaminski’nin etkileyici olabilecek görüntülerinin üzerine geçiyor. Yılların usta görüntü yönetmenini ‘belgesel kameramanı’ pozisyonuna itiyor.
DENEYİMLİ BİR KADRO KURULUYOR
Harrison Ford 44 yaşındayken “Gerçeğin Peşinde” (“Random Hearts”, 1999) ile rezil olmuştu. Ondan sonrası ise hiç iyi gelmedi. Nostaljik ‘Blade Runner’ ve ‘Star Wars’ yeniden çevrimleri başka bir mesele. Ama burada da ‘bir de köpekle dostluk kurmadığı eksikti!’ dedirten bir seyir servis ediyor.
Filmin iddiası çok yukarılarda, 110 milyon dolarlık bir bütçe bir yana Janusz Kaminski markasını da arkasına alması bir artı puan. Animasyonların deneyimli bestecisi John Powell da ona ekleniyor. Kağıt üstünde kaliteli bir kadro var aslında.
FOTO-REALİSTİK ANİMASYON, “ORMAN ÇOCUĞU” KADAR İDDİALI DEĞİL
Ancak 1903’te Jack London’ın yazdığı bugüne değin 4 sinema filmine malzeme olmuş, bunlardan en son ciddiye alınanı 1972’de kalmış bayat bir hikayeden bahsediyoruz. Kanada’nın Yukon şehrinde nakliyecilere satılan bir köpeğin Ford’la duygusal dostluğu merkeze yerleşiyor.
Filmin bu öyküye tek kattığı foto-realistik animasyon tekniğiyle çıkagelen ve gayet gerçekçi konuşan köpekler. Terry Notary’nin esas karaktere Buck’a can vermesi de ‘live-action animasyon macerası’na bir şeyler katıyor. Ancak bu teknik açıdan takdir edilesi durum bir yere kadar idare ediyor. Gerçek oyuncularla iç içe geçince etkisini yitiriyor. Çığır açan “Orman Çocuğu” (“Jungle Book”, 2016) ile onun arkasına eklenen “Aslan Kral” (“The Lion King”, 2019) gibi teknik açıdan sınırları zorlamıyor.
TEK SİNEMASAL TARAFI YUKON’DA ÇEKİLMESİ
Aksine bir yerden sonra çözünürlüğü aşırı yüksek ve çevreci olsa da beşinci sınıf duran bir köpek belgeseline dönüşüyor. Ford ise onlara olabilecek en ilkel anlatıcı sesi olarak eşlik ediyor. Dedelik yaşına çoktan geldiğini bu sayede daha da iyi kanıtlıyor. Belki de Chris Sanders, onun sahne kimliğinin ve karizmasının döneminin çoktan geçtiğini bildiği için bu tercihi yapmış ama durum Schwarzenegger’in anaokulu öğretmeni kılığına girdiği “Anaokulu Polisi”nden (“Kindergarten Cop”, 1990) bile vahim.
“Vahşetin Çağrısı”nın tek sinemasal tarafı Chaplin başyapıtı “Altına Hücum”a (“The Gold Rush”, 1925) da fon olan Kanada’nın Yukon vilayeti. Oradaki altına hücum olayından çıkan macera-komedi damarının burada bir köpek-insan dostluğuna çevrilmesinin ise bir anlamı yok sanki. Yönetmen, daha öncesinde modellemeleriyle fazla hantal duran animasyonlara imza atmıştı. Burada da sanki ritmi düzgün tespit edememiş.
HEMEN UNUTULAN “KUTUP MACERASI” İLE KARDEŞ
“Firar Treni” (“Runaway Train”, 1985), “Dağcı” (“Cliffhanger”, 1993), “Far North” (2008), “Snow Angels” (2007), “North” (2009), “Diriliş” (“The Revenant”, 2015) gibi ‘kar macerası’ damarını belli bir seviyede, kalıcı veya tutarlı filmlere malzeme eden eserlerin yanına ulaşamıyor. Aksine “Kutup Macerası” (“Eight Below”, 2006) ile kardeş bir yapıt ortaya çıkıyor. Olanca iddialı helikopter çekimine, money shot’a karşın film fena halde tökezleyen göstermelik bir gerçekçiliğin mağduru oluyor.
Hantal animasyon karakterlerini kullanan animasyonlarıyla bilinen Chris Sanders, yönetmenlik koltuğuna geçince burada da insanlara ve köpeklere bu muameleyi yapmış. Her ikisinin de ciddi bir zamana uyum problemi var. Besteci John Powell ise animasyonlardan çıkagelerek Kaminski’nin etkileyici olabilecek görüntülerinin üzerine geçiyor. Yılların usta görüntü yönetmenini ‘belgesel kameramanı’ pozisyonuna itiyor.
'PATRON GİBİ': GÜZELLİK PİYASASINDA GEÇEN CILIZ BİR REKABET KOMEDİSİ
FİLMİN NOTU: 3
|

ABD’de yaşayan Puerto Riko doğumlu bağımsız yönetmen Miguel Arteta’nın 9. uzun metrajı. “Patron Gibi”, “Nedimeler” ile “Ölüm Kadına Yakışır”ı birleştirmek için yola çıkıp formül bir #MeToo filminin ötesi olamıyor. Hayek ve Byrne dahi kurtaramıyor.
BİR MIGUEL ARTETA FİLMİ OLABİLİYOR MU?
250.000 dolar bütçeli Sundance yarışma filmi “Chuck & Buck” (2000) ile başladı her şey. Jennifer Aniston’ın rol aldığı “The Good Girl”le (2002) birlikte ise bir Miguel Arteta geleneğinden söz edilir olmuştu. İyi yazılmış/oynanmış karakterler, ‘dramedi’ damarı ve gerçekçilikle ilerleyen bir bağımsız ruh... Tematik açıdan ise dostluk ve sevgi merkezdeydi.
Ama sanki 2009’da çizgi romansı “Youth in Revolt” ile birlikte kariyer kapanmış gibi oldu. O zamandan sonra aynı standart pek gelmedi. 2017’de Sundance’de açılan “Beatriz at Dinner”da (2017) teatral bir tek mekan filmi vardı. Ama 2018 tarihli Tribeca girişli eli yüzü düzgün LGBTİ+ ilişki filmi “Duck Butter”, köklere dönüşü duyurdu.
2010’larda “Çılgın Bir Hafta Sonu” (“Cedar Rapids”, 2011), “Aleksander ve Felaket, Korkunç, Berbat, Çok Kötü Bir Gün” (“Alexander and the Terrible, Horrible, No Good, Very Bad Day”, 2014) derken “Patron Gibi” (“Like a Boss”, 2020) de stüdyo memuriyeti kanadına dahil oluyor. Bunların içinde en zayıf film denebilir. Açıkçası burada Tiffany Haddish ve Billy Porter’a bel bağlamak bütün ekibin düzenini bozmuş.
BILLY PORTER VE TIFFANY HADISH’İ CİDDİYE ALMANIN MAĞDURU
“The Stanford Prison Experiment”ın (2015) görüntü yönetmeni, başarılı bir müzisyen ve gayet iyi yapım tasarımcısı bir yana gerçek anlamda ortada karakterlerin arasında bir uyum yok. Rose Byrne farklı bir telden, Salma Hayek farklı bir telden, Lisa Kudrow farklı bir telden çalıyor. Belki de “Nedimeler” (“Bridesmaids”, 2011) ile furyaya dönüşen ‘en iğrenç olan şeyleri göstermek feminist yapar bizi’ hatasına düşülmüş.
Bu durum da Arteta’nın oyuncu yönetimi odaklı memuriyetini ileri götürmüyor. Porter ve Haddish gibi komedyen olduğu tartışmalı isimlerin, Afro-Amerikan kontenjanını ciddi bir yaraya dönüştürdüğü görülüyor. Bunun ötesinde de fazlasıyla anlamsız koşuşturmacalar ve diyaloglar izliyoruz. Bunlara yol açan Salma Hayek ile diğerleri arasındaki kuşak çatışmasını devreye sokan Güzellik Şirketi bir anlam teşkil ediyor.
“NEDİMELER” İLE “ÖLÜM KADINA YAKIŞIR”I BİRLEŞTİRİYOR
Ama sanki ciddi anlamda vasıfsız oyuncular, beşinci tercihler seçilmiş. Hayek-Bryne arasındaki rekabet ya da kuşak çatışması tutabilecekken, yan öğeler kalitesiz olunca tutmamış. Bu sayede de aslında ne “Heartbreakers” (2001) ne de “Ateşli ve Tatlı” (“The Sweetest Thing”, 2002) gibi başarılı feminist komedi filmleri devreye giriyor. Her ikisinin de nokta atışı oyuncu tercihleri (Sigourney Weaver, Jennifer Love Hewitt, Cameron Diaz, Christina Applegate) yok burada.
Aksine birbirinin peşine boş yere takılıp baş ağrıtan tipler görüyoruz. Komedi anlayışında ciddi bir ritim problemi var. Film aslında “Nedimeler” ile “Ölüm Kadına Yakışır”ı (“Death Becomes Her”, 1992) birleştirmek için yola çıkıyor. Fakat her ikisinin de tutarlılığına ulaşamıyor. Özellikle de ikincisindeki deneyimli oyuncuları mumla aratıyor. Hayek ve Byrne "Patron Gibi"nin boyutsuz enerjisini kurtarmak için yeterli olmuyor.
BİR MIGUEL ARTETA FİLMİ OLABİLİYOR MU?
250.000 dolar bütçeli Sundance yarışma filmi “Chuck & Buck” (2000) ile başladı her şey. Jennifer Aniston’ın rol aldığı “The Good Girl”le (2002) birlikte ise bir Miguel Arteta geleneğinden söz edilir olmuştu. İyi yazılmış/oynanmış karakterler, ‘dramedi’ damarı ve gerçekçilikle ilerleyen bir bağımsız ruh... Tematik açıdan ise dostluk ve sevgi merkezdeydi.
Ama sanki 2009’da çizgi romansı “Youth in Revolt” ile birlikte kariyer kapanmış gibi oldu. O zamandan sonra aynı standart pek gelmedi. 2017’de Sundance’de açılan “Beatriz at Dinner”da (2017) teatral bir tek mekan filmi vardı. Ama 2018 tarihli Tribeca girişli eli yüzü düzgün LGBTİ+ ilişki filmi “Duck Butter”, köklere dönüşü duyurdu.
2010’larda “Çılgın Bir Hafta Sonu” (“Cedar Rapids”, 2011), “Aleksander ve Felaket, Korkunç, Berbat, Çok Kötü Bir Gün” (“Alexander and the Terrible, Horrible, No Good, Very Bad Day”, 2014) derken “Patron Gibi” (“Like a Boss”, 2020) de stüdyo memuriyeti kanadına dahil oluyor. Bunların içinde en zayıf film denebilir. Açıkçası burada Tiffany Haddish ve Billy Porter’a bel bağlamak bütün ekibin düzenini bozmuş.
BILLY PORTER VE TIFFANY HADISH’İ CİDDİYE ALMANIN MAĞDURU
“The Stanford Prison Experiment”ın (2015) görüntü yönetmeni, başarılı bir müzisyen ve gayet iyi yapım tasarımcısı bir yana gerçek anlamda ortada karakterlerin arasında bir uyum yok. Rose Byrne farklı bir telden, Salma Hayek farklı bir telden, Lisa Kudrow farklı bir telden çalıyor. Belki de “Nedimeler” (“Bridesmaids”, 2011) ile furyaya dönüşen ‘en iğrenç olan şeyleri göstermek feminist yapar bizi’ hatasına düşülmüş.
Bu durum da Arteta’nın oyuncu yönetimi odaklı memuriyetini ileri götürmüyor. Porter ve Haddish gibi komedyen olduğu tartışmalı isimlerin, Afro-Amerikan kontenjanını ciddi bir yaraya dönüştürdüğü görülüyor. Bunun ötesinde de fazlasıyla anlamsız koşuşturmacalar ve diyaloglar izliyoruz. Bunlara yol açan Salma Hayek ile diğerleri arasındaki kuşak çatışmasını devreye sokan Güzellik Şirketi bir anlam teşkil ediyor.
“NEDİMELER” İLE “ÖLÜM KADINA YAKIŞIR”I BİRLEŞTİRİYOR
Ama sanki ciddi anlamda vasıfsız oyuncular, beşinci tercihler seçilmiş. Hayek-Bryne arasındaki rekabet ya da kuşak çatışması tutabilecekken, yan öğeler kalitesiz olunca tutmamış. Bu sayede de aslında ne “Heartbreakers” (2001) ne de “Ateşli ve Tatlı” (“The Sweetest Thing”, 2002) gibi başarılı feminist komedi filmleri devreye giriyor. Her ikisinin de nokta atışı oyuncu tercihleri (Sigourney Weaver, Jennifer Love Hewitt, Cameron Diaz, Christina Applegate) yok burada.
Aksine birbirinin peşine boş yere takılıp baş ağrıtan tipler görüyoruz. Komedi anlayışında ciddi bir ritim problemi var. Film aslında “Nedimeler” ile “Ölüm Kadına Yakışır”ı (“Death Becomes Her”, 1992) birleştirmek için yola çıkıyor. Fakat her ikisinin de tutarlılığına ulaşamıyor. Özellikle de ikincisindeki deneyimli oyuncuları mumla aratıyor. Hayek ve Byrne "Patron Gibi"nin boyutsuz enerjisini kurtarmak için yeterli olmuyor.
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
AĞIR ROMANTİK: 2.4
AJANLAR İŞ BAŞINDA (SPIES IN DISGUISE): 6.5
ALEV ALMIŞ BİR GENÇ KIZIN PORTRESİ (PORTRAIT OF A LADY ON FIRE): 5.5
AMAN REİS DUYMASIN: 2.7
ANNELERİMİZ (NUESTRAS MADRES): 5.9
ASTRAL BOYUT (ASTRAL): 3.4
AŞK TESADÜFLERİ SEVER 2: 4.6
BABA PARASI: 4.3
BACURAU: 5
BAD BOYS 3 (BAD BOYS FOR LIFE): 5.4
BAL ÜLKESİ (HONEYLAND): 3.5
BEDENİMİ KAYBETTİM (J’AI PERDU MON CORPS): 5.7
BIÇAKLAR ÇEKİLDİ (KNIVES OUT): 4
BİZ BÖYLEYİZ: 5.6
CATS: 5.5
DERİN SULAR (UNDERWATER): 5.5
DOKTOR UYKU (DOCTOR SLEEP): 6.7
DOLITTLE: 4.8
ELTİLERİN SAVAŞI: 5
ELVEDA (THE FAREWELL): 2.6
GAMONYA ÜLKESİ: 4.8
GÜZELLİĞİN PORTRESİ: 4.5
HAİN (IL TRADITORE): 5.2
IP MAN 4: 3.7
JUDY: 3.8
KARA NOEL (BLACK CHRISTMAS): 4
KARANLIK SULAR (DARK WATERS): 4.2
KARLAR ÜLKESİ 2 (FROZEN 2): 5.3
KİKİ LANET-İ CİN: 3.5
KİRPİ SONIC (SONIC THE HEDGEHOG): 3.4
KUZULAR FİRARDA: UZAY PARKI (SHAUN THE SHEEP: FARMAGEDDON): 6.2
KÜÇÜK KADINLAR (LİTTLE WOMEN): 6.5
MASALLARDAN GERİYE KALAN: 2.8
MATTHIAS & MAXIME: 3.6
MUCİZE 2: AŞK: 5.8
PARAZİT (PARASITE): 6.7
PERİ AĞZI OLMAYAN KIZ: 5.5
RAFADAN TAYFA 2: 1.9
RESMİ SIRLAR (OFFICIAL SECRETS): 3.5
SAKLI GERÇEKLER (LA VERITE): 5
SEFİLLER (LES MISERABLES): 4
SIFIR BİR: 3.9
SKANDAL (BOMBSHELL): 4.5
ŞAHANE HAYALLER: 2.1
ŞEKER ÇOCUK (HONEY BOY): 5
ŞUURSUZ AŞK: 3.5
STAR WARS: SKYWALKER’IN YÜKSELİŞİ: 3.5
TAVŞAN JOJO (JOJO RABBIT): 4.3
THE GENTLEMEN: 6.2
TÜRKLER GELİYOR: 2.6
YENİ BAŞTAN (LA BELLE EPOQUE): 5.1
YIRTICI KUŞLAR (BIRDS OF PREY): 6.7
AĞIR ROMANTİK: 2.4
AJANLAR İŞ BAŞINDA (SPIES IN DISGUISE): 6.5
ALEV ALMIŞ BİR GENÇ KIZIN PORTRESİ (PORTRAIT OF A LADY ON FIRE): 5.5
AMAN REİS DUYMASIN: 2.7
ANNELERİMİZ (NUESTRAS MADRES): 5.9
ASTRAL BOYUT (ASTRAL): 3.4
AŞK TESADÜFLERİ SEVER 2: 4.6
BABA PARASI: 4.3
BACURAU: 5
BAD BOYS 3 (BAD BOYS FOR LIFE): 5.4
BAL ÜLKESİ (HONEYLAND): 3.5
BEDENİMİ KAYBETTİM (J’AI PERDU MON CORPS): 5.7
BIÇAKLAR ÇEKİLDİ (KNIVES OUT): 4
BİZ BÖYLEYİZ: 5.6
CATS: 5.5
DERİN SULAR (UNDERWATER): 5.5
DOKTOR UYKU (DOCTOR SLEEP): 6.7
DOLITTLE: 4.8
ELTİLERİN SAVAŞI: 5
ELVEDA (THE FAREWELL): 2.6
GAMONYA ÜLKESİ: 4.8
GÜZELLİĞİN PORTRESİ: 4.5
HAİN (IL TRADITORE): 5.2
IP MAN 4: 3.7
JUDY: 3.8
KARA NOEL (BLACK CHRISTMAS): 4
KARANLIK SULAR (DARK WATERS): 4.2
KARLAR ÜLKESİ 2 (FROZEN 2): 5.3
KİKİ LANET-İ CİN: 3.5
KİRPİ SONIC (SONIC THE HEDGEHOG): 3.4
KUZULAR FİRARDA: UZAY PARKI (SHAUN THE SHEEP: FARMAGEDDON): 6.2
KÜÇÜK KADINLAR (LİTTLE WOMEN): 6.5
MASALLARDAN GERİYE KALAN: 2.8
MATTHIAS & MAXIME: 3.6
MUCİZE 2: AŞK: 5.8
PARAZİT (PARASITE): 6.7
PERİ AĞZI OLMAYAN KIZ: 5.5
RAFADAN TAYFA 2: 1.9
RESMİ SIRLAR (OFFICIAL SECRETS): 3.5
SAKLI GERÇEKLER (LA VERITE): 5
SEFİLLER (LES MISERABLES): 4
SIFIR BİR: 3.9
SKANDAL (BOMBSHELL): 4.5
ŞAHANE HAYALLER: 2.1
ŞEKER ÇOCUK (HONEY BOY): 5
ŞUURSUZ AŞK: 3.5
STAR WARS: SKYWALKER’IN YÜKSELİŞİ: 3.5
TAVŞAN JOJO (JOJO RABBIT): 4.3
THE GENTLEMEN: 6.2
TÜRKLER GELİYOR: 2.6
YENİ BAŞTAN (LA BELLE EPOQUE): 5.1
YIRTICI KUŞLAR (BIRDS OF PREY): 6.7