ANİMASYON MUSUN, KURMACA MI?
23/12/2011 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 3.8 |

Emperyalist, boş yere kılıç sallayan, star simsarı blockbusterların bir yenisi. Dördüncü ‘Görevimiz Tehlike’ filmi “Mission Impossible: Ghost Protocol”, teknolojik yenilikleri; iPad, USB, yeni model BMW, demir yığını ve ses gürültüsünden öte algılayamayan bir casusluk aksiyonu sunmuş. Buna ulaşırken serinin ekip stratejilerini de görkemli aksiyon sahnelerini de ana karakter odaklı aşk çatısını da ajanlardan gelen mizahi dokusunu da tutturamamış. Brian De Palma ile John Woo’nun imzasını taşıyan ilk iki filmin özenini aratırken ne yazık ki alanında günümüz ruhuna uygun bir esere de dönüşememiş. Bunun en önemli sebebi “İnanılmaz Aile” ile çıkış yapan animasyon yönetmeni Brad Bird’ün bilmediği ‘kurmaca’nın içinde ne yapacağını çözememesi elbette.
1960’ların Nükleer Savaş arka planlı dizisi ‘Görevimiz Tehlike’ (‘Mission: Impossible’) kuşkusuz olay örgüsüyle, aksiyonuyla, karakterleriyle ve en çok da ekip stratejileriyle dikkat çekmişti. Ama sanki onun yükselen trendi 1996’daki ilk filmde tükendi. Dizinin kahramanı Jim Phelps’in ölmesi ise Ethan Hunt’ın yolu açıyordu. Daha genç ve daha dinamik bir çerçeve bizleri beklerken, bu omurga arkasına Tom Cruise’un egosunu ve çekiciliğini alıyordu.
Üçüncü filmin düştüğü yerden almış
Aslında 15 yıl önce Brian De Palma’nın eseri içimizdeki tehdit meselesinin üzerine giden tabanıyla ve plan-program düşüncesinden yükselen gizli görev metotlarıyla ilgi çekmişti. 2000 tarihli John Woo imzalı “Mission: Impossible II” ise bu durumu daha stilize, mitolojik ve dövüş sahnelerini öne çıkaran bir yapıya kavuşturdu. Ancak 2006’da izlediğimiz üçüncü filmin J.J. Abrams imzasıyla duygusal ajan ve sıradan aksiyon tabanıyla bir rahatsız edicilik aşılaması, serinin kökenindeki etiketi yitirme tehlikesini harekete geçiriyordu işin doğrusu.
Ancak en azından oradaki olay örgüsü, merak edilirlik ve Amerikalı kötü meselesi birazcık durumu toparlıyordu. “Mission Impossible: Ghost Protocol” (2011) ise teknolojinin yeni olanaklarıyla harmanlanmış gibi duruyor durmasına. Fakat filmin oradan aldığı yolda çok da bilinçli adımlar attığı söylenemez. Tamamının Stieg Larsson’ın ‘Ejderha Dövmeli Kız’ ile başlayan Milenyum Üçlemesi’nin sinema versiyonunun oyuncularından Michael Nyqvist’in ‘Rusa benzeyen Soğuk Savaş kötüsü tiplemesi’nin kartonluğundan öteye gidemediği ortada.
Teknolojik yenilikler görgüsüzlükten öte bir katkı yapmamış
Bu durum da ‘Kremlin’in bombalanması’ üzerinden ilerleyen Soğuk Savaş nostaljisini son derece eski model bir ırkçılıkla canlandırıyor ne yazık ki. Buna dur deyip sazı eline alacak bir yönetmen bulunamaması bir tarafa, Ving Rhames kaynaklı ekibin üçüncü filmden sonra bir kez daha yeni IMF ajanlarıyla sarılması, eğlence kıstasını da devre dışı bırakmış. Yani hikayenin etkisizliğini unutunca dahi serinin özünden bildiğimiz aksiyon ve eğlence gerçekleriyle yüzleşemiyoruz.
Bu da USB, iPad gibi yeni model teknoloji ürünlerini görgüsüzlük ve ‘ürün yerleştirme’ düzeyinde bırakırken, “İnanılmaz Aile” (“The Incredibles”, 2004) sonrası bir ‘Fantastik Dörtlü’ veya ‘Görevimiz Tehlike’ filmi çekmesine şaşırmayacağımız yönetmen Brad Bird’ün tavırsızlığını ortaya koyuyor. Zira Hollywood’un Zack Snyder (Bkz. “Baykuş Krallığı Efsanesi”) ve Steven Spielberg’i (Bkz. “Tintin’in Maceraları”) animasyona yerleştirmesinden alamadığı verimi burada da tersi için hüsrana dönüştürdüğü söylenebilir.
Brad Bird’ün animasyon gözü serinin ruhunu zedelemiş
Bu durum koreografisiz aksiyon sahnelerinin ‘plan’ noktasında da tıkanıp adeta bütün özelliklerini yitirdiğini anlatıyor bizlere. Beki biraz Kremlin Sarayı’nın içindeki sekans ile sonda arabalar arasındaki koşuşturmaca temponun tavan yaptığı anları sunuyor. Ancak Bird bir şekilde film karesini animasyon karesi olarak görüp araya ‘kaba komedi’ ya da ‘sakarlık’ sıkıştırma sevdasına düşmüş. Böyle olunca da açılış jeneriğinin kristalize ya da animasyonalize halinden başlayan süreçte gerçek bir casusluk aksiyonu izlediğimizi dahi unutuyoruz.
Zira daha çok Cruise’un eldivenini düşürme, Jeremy Renner’in plana ayak uyduramama sakarlıklarının yanında, Simon Pegg’in İngiliz mizahından ziyade Rowan Atkinson kıvamında ‘sessiz’ tavırlarıyla kullanılmak istenmesi, birkaç gülücüğün ötesini getirememiş. Hatta sadece aksiyon ve ekip planı üzerinden kendini izlettiren serinin, gerçek anlamda ‘geri kalmış’ bir doku sahibi olmasına da yardım etmiş. Bu durumları; Bird’ün aksiyon sahneleri için koreografi çalışması yapmadan sadede gelmesi ve planlı stratejilerden öte eldeki metni bir an önce parayla bütünleme görüşü dolduruyor aslında.
Demir yığınından ve amaçsız ses gürültüsünden öteye gidememiş
Tüm bunların sonucunda ne John Woo, ne De Palma filmlerinin kıvamında bir bütün izliyoruz. Aksine demir yığını ve ses gürültüsünün içinde kaybolup bir şekilde Cruise’un koşuşturmacasına odaklanıyoruz. Blockbuster bütününün içinde bizi oyalayacak Rade Serbedzija gibi karizmatik bir kötü adam veya Thandie Newton gibi gizemli bir sevgili aradığımızda ise hiçbir şey bulamamanın sıkıntısını iki saatin üzerindeki süreye yayıyoruz ister istemez. Bunların ikincisi, üçüncü filmle başlayan ‘o artık evli barklı bir adam’ özel hayatından kaynaklanıyor elbette.
Ancak bu durum “Mission Impossible: Ghost Protocol”ın, casusluk, aksiyon, aşk ve komedi tonunun gerekliliklerini yerine getirmesini engellemiş. Film, ‘büyük perde’ görkemini de birkaç helikopter çekimi, ürün yerleştirmesine tabi tutulan malzemeler, patlama sahneleri ve zenginlik ihtişamı ile aşılamasını talep etmiş seyirciden. Gerçek bir aksiyondan söz edersek belki Renny Harlin, Jan De Bont gibilerinin 90’lardaki filmleri can çekişebilir. Fakat ne yazık ki onların seviyesinde bir iş buradaki. Genel anlamda bakınca ise ilk iki filmin farklı ruhunun yanında J. J. Abrams ve Brad Bird kaynaklı son iki halkanın ‘seri üretim’ olarak görülmesi olası. Kuşkusuz bundan sonra ‘Mission Impossible’ filmleri devam ederse bu görüş sürecektir. Bu dördüncü ‘Görevimiz Tehlike’ filminden de çıkarılabilecek en önemli ders bu kanımca.
1960’ların Nükleer Savaş arka planlı dizisi ‘Görevimiz Tehlike’ (‘Mission: Impossible’) kuşkusuz olay örgüsüyle, aksiyonuyla, karakterleriyle ve en çok da ekip stratejileriyle dikkat çekmişti. Ama sanki onun yükselen trendi 1996’daki ilk filmde tükendi. Dizinin kahramanı Jim Phelps’in ölmesi ise Ethan Hunt’ın yolu açıyordu. Daha genç ve daha dinamik bir çerçeve bizleri beklerken, bu omurga arkasına Tom Cruise’un egosunu ve çekiciliğini alıyordu.
Üçüncü filmin düştüğü yerden almış
Aslında 15 yıl önce Brian De Palma’nın eseri içimizdeki tehdit meselesinin üzerine giden tabanıyla ve plan-program düşüncesinden yükselen gizli görev metotlarıyla ilgi çekmişti. 2000 tarihli John Woo imzalı “Mission: Impossible II” ise bu durumu daha stilize, mitolojik ve dövüş sahnelerini öne çıkaran bir yapıya kavuşturdu. Ancak 2006’da izlediğimiz üçüncü filmin J.J. Abrams imzasıyla duygusal ajan ve sıradan aksiyon tabanıyla bir rahatsız edicilik aşılaması, serinin kökenindeki etiketi yitirme tehlikesini harekete geçiriyordu işin doğrusu.
Ancak en azından oradaki olay örgüsü, merak edilirlik ve Amerikalı kötü meselesi birazcık durumu toparlıyordu. “Mission Impossible: Ghost Protocol” (2011) ise teknolojinin yeni olanaklarıyla harmanlanmış gibi duruyor durmasına. Fakat filmin oradan aldığı yolda çok da bilinçli adımlar attığı söylenemez. Tamamının Stieg Larsson’ın ‘Ejderha Dövmeli Kız’ ile başlayan Milenyum Üçlemesi’nin sinema versiyonunun oyuncularından Michael Nyqvist’in ‘Rusa benzeyen Soğuk Savaş kötüsü tiplemesi’nin kartonluğundan öteye gidemediği ortada.
Teknolojik yenilikler görgüsüzlükten öte bir katkı yapmamış
Bu durum da ‘Kremlin’in bombalanması’ üzerinden ilerleyen Soğuk Savaş nostaljisini son derece eski model bir ırkçılıkla canlandırıyor ne yazık ki. Buna dur deyip sazı eline alacak bir yönetmen bulunamaması bir tarafa, Ving Rhames kaynaklı ekibin üçüncü filmden sonra bir kez daha yeni IMF ajanlarıyla sarılması, eğlence kıstasını da devre dışı bırakmış. Yani hikayenin etkisizliğini unutunca dahi serinin özünden bildiğimiz aksiyon ve eğlence gerçekleriyle yüzleşemiyoruz.
Bu da USB, iPad gibi yeni model teknoloji ürünlerini görgüsüzlük ve ‘ürün yerleştirme’ düzeyinde bırakırken, “İnanılmaz Aile” (“The Incredibles”, 2004) sonrası bir ‘Fantastik Dörtlü’ veya ‘Görevimiz Tehlike’ filmi çekmesine şaşırmayacağımız yönetmen Brad Bird’ün tavırsızlığını ortaya koyuyor. Zira Hollywood’un Zack Snyder (Bkz. “Baykuş Krallığı Efsanesi”) ve Steven Spielberg’i (Bkz. “Tintin’in Maceraları”) animasyona yerleştirmesinden alamadığı verimi burada da tersi için hüsrana dönüştürdüğü söylenebilir.
Brad Bird’ün animasyon gözü serinin ruhunu zedelemiş
Bu durum koreografisiz aksiyon sahnelerinin ‘plan’ noktasında da tıkanıp adeta bütün özelliklerini yitirdiğini anlatıyor bizlere. Beki biraz Kremlin Sarayı’nın içindeki sekans ile sonda arabalar arasındaki koşuşturmaca temponun tavan yaptığı anları sunuyor. Ancak Bird bir şekilde film karesini animasyon karesi olarak görüp araya ‘kaba komedi’ ya da ‘sakarlık’ sıkıştırma sevdasına düşmüş. Böyle olunca da açılış jeneriğinin kristalize ya da animasyonalize halinden başlayan süreçte gerçek bir casusluk aksiyonu izlediğimizi dahi unutuyoruz.
Zira daha çok Cruise’un eldivenini düşürme, Jeremy Renner’in plana ayak uyduramama sakarlıklarının yanında, Simon Pegg’in İngiliz mizahından ziyade Rowan Atkinson kıvamında ‘sessiz’ tavırlarıyla kullanılmak istenmesi, birkaç gülücüğün ötesini getirememiş. Hatta sadece aksiyon ve ekip planı üzerinden kendini izlettiren serinin, gerçek anlamda ‘geri kalmış’ bir doku sahibi olmasına da yardım etmiş. Bu durumları; Bird’ün aksiyon sahneleri için koreografi çalışması yapmadan sadede gelmesi ve planlı stratejilerden öte eldeki metni bir an önce parayla bütünleme görüşü dolduruyor aslında.
Demir yığınından ve amaçsız ses gürültüsünden öteye gidememiş
Tüm bunların sonucunda ne John Woo, ne De Palma filmlerinin kıvamında bir bütün izliyoruz. Aksine demir yığını ve ses gürültüsünün içinde kaybolup bir şekilde Cruise’un koşuşturmacasına odaklanıyoruz. Blockbuster bütününün içinde bizi oyalayacak Rade Serbedzija gibi karizmatik bir kötü adam veya Thandie Newton gibi gizemli bir sevgili aradığımızda ise hiçbir şey bulamamanın sıkıntısını iki saatin üzerindeki süreye yayıyoruz ister istemez. Bunların ikincisi, üçüncü filmle başlayan ‘o artık evli barklı bir adam’ özel hayatından kaynaklanıyor elbette.
Ancak bu durum “Mission Impossible: Ghost Protocol”ın, casusluk, aksiyon, aşk ve komedi tonunun gerekliliklerini yerine getirmesini engellemiş. Film, ‘büyük perde’ görkemini de birkaç helikopter çekimi, ürün yerleştirmesine tabi tutulan malzemeler, patlama sahneleri ve zenginlik ihtişamı ile aşılamasını talep etmiş seyirciden. Gerçek bir aksiyondan söz edersek belki Renny Harlin, Jan De Bont gibilerinin 90’lardaki filmleri can çekişebilir. Fakat ne yazık ki onların seviyesinde bir iş buradaki. Genel anlamda bakınca ise ilk iki filmin farklı ruhunun yanında J. J. Abrams ve Brad Bird kaynaklı son iki halkanın ‘seri üretim’ olarak görülmesi olası. Kuşkusuz bundan sonra ‘Mission Impossible’ filmleri devam ederse bu görüş sürecektir. Bu dördüncü ‘Görevimiz Tehlike’ filminden de çıkarılabilecek en önemli ders bu kanımca.