RETRO RUHLU OKÜLT KORKU FİLMİ
04/03/2013 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 8.5
|

70’li 80’li yılların korku filmlerine atıfta bulunma amacıyla 16 mm ile çekilen “Şeytanın Evi”, Ti West’in ‘retro’ aşkının en doğru ve usturuplu temsilcisi. “Rosemary’nin Bebeği” ile “The Changeling” arasındaki hikaye yapısını da büyük oranda Polanski’nin tekinsizliği ve Carpenter’ın işitsel yaklaşımıyla doldurmayı beceriyor. Böylece “Şeytanın Evi”, Amerikan toplumunun derinliklerinde yatan satanist tarikatların, tapınmayı şiddet uygulamaya kadar götürmelerini postmodern bir okült korku filmiyle taçlandırıyor. Seyircisine de gerilimli, ince rötuşlarla örülmüş ve klişelere sapmayan, sinefil zekalı bir yolculuk armağan edip 2000’lerin en iyi korku filmlerinden birine dönüşüyor. Bizde vizyon ve festival görmeyen “Şeytanın Evi”nin DVD’si
çıktı.
Korkuda ‘şeytan’ kavramına yaklaşımın özellikle 60’lardan itibaren değiştiği söylenebilir. Öncesinde devasa bir canavarın içine girerek –onu da yaparsa- geri dönen bu varlık, özellikle “Rosemary’nin Bebeği” (“Rosemary’s Baby”, 1968), “Şeytan” (“The Exorcist”, 1973) ve “Kehanet” (“The Omen”, 1976) ile kelimenin tam anlamıyla farklı bir boyuta transfer oldu. Satanizm ve tarikat incelemesine tabi tutulmaya başlandı. Ancak bunlardan birincisinin hedef şablonu daha ziyade ‘okült korku filmi’ adıyla anılıp ‘tarikatlı korku filmi’ tanımıyla Türkçeleştirilebilecek bir alan…
Okült korku filmlerinde yeni bir hareketlenme başlattı
Genelde ‘şeytan’ kavramından ya da putperestlikten (paganizm) ortaya çıkan bu şablon, “Ecelle Yarış”tan (“Race with the Devil”, 1975) “The Wicker Man”e (1973) uzanan bir ‘inanışlar’ pastasına da sahip olmuştu. Ancak ‘Children of the Corn’un seriye dönüşmesini de dahil edince genelde bu alt türe mensup adamakıllı bir ürünle yüzleştiğimiz çok görülmedi. Bu durum da daha ziyade ‘tekinsiz atmosfer’, ‘okült tahta’, ‘ayinler’ ve ‘Tanrının veya şeytanın istediklerini yapan tedirgin edici karakterler’in motif olarak korku filmlerinin alışkanlıklarında yer almasını sağladı.
2009 tarihli “Şeytanın Evi” (“The House of the Devil”) ise büyük oranda bu geleneği günümüze uydurup sürprizini doğru ayarlayan kalıplarla yeniden tanımlıyor. “Black Death” (2010) ve “Ölüm Listesi” (“Kill List”, 2011) gibi modern uygulamaların esin kaynağı olduğunu da unutmayalım. Tabi “Paranoya”nın (“Martha Marcy May Marlene”, 2011) tersine bir drama-gerilim örgüsünü tercih ederek ulaştığı açılımlarla veya “Son Ayin”in (“The Last Exorcism”, 2010) ‘buluntu film’ ambalajıyla, bu konuda aldığı sonuçlar da ayrı bir yazı konusu...
Grenli bir postmodern korku kıyafeti giyiyor
Ancak Ti West belli ki Polanski’nin yönetmenlik geleneğini devreye sokarken, modern mimariden atmosfer çıkaran bir esere imza atıyor. Fakat 70’li 80’li yılların ucuza üretilip sonuç alan (Bkz. “Soldaki Son Ev”, “Teksas Katliamı”, “Maniac”), ‘camp’ (bilinçli bayağılık estetiği) eğilimli korku filmlerindeki grenli 16 mm alışkanlığını da kullanıyor. Böylece onun görsel tanımlarıyla hareket edip günümüzün çok hareketli kamera kullanımından ya da dinamik kurgu geleneğinden uzağında duruyor. Zoom in, zoom out ve pan dışında sabit kamera hareketleri kullanmayıp yapma korkutma numaralarını devre dışı bırakıyor.
Bu sayede 80’lerdeymiş izlenimi bırakan müzik skalası ve jenerik yazıları da bir anlam kazanıyor. “Şeytanın Evi”, mat renkler kullanıyormuş gibi duran 16 mm ile doğal piksellenmeye yol açan renk paletiyle önemsenesi bir ‘postmodern korku ürünü’ olarak görülebilir. Ancak onların üzerine bir Polanski rötuşunun eklenmesi ve satanist tarikatlarla ilgili bir şeyler söylenmesi önemli.
Carpenter’vari müzik kullanımı sessizlikle sarılıyor
Böylece Derin Amerika’da dolaşan, politik metinlere de sahip Wes Craven tanımlı bir korku filmi geleneği de ortaya dökülüyor. Hatta filmin Peter Medak’ın “Dehşet”inin (“The Changeling”, 1980) tavan arası ve ev kullanımını, Polanski’nin “Rosemary’nin Bebeği”nin türsel yaklaşımıyla birleştirip Carpenter’ı akla getiren müzik geleneğiyle doldurduğu söylenebilir. Bu konuda da Jeff Grace’in besteleri merkezi bir konuma yerleşiyor.
Bu sayede klişelere sapmadan çok az diyalogla işini görüp hasarsız yoluna devam eden yönetmenin, doğal ses dışında herhangi bir ‘hikaye dışı ses’e başvurmadan yönünü bulduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bu durumun döneme ayak uyduran walkman’den yükselen sesi anlamlı kılarken karakterleri “Rosemary’nin Bebeği”nin yamacına yanaştırdığı açığa çıkıyor. Özellikle aralarda çarpık açı ve çok yakın plan kullanımının sırıtmaması bir tarafa son sekanstaki yükselişte ‘kararma açılma’ efektinin tansiyon ayarındaki ustalık dikkat çekiyor.
West, retro ruhlu korku denemelerinde gerçekten bir atmosfer yaratarak sınıfı geçerken önceki eserlerinin daha ‘kült’ mertebesine ulaşması ya da “Ruhlar Oteli”nin (“The Innkeepers”, 2011) 35 mm ile çekilmiş klasik perili ev filmlerine yaklaşmasının arasından çok doğru bir yol buluyor. Video nasty kavramını da akla getiren grenli 16 mm dokusu ve serbest kan-şiddet oranı ise sosyopolitik eleştiriyi ve yetkin atmosferi canlandırıyor. “Şeytanın Evi”, kendi minimalize edilmiş duran kopyala-yapıştır geleneğinin içinde dramatik rötuşlar ile görsel etkiyi bir arada kalkındırmayı beceriyor. Böylece tonlamayı çok iyi çözerek iz bırakmakta herhangi bir sıkıntı çekmezken, 80’lerde yaşayan karakterlerini bir yönetmen vizyonuyla doldurmakta da başarılı oluyor.
çıktı.
Korkuda ‘şeytan’ kavramına yaklaşımın özellikle 60’lardan itibaren değiştiği söylenebilir. Öncesinde devasa bir canavarın içine girerek –onu da yaparsa- geri dönen bu varlık, özellikle “Rosemary’nin Bebeği” (“Rosemary’s Baby”, 1968), “Şeytan” (“The Exorcist”, 1973) ve “Kehanet” (“The Omen”, 1976) ile kelimenin tam anlamıyla farklı bir boyuta transfer oldu. Satanizm ve tarikat incelemesine tabi tutulmaya başlandı. Ancak bunlardan birincisinin hedef şablonu daha ziyade ‘okült korku filmi’ adıyla anılıp ‘tarikatlı korku filmi’ tanımıyla Türkçeleştirilebilecek bir alan…
Okült korku filmlerinde yeni bir hareketlenme başlattı
Genelde ‘şeytan’ kavramından ya da putperestlikten (paganizm) ortaya çıkan bu şablon, “Ecelle Yarış”tan (“Race with the Devil”, 1975) “The Wicker Man”e (1973) uzanan bir ‘inanışlar’ pastasına da sahip olmuştu. Ancak ‘Children of the Corn’un seriye dönüşmesini de dahil edince genelde bu alt türe mensup adamakıllı bir ürünle yüzleştiğimiz çok görülmedi. Bu durum da daha ziyade ‘tekinsiz atmosfer’, ‘okült tahta’, ‘ayinler’ ve ‘Tanrının veya şeytanın istediklerini yapan tedirgin edici karakterler’in motif olarak korku filmlerinin alışkanlıklarında yer almasını sağladı.
2009 tarihli “Şeytanın Evi” (“The House of the Devil”) ise büyük oranda bu geleneği günümüze uydurup sürprizini doğru ayarlayan kalıplarla yeniden tanımlıyor. “Black Death” (2010) ve “Ölüm Listesi” (“Kill List”, 2011) gibi modern uygulamaların esin kaynağı olduğunu da unutmayalım. Tabi “Paranoya”nın (“Martha Marcy May Marlene”, 2011) tersine bir drama-gerilim örgüsünü tercih ederek ulaştığı açılımlarla veya “Son Ayin”in (“The Last Exorcism”, 2010) ‘buluntu film’ ambalajıyla, bu konuda aldığı sonuçlar da ayrı bir yazı konusu...
Grenli bir postmodern korku kıyafeti giyiyor
Ancak Ti West belli ki Polanski’nin yönetmenlik geleneğini devreye sokarken, modern mimariden atmosfer çıkaran bir esere imza atıyor. Fakat 70’li 80’li yılların ucuza üretilip sonuç alan (Bkz. “Soldaki Son Ev”, “Teksas Katliamı”, “Maniac”), ‘camp’ (bilinçli bayağılık estetiği) eğilimli korku filmlerindeki grenli 16 mm alışkanlığını da kullanıyor. Böylece onun görsel tanımlarıyla hareket edip günümüzün çok hareketli kamera kullanımından ya da dinamik kurgu geleneğinden uzağında duruyor. Zoom in, zoom out ve pan dışında sabit kamera hareketleri kullanmayıp yapma korkutma numaralarını devre dışı bırakıyor.
Bu sayede 80’lerdeymiş izlenimi bırakan müzik skalası ve jenerik yazıları da bir anlam kazanıyor. “Şeytanın Evi”, mat renkler kullanıyormuş gibi duran 16 mm ile doğal piksellenmeye yol açan renk paletiyle önemsenesi bir ‘postmodern korku ürünü’ olarak görülebilir. Ancak onların üzerine bir Polanski rötuşunun eklenmesi ve satanist tarikatlarla ilgili bir şeyler söylenmesi önemli.
Carpenter’vari müzik kullanımı sessizlikle sarılıyor
Böylece Derin Amerika’da dolaşan, politik metinlere de sahip Wes Craven tanımlı bir korku filmi geleneği de ortaya dökülüyor. Hatta filmin Peter Medak’ın “Dehşet”inin (“The Changeling”, 1980) tavan arası ve ev kullanımını, Polanski’nin “Rosemary’nin Bebeği”nin türsel yaklaşımıyla birleştirip Carpenter’ı akla getiren müzik geleneğiyle doldurduğu söylenebilir. Bu konuda da Jeff Grace’in besteleri merkezi bir konuma yerleşiyor.
Bu sayede klişelere sapmadan çok az diyalogla işini görüp hasarsız yoluna devam eden yönetmenin, doğal ses dışında herhangi bir ‘hikaye dışı ses’e başvurmadan yönünü bulduğunu gözlemleyebiliyoruz. Bu durumun döneme ayak uyduran walkman’den yükselen sesi anlamlı kılarken karakterleri “Rosemary’nin Bebeği”nin yamacına yanaştırdığı açığa çıkıyor. Özellikle aralarda çarpık açı ve çok yakın plan kullanımının sırıtmaması bir tarafa son sekanstaki yükselişte ‘kararma açılma’ efektinin tansiyon ayarındaki ustalık dikkat çekiyor.
West, retro ruhlu korku denemelerinde gerçekten bir atmosfer yaratarak sınıfı geçerken önceki eserlerinin daha ‘kült’ mertebesine ulaşması ya da “Ruhlar Oteli”nin (“The Innkeepers”, 2011) 35 mm ile çekilmiş klasik perili ev filmlerine yaklaşmasının arasından çok doğru bir yol buluyor. Video nasty kavramını da akla getiren grenli 16 mm dokusu ve serbest kan-şiddet oranı ise sosyopolitik eleştiriyi ve yetkin atmosferi canlandırıyor. “Şeytanın Evi”, kendi minimalize edilmiş duran kopyala-yapıştır geleneğinin içinde dramatik rötuşlar ile görsel etkiyi bir arada kalkındırmayı beceriyor. Böylece tonlamayı çok iyi çözerek iz bırakmakta herhangi bir sıkıntı çekmezken, 80’lerde yaşayan karakterlerini bir yönetmen vizyonuyla doldurmakta da başarılı oluyor.