PELİKÜLDEN ÖCÜ ÇIKACAK MI?
29/03/2015 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 7.7 |

Korkuya taze bir kan getiren “Lanet”, “Ruhlar Bölgesi” ve
“Şeytanın Evi”nin ‘katil/öteki’ ve ‘atmosfer’ tavizsizliğini, “Şok” ve
“Nabız”ın eğilimleriyle bağ kurarak yeniden şekillendiriyor. Bunun
yanında tekinsiz kötü adam portresinin çekiciliği, banliyöde akıllara
durgun veren sırlara dair açtığı metinler, lens/kamera kullanımını John
Carpenter’la eşleştiren görsellik ve dördüncü duvarın yıkılışına
getirilen özgün ambalajla öne çıkıyor. Putperestlik bazlı yetkin ve
modern okült korku filmi “Lanet”, “Mısır Çocukları” ve “The Wicker Man”
gibi akrabalık kurduğu kültleşmiş yapıtların pabucunu büyük oranda dama
atıyor.
Amerikan korkusunda ‘belli isimler’i ve ‘melez eğilimler’i bir kenara bırakınca 2000-2010 arası dönemin ilk beş yıllık diliminde gotik korku, ikinci beş yıllık diliminde ise ‘buluntu film’ furyalarını görebiliyoruz. Bu durum aslında ‘Çığlık’ (‘Scream’) serisinin yarattıklarını biraz geriye iterken, yönetmenlerin yaratıcılığını da kısıtlıyordu. “Ruhlar Bölgesi”nde (“Insidious”, 2010) ise James Wan ‘ruh filmi’ni alışılageldik hayalet filmi ve gotik korku geleneklerinin önüne çıkarıp ona “Elm Sokağında Kabus” (“Nightmare on Elm Street”, 1984) etkili bir metafiziksel ceket giydirmeyi hedefliyordu. Bunun üzerine de tekinsizlikten beslenen ‘sinsi bir katil’ yerleştirip ‘fark yaratma’ adına adeta her şeyi yapıyordu.
8MM'YE KAYDEDİLMİŞ CİNAYETLER GERİLİMİN ATARDAMARINA DÖNÜŞÜYOR
Scott Derrickson’ın imzasını taşıyan “Lanet” (“Sinister”, 2012) de aslında bu yeni milenyumdaki furyaların bütün klişelerini yıkıp kendisine bambaşka bir yol açmak için adımlarını atıyor. Perili ev, korkunç çocuk, cadı gibi motifleri kullanırken ayağını korkak alıştırmadan gizemi yer yer öne çıkarıyor. Sinemaskop formatında John Carpenter’ın steadicam veya vinç ile aldığı korkutucu uzun kaydırmalarını hatırlatan dengeli bir yönetmenlik geleneği benimsiyor. Wan’ın William Castle-Sidney J. Furie arasındaki sabit kamera hakimiyeti, böylece bununla yer değiştiriyor.
Zaten “Ruhlar Bölgesi”nde mat renklerle sarılan atmosfer duygusu bu filmde çok fazla yok. Oradaki tekinsizlik ise bir anlamda 8 mm’ye kaydedilmiş cinayetlerin zanlısı Bughuul’un izinde karşımıza çıkıyor. Böylece ‘buluntu film’ meselesine ‘film içinde film’ bakışı yerleştirilip beklentiler iyiden iyiye ters köşe yapılıyor. Maskeli, cadı görünümlü sinsi ve uğursuz ‘kötü adam tiplemesi’ ise bir anlamda sözü geçen eserin besin kaynağına dönüşüyor. ‘Freddy’vari, astral dünyaya açılan ‘metafiziksel’ bir hareketlenmeyi devreye sokuyor.
DÖRDÜNCÜ DUVARIN YIKILIŞINA KORKU TABANINDAN YÜKSELİŞ ARIYOR
Yönetmen ise bunu yaparken aslında girişi modern dünyadaki ‘perili ev’e ‘genel plan’dan odaklanıp gerilimi düşük tempo yoluyla hissettirerek gerçekleştiriyor. Bu zaman-mekan ilişkisi, Derrickson’ın zekasıyla açığa çıkıyor. Filmi bir ağaç dalında ‘asılı dört cesetin hızlı çekimle geriye sarılması’ ile açan yönetmenin, grenli görüntüleri 1.85:1’in izinde canlandırıp format değişimini yaptığı görülebiliyor. ‘Ev videoları’nı “8 MM” (1998) örneğinde gördüğümüz gibi devreye sokan eser, böylece bir ‘snuff film’ arayışına kadar gidiyor.
Ancak eldeki görüntülerin getirdiği retro aktiflik, ‘cinayet-seri katil araştırmacısı’ karakterin “Cinayeti Gördüm” (“Blowup”, 1966) yanılsamasıyla yaşadıklarını öne çıkarıyor. Sıçramalı kurgunun eskimiş 8 mm görüntülerin arasına ister istemez girip ‘gerçeklik’i sorgulatması ise adım adım günümüzdeki akışa transfer oluyor. Hawke’un hayal-gerçek arasında kalarak ya da ‘dördüncü duvarın yıkılışı’yla üstlendikleri ise bu noktada bir sinemasal malzemeye dönüşüyor. İki akışlı ve üsluplu dramatik yapı böylece bir anlama sahip oluyor.
"ŞEYTANIN EVİ" SONRASI ARTAN GÜNÜMÜZE UYGUN ALT TÜR ÜRÜNLERİNDEN
Derrickson, büyük oranda sıçramalı kurgu ile bu 8 mm filmlerin eskimişliğini sinemaskopa transfer ediyor. Işığı fazlaca yalıtırken doğal renklerin üzerine siyah-beyazdaki ‘düşük kontrast-yüksek kontrast’ ayrımı niyetine canlanan gölgelerin arasında beliren karakterleri yerleştiriyor. Böylece matlıktan öte bir hakikilik etrafımızı sarıyor. Buluntu film furyası ise sanki “Cannibal Holocaust”ta (1980) kullanılan 16 mm halini 8 mm’ye transfer ediyor gibi. Günümüzdeki dijital kamerayı geçişi özellikle reddetmesi bu açıdan önemli.
Seyirci ne ana karakterin hayallerinde alışılageldik bir gotik atmosfer ne de eldeki malzemenin derinliklerinde bir ‘bulunmuş kayıt’ gerçekçiliği tadabiliyor. Aksine “Ruhlar Bölgesi”nin metafiziksel ruh filmi geleneğini metafiziksel okült korku filmine transfer eden bir eserle oyalanıyor. Böylece “Lanet”, büyük oranda TV dalgalarının seri katil yaratarak dördüncü duvarı yıktığı “Şok”un (“Shocker”, 1989) internet-pelikül odaklı versiyonu olarak canlanırken 80’ler ruhlu “Şeytanın Evi” (“House of the Devil”, 2009) sonrası artıp, dini tarikatlar ve satanist grupların hazin gerçekliği konusunda sosyal sorumluluk üstlenen alt tür ürünlerinin de bir yenisine dönüşüyor.
"MISIR ÇOCUKLARI"NIN PABUCUNU DAMA ATIYOR
Ancak elbette onun şeytan inanışı burada putperestlikle canlanıyor. Buguul’un özellikle paganizmi tercih etmesine karşın beş çocuğu toplayıp işi ‘kara tahta’ya kadar götürmemesi ise sanki günümüzde artık ‘pespaye’ duran objelerin devre dışı bırakmasını sağlıyor. “Pek Yakında”da (“Program Na Winyan Akat”, 2008) alışılmışın dışında, ‘hayalet kavramı’ odağından gördüğümüz dördüncü duvarın yıkılışı motifi canlanırken, seriye dönüşen çocuklu alt tür örneği “Mısır Çocukları”nın (“Children of the Corn”, 1984) pabucu büyük oranda dama atılıyor.
“The Wicker Man”in (1973) hafif plastik rahatsız ediciliğinin ve garipliğinin ise yakınından geçilmiyor. Böylece ‘paganizm’ bazlı okült korku filmi alt-alt türü yüksek başarı yüzdesine sahip bir eserle uğurlanıyor. Büyük oranda banliyönün dehlizlerinde, sırların açığa çıkıp nelere yol açtığına dair dini inanış alışkanlığı ve teolojik eğilimler eleştiriliyor.
Böylece korkunç çocuklar konulu bir ‘silinmiş sahneler’ malzemesi işlevi harekete geçirilirken, perili evde boş yere hayalet ve ruh asla gezmiyor. Ce yaparak korkutma düşüncesi ise anlamlı müzik ezgileri ve nokta atışı ses efektleriyle yer değiştiriyor. ‘Tekinsiz beden’ de yer yer James Wan’ın hınzırlığını William Castle odağından canlanıyor. Cadı korkusunun üzerinden bir ‘yanılsama’yı devreye sokuyor.
İNTERNETLE İLİŞKİ KURARKEN CANLILIĞI VE TEKİNSİZLİĞİYLE ÖNE ÇIKIYOR
8 mm-35 mm ve 1.85:1-2.35:1’in zamanla daha da iç içe geçmesi derken internetin de devreye girmesi ise sanki Kiyoshi Kurosawa’nın “D@bbe”ye” (2006) kaynaklık eden filmi “Nabız”ın (“Cairo”, 2001) döneminden yetkin bir “Mısır Çocukları” teneffüs etmemizi sağlıyor. Derrickson’ın, hedeflerine doğru yoldan ulaşırken virajlarda ‘basit rötuşlar’ı asla dikkate almaması, bu sayede de özgünlüğünü koruyup canlılık, tekinsizlik ve lens tercihleriyle germeyi, korkutmayı becermesi ayrı bir ‘profesyonellik’ getiriyor.
Ormanın, evin ve bilgisayar monitörünün kullanımı da bu noktada ‘çoklu geçiş’ açısından değer arz ediyor. Ethan Hawke’un karakter tanımı adına sallapati halini öne çıkarıp korkunç çocukları ‘acaba gerçekler mi?’ sorusuyla işlevkar kılıyor. Sinemanın ‘ev videoları’ canlandırmasıyla üstlendiği ‘katillik’ ise neredeyse ‘hiçlik’ten farksız ilerliyor.
Amerikan korkusunda ‘belli isimler’i ve ‘melez eğilimler’i bir kenara bırakınca 2000-2010 arası dönemin ilk beş yıllık diliminde gotik korku, ikinci beş yıllık diliminde ise ‘buluntu film’ furyalarını görebiliyoruz. Bu durum aslında ‘Çığlık’ (‘Scream’) serisinin yarattıklarını biraz geriye iterken, yönetmenlerin yaratıcılığını da kısıtlıyordu. “Ruhlar Bölgesi”nde (“Insidious”, 2010) ise James Wan ‘ruh filmi’ni alışılageldik hayalet filmi ve gotik korku geleneklerinin önüne çıkarıp ona “Elm Sokağında Kabus” (“Nightmare on Elm Street”, 1984) etkili bir metafiziksel ceket giydirmeyi hedefliyordu. Bunun üzerine de tekinsizlikten beslenen ‘sinsi bir katil’ yerleştirip ‘fark yaratma’ adına adeta her şeyi yapıyordu.
8MM'YE KAYDEDİLMİŞ CİNAYETLER GERİLİMİN ATARDAMARINA DÖNÜŞÜYOR
Scott Derrickson’ın imzasını taşıyan “Lanet” (“Sinister”, 2012) de aslında bu yeni milenyumdaki furyaların bütün klişelerini yıkıp kendisine bambaşka bir yol açmak için adımlarını atıyor. Perili ev, korkunç çocuk, cadı gibi motifleri kullanırken ayağını korkak alıştırmadan gizemi yer yer öne çıkarıyor. Sinemaskop formatında John Carpenter’ın steadicam veya vinç ile aldığı korkutucu uzun kaydırmalarını hatırlatan dengeli bir yönetmenlik geleneği benimsiyor. Wan’ın William Castle-Sidney J. Furie arasındaki sabit kamera hakimiyeti, böylece bununla yer değiştiriyor.
Zaten “Ruhlar Bölgesi”nde mat renklerle sarılan atmosfer duygusu bu filmde çok fazla yok. Oradaki tekinsizlik ise bir anlamda 8 mm’ye kaydedilmiş cinayetlerin zanlısı Bughuul’un izinde karşımıza çıkıyor. Böylece ‘buluntu film’ meselesine ‘film içinde film’ bakışı yerleştirilip beklentiler iyiden iyiye ters köşe yapılıyor. Maskeli, cadı görünümlü sinsi ve uğursuz ‘kötü adam tiplemesi’ ise bir anlamda sözü geçen eserin besin kaynağına dönüşüyor. ‘Freddy’vari, astral dünyaya açılan ‘metafiziksel’ bir hareketlenmeyi devreye sokuyor.
DÖRDÜNCÜ DUVARIN YIKILIŞINA KORKU TABANINDAN YÜKSELİŞ ARIYOR
Yönetmen ise bunu yaparken aslında girişi modern dünyadaki ‘perili ev’e ‘genel plan’dan odaklanıp gerilimi düşük tempo yoluyla hissettirerek gerçekleştiriyor. Bu zaman-mekan ilişkisi, Derrickson’ın zekasıyla açığa çıkıyor. Filmi bir ağaç dalında ‘asılı dört cesetin hızlı çekimle geriye sarılması’ ile açan yönetmenin, grenli görüntüleri 1.85:1’in izinde canlandırıp format değişimini yaptığı görülebiliyor. ‘Ev videoları’nı “8 MM” (1998) örneğinde gördüğümüz gibi devreye sokan eser, böylece bir ‘snuff film’ arayışına kadar gidiyor.
Ancak eldeki görüntülerin getirdiği retro aktiflik, ‘cinayet-seri katil araştırmacısı’ karakterin “Cinayeti Gördüm” (“Blowup”, 1966) yanılsamasıyla yaşadıklarını öne çıkarıyor. Sıçramalı kurgunun eskimiş 8 mm görüntülerin arasına ister istemez girip ‘gerçeklik’i sorgulatması ise adım adım günümüzdeki akışa transfer oluyor. Hawke’un hayal-gerçek arasında kalarak ya da ‘dördüncü duvarın yıkılışı’yla üstlendikleri ise bu noktada bir sinemasal malzemeye dönüşüyor. İki akışlı ve üsluplu dramatik yapı böylece bir anlama sahip oluyor.
"ŞEYTANIN EVİ" SONRASI ARTAN GÜNÜMÜZE UYGUN ALT TÜR ÜRÜNLERİNDEN
Derrickson, büyük oranda sıçramalı kurgu ile bu 8 mm filmlerin eskimişliğini sinemaskopa transfer ediyor. Işığı fazlaca yalıtırken doğal renklerin üzerine siyah-beyazdaki ‘düşük kontrast-yüksek kontrast’ ayrımı niyetine canlanan gölgelerin arasında beliren karakterleri yerleştiriyor. Böylece matlıktan öte bir hakikilik etrafımızı sarıyor. Buluntu film furyası ise sanki “Cannibal Holocaust”ta (1980) kullanılan 16 mm halini 8 mm’ye transfer ediyor gibi. Günümüzdeki dijital kamerayı geçişi özellikle reddetmesi bu açıdan önemli.
Seyirci ne ana karakterin hayallerinde alışılageldik bir gotik atmosfer ne de eldeki malzemenin derinliklerinde bir ‘bulunmuş kayıt’ gerçekçiliği tadabiliyor. Aksine “Ruhlar Bölgesi”nin metafiziksel ruh filmi geleneğini metafiziksel okült korku filmine transfer eden bir eserle oyalanıyor. Böylece “Lanet”, büyük oranda TV dalgalarının seri katil yaratarak dördüncü duvarı yıktığı “Şok”un (“Shocker”, 1989) internet-pelikül odaklı versiyonu olarak canlanırken 80’ler ruhlu “Şeytanın Evi” (“House of the Devil”, 2009) sonrası artıp, dini tarikatlar ve satanist grupların hazin gerçekliği konusunda sosyal sorumluluk üstlenen alt tür ürünlerinin de bir yenisine dönüşüyor.
"MISIR ÇOCUKLARI"NIN PABUCUNU DAMA ATIYOR
Ancak elbette onun şeytan inanışı burada putperestlikle canlanıyor. Buguul’un özellikle paganizmi tercih etmesine karşın beş çocuğu toplayıp işi ‘kara tahta’ya kadar götürmemesi ise sanki günümüzde artık ‘pespaye’ duran objelerin devre dışı bırakmasını sağlıyor. “Pek Yakında”da (“Program Na Winyan Akat”, 2008) alışılmışın dışında, ‘hayalet kavramı’ odağından gördüğümüz dördüncü duvarın yıkılışı motifi canlanırken, seriye dönüşen çocuklu alt tür örneği “Mısır Çocukları”nın (“Children of the Corn”, 1984) pabucu büyük oranda dama atılıyor.
“The Wicker Man”in (1973) hafif plastik rahatsız ediciliğinin ve garipliğinin ise yakınından geçilmiyor. Böylece ‘paganizm’ bazlı okült korku filmi alt-alt türü yüksek başarı yüzdesine sahip bir eserle uğurlanıyor. Büyük oranda banliyönün dehlizlerinde, sırların açığa çıkıp nelere yol açtığına dair dini inanış alışkanlığı ve teolojik eğilimler eleştiriliyor.
Böylece korkunç çocuklar konulu bir ‘silinmiş sahneler’ malzemesi işlevi harekete geçirilirken, perili evde boş yere hayalet ve ruh asla gezmiyor. Ce yaparak korkutma düşüncesi ise anlamlı müzik ezgileri ve nokta atışı ses efektleriyle yer değiştiriyor. ‘Tekinsiz beden’ de yer yer James Wan’ın hınzırlığını William Castle odağından canlanıyor. Cadı korkusunun üzerinden bir ‘yanılsama’yı devreye sokuyor.
İNTERNETLE İLİŞKİ KURARKEN CANLILIĞI VE TEKİNSİZLİĞİYLE ÖNE ÇIKIYOR
8 mm-35 mm ve 1.85:1-2.35:1’in zamanla daha da iç içe geçmesi derken internetin de devreye girmesi ise sanki Kiyoshi Kurosawa’nın “D@bbe”ye” (2006) kaynaklık eden filmi “Nabız”ın (“Cairo”, 2001) döneminden yetkin bir “Mısır Çocukları” teneffüs etmemizi sağlıyor. Derrickson’ın, hedeflerine doğru yoldan ulaşırken virajlarda ‘basit rötuşlar’ı asla dikkate almaması, bu sayede de özgünlüğünü koruyup canlılık, tekinsizlik ve lens tercihleriyle germeyi, korkutmayı becermesi ayrı bir ‘profesyonellik’ getiriyor.
Ormanın, evin ve bilgisayar monitörünün kullanımı da bu noktada ‘çoklu geçiş’ açısından değer arz ediyor. Ethan Hawke’un karakter tanımı adına sallapati halini öne çıkarıp korkunç çocukları ‘acaba gerçekler mi?’ sorusuyla işlevkar kılıyor. Sinemanın ‘ev videoları’ canlandırmasıyla üstlendiği ‘katillik’ ise neredeyse ‘hiçlik’ten farksız ilerliyor.