KİRLİ, ÇÜRÜK VE ADİ
04/05/2008- Sinema.com
|
FİLMİN NOTU: 6
|

Ağdalı Shakespeare uyarlamalarıyla zorlayıcı deneyimler sunan Kenneth Branagh, bu sefer Joseph L. Mankiewicz’in 35 yıl önce sinemaya uyarladığı tiyatro oyunu “Sleuth”un yeniden çevirimiyle karşımızda... Filmin, yönetmenlik anlamında başarı sağlaması Branagh’ın kalitesini ortaya koyuyor kuşkusuz...
Sinemada ‘gösteri sanatları’ eğiliminin has temsilcilerinden olan Kenneth Branagh, her zaman entelektüel ve yoğun filmleriyle dikkat çekmiştir. Özellikle William Shakespeare’in eserlerini perdeye aktarırken sergilediği ustalık, onun ‘klasik sinema’nın önemli isimleri arasına yerleşmesini sağlamıştır. Genelde “The Magic Flute”, “Hamlet”, “Frankenstein” gibi bilindik eserleri; korku, müzikal ya da drama türleri üzerinden zorlayıcı sinema deneyimlerine çeviren yönetmen, bu sefer parmağını Anthony Schaffer’ın oyununa atıyor.
Fakat bu eseri, yine arkasını sinema tarihine dayasa da görkemli bir çalışma değil. Zira 3 saatlik “Hamlet” uyarlaması veya 2 saati aşkın “The Magic Flute” müzikali, 2 perdeli sinema filmlerinin verildiği 40’lı yılların mantığını andırıyordu. Ancak “Ölümcül Oyun”, temelini ‘tiyatro estetiği’nin üzerine kursa da, aslında onlar kadar zorlayıcı ve izleyiciyi kaçırabilecek bir deneyim sayılmaz. Kendi halinde 85 dakikalık bir tiyatro uyarlaması olarak öne çıkıyor daha çok. Görsel olarak ince bir işçilik ürünü olması da, 2 kişi arasında geçiyor oluşunun dezavantajına takılmasını engelliyor. Sırtını ise Amerikan sinemasından çok Fransız sinemasına dayadığı söylenebilir...
René Clair’in 30’lardaki yönetmenlik stiline bir saygı duruşu...
Kenneth Branagh, daha önce Joseph L. Mankiewicz gibi klasik sinemanın temsilcilerinden birinin uyarladığı metni kullanıyor. Bunu sinemalaştırmak için ise, tiyatro estetiği üzerine ciddi ciddi kafa yorduğunu gözlemleyebiliyoruz. Zira filmin neredeyse tamamı, tek mekanda ve 2 kişi arasında geçiyor. Bu sebeple de görüntü yönetmenini, sanat yönetmenini, set tasarımcısını ve kostüm tasarımcısını, başrole yerleştirmeyi tercih ediyor yönetmen. Onları adeta filmin üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı oyuncusu olarak kullanıyor.
Böylece 2 kişi arasında yükselen tansiyondan sıkılma şansı bırakmıyor bizlere. Zira 3 boyutlu çerçevelerden ve arka plan derinliğinin yoğunluğundan buna vakit bulamıyoruz. Tabii bu kullanım, 30’lu yılların Fransız şiirsel gerçekçilerinin anlayışını çokça andırıyor. Özellikle de René Clair’in ‘sıradan öyküler’i sinemalaştırdığı filmlerinde, tiyatro estetiğinin ve arka plandan anlam yaratma eğiliminin üzerine gittiğini çokça görebiliriz sinema tarihine baktığımızda...
Görüntü yönetmeni başrolde!
Evet, görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos ve set tasarımcısı Celia Obak, filmin başrollerine yerleşiyor. Zira bu psikolojik-gerilim ile kara film arasında gidip gelen eserde, 2 karakterin psikolojik durumundan hikayenin gidişatına kadar pek çok öğeyi kendi ellerinde tutuyorlar. Branagh öncelikle, ikili arasındaki değşken tansiyonu, renkli filtrelerin ve aksesuarların yardımıyla çok iyi ayarlıyor. Özellikle asansörün ‘sınıf atlama’, aynanın ‘ikiyüzlülük’, şöminenin ‘yozlaşma’ gibi kavramları metaforlaştırdığı görsel yapının, dramatik yapıya birinci elden destek verdiğini söyleyebiliriz.
Tabii mavi, kırmızı, yeşil, siyah ve beyaz renklerin; cinayet, oyun, dolandırıcılık ve kötülük gibi kavramlar arasında değişkenlik göstermesi de filmin görsel tonunu belirliyor. Jude Law ile Michael Caine arasındaki tansiyonun, ‘konformist burjuvazi oyunları’ kavramı ışığında ilerlemesinde de bütün yan öğelerin payı büyük. Bir bakıma didaktizmden kurtularak, meselelerini ‘sosyetik oyun’ üzerinden zekice peliküle aktarıyor Branagh.
Filmin, Branagh’ın yönetmenliğinde zaman zaman zirve yapan bir tiyatro uyarlaması olduğu söylenebilir. Bunun da en önemli gerçekçesi, René Clair’in siyah-beyaz dönemde yaptığını renkli döneme uyarlıyor oluşu... Ama sonlara doğru irtifa kaybettiğini de söylemek lazım. Zira bir tiyatro oyunu, 2 veya 3 perde kaldırabilir. Ancak sinema eseri, bunu kaldıramıyor maalesef...
Sinemada ‘gösteri sanatları’ eğiliminin has temsilcilerinden olan Kenneth Branagh, her zaman entelektüel ve yoğun filmleriyle dikkat çekmiştir. Özellikle William Shakespeare’in eserlerini perdeye aktarırken sergilediği ustalık, onun ‘klasik sinema’nın önemli isimleri arasına yerleşmesini sağlamıştır. Genelde “The Magic Flute”, “Hamlet”, “Frankenstein” gibi bilindik eserleri; korku, müzikal ya da drama türleri üzerinden zorlayıcı sinema deneyimlerine çeviren yönetmen, bu sefer parmağını Anthony Schaffer’ın oyununa atıyor.
Fakat bu eseri, yine arkasını sinema tarihine dayasa da görkemli bir çalışma değil. Zira 3 saatlik “Hamlet” uyarlaması veya 2 saati aşkın “The Magic Flute” müzikali, 2 perdeli sinema filmlerinin verildiği 40’lı yılların mantığını andırıyordu. Ancak “Ölümcül Oyun”, temelini ‘tiyatro estetiği’nin üzerine kursa da, aslında onlar kadar zorlayıcı ve izleyiciyi kaçırabilecek bir deneyim sayılmaz. Kendi halinde 85 dakikalık bir tiyatro uyarlaması olarak öne çıkıyor daha çok. Görsel olarak ince bir işçilik ürünü olması da, 2 kişi arasında geçiyor oluşunun dezavantajına takılmasını engelliyor. Sırtını ise Amerikan sinemasından çok Fransız sinemasına dayadığı söylenebilir...
René Clair’in 30’lardaki yönetmenlik stiline bir saygı duruşu...
Kenneth Branagh, daha önce Joseph L. Mankiewicz gibi klasik sinemanın temsilcilerinden birinin uyarladığı metni kullanıyor. Bunu sinemalaştırmak için ise, tiyatro estetiği üzerine ciddi ciddi kafa yorduğunu gözlemleyebiliyoruz. Zira filmin neredeyse tamamı, tek mekanda ve 2 kişi arasında geçiyor. Bu sebeple de görüntü yönetmenini, sanat yönetmenini, set tasarımcısını ve kostüm tasarımcısını, başrole yerleştirmeyi tercih ediyor yönetmen. Onları adeta filmin üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı oyuncusu olarak kullanıyor.
Böylece 2 kişi arasında yükselen tansiyondan sıkılma şansı bırakmıyor bizlere. Zira 3 boyutlu çerçevelerden ve arka plan derinliğinin yoğunluğundan buna vakit bulamıyoruz. Tabii bu kullanım, 30’lu yılların Fransız şiirsel gerçekçilerinin anlayışını çokça andırıyor. Özellikle de René Clair’in ‘sıradan öyküler’i sinemalaştırdığı filmlerinde, tiyatro estetiğinin ve arka plandan anlam yaratma eğiliminin üzerine gittiğini çokça görebiliriz sinema tarihine baktığımızda...
Görüntü yönetmeni başrolde!
Evet, görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos ve set tasarımcısı Celia Obak, filmin başrollerine yerleşiyor. Zira bu psikolojik-gerilim ile kara film arasında gidip gelen eserde, 2 karakterin psikolojik durumundan hikayenin gidişatına kadar pek çok öğeyi kendi ellerinde tutuyorlar. Branagh öncelikle, ikili arasındaki değşken tansiyonu, renkli filtrelerin ve aksesuarların yardımıyla çok iyi ayarlıyor. Özellikle asansörün ‘sınıf atlama’, aynanın ‘ikiyüzlülük’, şöminenin ‘yozlaşma’ gibi kavramları metaforlaştırdığı görsel yapının, dramatik yapıya birinci elden destek verdiğini söyleyebiliriz.
Tabii mavi, kırmızı, yeşil, siyah ve beyaz renklerin; cinayet, oyun, dolandırıcılık ve kötülük gibi kavramlar arasında değişkenlik göstermesi de filmin görsel tonunu belirliyor. Jude Law ile Michael Caine arasındaki tansiyonun, ‘konformist burjuvazi oyunları’ kavramı ışığında ilerlemesinde de bütün yan öğelerin payı büyük. Bir bakıma didaktizmden kurtularak, meselelerini ‘sosyetik oyun’ üzerinden zekice peliküle aktarıyor Branagh.
Filmin, Branagh’ın yönetmenliğinde zaman zaman zirve yapan bir tiyatro uyarlaması olduğu söylenebilir. Bunun da en önemli gerçekçesi, René Clair’in siyah-beyaz dönemde yaptığını renkli döneme uyarlıyor oluşu... Ama sonlara doğru irtifa kaybettiğini de söylemek lazım. Zira bir tiyatro oyunu, 2 veya 3 perde kaldırabilir. Ancak sinema eseri, bunu kaldıramıyor maalesef...