'AMERİKAN SOYGUNU': DÜŞLER ÜLKESİNİN HAYVANLAŞTIRDIKLARI
FİLMİN NOTU: 5.4
|
2004’te yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkan bir yapıt... “Amerikan Soygunu” (“American Animals”), sahte belgesel “The Imposter” ile ünlenen Bart Layton’ın ‘docudrama’ damarlı soygun filmi denemesi.
90’LARIN SOYGUN FİLMLERİNE SAYGI DURUŞU
2012’de Teksaslı bir ailenin oğluymuş gibi yapan Frederic Bourdin’in huzursuz edici hikayesi “Hayat Avcısı” (“The Imposter”) dikkat çekiciydi. Sahte belgesel, karakterin Arap asıllı olması sebebiyle politik açıdan tartışılacak olsa da bir şekilde akılda kalmıştı. Bart Layton, İngiltere doğumlu, ama Derin Amerika’da olup biten gerçeklerle ilgileniyor. Onları da aslında ‘belgesel gerçekçiliği’ni dönüştüren melez bir yapıya transfer ediyor.
“Amerikan Soygunu” (“American Animals”, 2018), 2004’te ABD’de öğrencilerin yaşattığı bir sanat eseri soygununu merkezine alıyor. Ancak filmde izlenen Kubrick’in “Son Darbe”si (“The Killing”, 1956) bir yana esasen 90’ların X kuşağı ile özdeşleşmiş soygun filmlerine göndermelerle yürüyor. Bazen “Rezervuar Köpekleri” (“Reservoir Dogs”, 1991), bazen “Kırılma Noktası” (“Point Break”, 1991), bazen “Büyük Hesaplaşma” (“Heat”, 1995) gibi takılabiliyor.
SAHİCİLİĞİN DEHLİZLERİNDE OYUNBAZ BİR YAPI
Bolca da o dönemin bu alt türdeki sahicilik duygusuna tutunmaya çalışıyor. 2.35:1’de görüntü yönetimi bu konuda işlevsel bir gerçekçilik, kaydırma tutkusu ve bakış açısı ağırlığını devreye sokuyor. Bunun yanında devamlılık kurgusu da işliyor. Film, büyük oranda gerçek insanların röportajları ile olayın canlandırmalarını iç içe geçirerek ilerliyor. Hiçbir şekilde klasik bir kurmaca film gibi hareket etmiyor.
Sadece Bay Pink göndermesiyle değil, ‘Rashomon’ modeline yaklaşımıyla da çokça “Rezervuar Köpekleri”ni çağrıştırıyor. Maskeli soyguncularla ise Bigelow’un “Kırılma Noktası”nı hatırlatıyor. Yani 90’lardan 10 yıl sonra geçse de, sanki onların X kuşağına Y kuşağının gözünden bir oyunbaz bakış katılıyor.
OYUNCULAR NE KADAR İŞLEVSEL?
Ama Keoghan dışında başarılı bir oyuncu olmadan bunu ne kadar yapıyor tartışılır. Bunun yanında soygun filminin; klişeleriyle oynamakta bitirici olabilen parodi “Aptallar Çetesi” (“Masterminds”, 2016) ve hikaye kurgusunu yıkmada neden-sonuç ilişkisi tanımayan dram “Suç Takımı” (“Den of Thieves”, 2018) kadar iddialı bir yere yerleşebiliyor.
Bu durum da ister istemez ‘Amerikan soygunu’ arayışındaki başarısızlığı tasvir ederken deliliğin bile “Hayat Avcısı” ve “Canım Babacığım” (“Capturing the Friedmans”, 2003) kadar etkili olamadığı ortalama bir filme alan açıyor. Gerçek insanları temsil eden oyuncular devreye girdiğinde tökezleyen “Amerikan Soygunu”, iyi çekilmiş ama çok da görmediğimiz bir 90’lar fetişizmi değil sanki.
Bir sahnede soygun filmlerine atıfta bulunma da “Rififi”den (1955) “Kibar Soyguncu”ya (“The Thomas Crown Affair”, 1968) uzanan referanslarla bu türdeki 'sinefil' yaklaşımı anlamlı hale getiriyor. Ama David Lowery imzalı kardeşlik ilişkisi kurduğu “İhtiyar Adam ve Silah” (“The Old Man and the Gun”, 2018) kadar işlevsel bir saygı duruşu da değil izlediğimiz sanki. Kurmaca ile belgesel arasında gidip gelirken, hikaye kurgusunu bozmanın matematiksel açıdan planlı olması da zaman geçtikçe ‘inandırıcı’ durmaktan uzak hale geliyor ve kendini tekrar ediyor.
90’LARIN SOYGUN FİLMLERİNE SAYGI DURUŞU
2012’de Teksaslı bir ailenin oğluymuş gibi yapan Frederic Bourdin’in huzursuz edici hikayesi “Hayat Avcısı” (“The Imposter”) dikkat çekiciydi. Sahte belgesel, karakterin Arap asıllı olması sebebiyle politik açıdan tartışılacak olsa da bir şekilde akılda kalmıştı. Bart Layton, İngiltere doğumlu, ama Derin Amerika’da olup biten gerçeklerle ilgileniyor. Onları da aslında ‘belgesel gerçekçiliği’ni dönüştüren melez bir yapıya transfer ediyor.
“Amerikan Soygunu” (“American Animals”, 2018), 2004’te ABD’de öğrencilerin yaşattığı bir sanat eseri soygununu merkezine alıyor. Ancak filmde izlenen Kubrick’in “Son Darbe”si (“The Killing”, 1956) bir yana esasen 90’ların X kuşağı ile özdeşleşmiş soygun filmlerine göndermelerle yürüyor. Bazen “Rezervuar Köpekleri” (“Reservoir Dogs”, 1991), bazen “Kırılma Noktası” (“Point Break”, 1991), bazen “Büyük Hesaplaşma” (“Heat”, 1995) gibi takılabiliyor.
SAHİCİLİĞİN DEHLİZLERİNDE OYUNBAZ BİR YAPI
Bolca da o dönemin bu alt türdeki sahicilik duygusuna tutunmaya çalışıyor. 2.35:1’de görüntü yönetimi bu konuda işlevsel bir gerçekçilik, kaydırma tutkusu ve bakış açısı ağırlığını devreye sokuyor. Bunun yanında devamlılık kurgusu da işliyor. Film, büyük oranda gerçek insanların röportajları ile olayın canlandırmalarını iç içe geçirerek ilerliyor. Hiçbir şekilde klasik bir kurmaca film gibi hareket etmiyor.
Sadece Bay Pink göndermesiyle değil, ‘Rashomon’ modeline yaklaşımıyla da çokça “Rezervuar Köpekleri”ni çağrıştırıyor. Maskeli soyguncularla ise Bigelow’un “Kırılma Noktası”nı hatırlatıyor. Yani 90’lardan 10 yıl sonra geçse de, sanki onların X kuşağına Y kuşağının gözünden bir oyunbaz bakış katılıyor.
OYUNCULAR NE KADAR İŞLEVSEL?
Ama Keoghan dışında başarılı bir oyuncu olmadan bunu ne kadar yapıyor tartışılır. Bunun yanında soygun filminin; klişeleriyle oynamakta bitirici olabilen parodi “Aptallar Çetesi” (“Masterminds”, 2016) ve hikaye kurgusunu yıkmada neden-sonuç ilişkisi tanımayan dram “Suç Takımı” (“Den of Thieves”, 2018) kadar iddialı bir yere yerleşebiliyor.
Bu durum da ister istemez ‘Amerikan soygunu’ arayışındaki başarısızlığı tasvir ederken deliliğin bile “Hayat Avcısı” ve “Canım Babacığım” (“Capturing the Friedmans”, 2003) kadar etkili olamadığı ortalama bir filme alan açıyor. Gerçek insanları temsil eden oyuncular devreye girdiğinde tökezleyen “Amerikan Soygunu”, iyi çekilmiş ama çok da görmediğimiz bir 90’lar fetişizmi değil sanki.
Bir sahnede soygun filmlerine atıfta bulunma da “Rififi”den (1955) “Kibar Soyguncu”ya (“The Thomas Crown Affair”, 1968) uzanan referanslarla bu türdeki 'sinefil' yaklaşımı anlamlı hale getiriyor. Ama David Lowery imzalı kardeşlik ilişkisi kurduğu “İhtiyar Adam ve Silah” (“The Old Man and the Gun”, 2018) kadar işlevsel bir saygı duruşu da değil izlediğimiz sanki. Kurmaca ile belgesel arasında gidip gelirken, hikaye kurgusunu bozmanın matematiksel açıdan planlı olması da zaman geçtikçe ‘inandırıcı’ durmaktan uzak hale geliyor ve kendini tekrar ediyor.
'ÖLÜMCÜL SULAR': STÜDYOLARDA ÇEKİLDİĞİNİ BELLİ EDEN STÜDYO FİLMİ
FİLMİN NOTU: 3.5
|
Yeni Fransız Aşırılığı’nın dikkat çekici yönetmeni Alejandre Aja, stüdyolardaki serüvenine devam ediyor. “Ölümcül Sular”da (“Crawl”), B-tipi bir katil timsah filmine imza atıyor.
HEPSİ SPIELBERG’ÜN SUÇU!
Belki de “Kara Gölün Canavarı” (“Creature from Black Lagoon”, 1954) ile sinemaya musallat olmuş olabilir. Ama esasen Spielberg’ün “Jaws: Denizin Dişleri” (“Jaws”, 1975) deniz korkusunu ve denizde yaşayan nam-ı diğer canavarları yedinci sanatın malzemesi yaptı. ‘Katil deniz hayvanı filmi’ bu sayede bir alt-alt türe dönüşerek 1970’lerde tür sinemasındaki A-sınıfı atılıma ayak uydurdu. 1978’de “Piranha” Joe Dante’nin varlığıyla eleştirel ve politik bakışını anlamlı hale getirerek bu alanın klasikleri arasına girmeyi hak etti.
Arada Tobe Hooper “Krokodil” (“Eaten Alive”, 1976) adlı bir katil timsah filmi çekerek aslında bu alt türde boş olmadığını göstermişti. 80’lerde ise seriye dönüşen “Alligator” (1980) Lewis Teague’in renk filtresinden beslenme ve atmosfer yaratma becerisiyle ‘kanalizasyonda büyüyen hayvan’ın vukuatlarını inceliyordu.
BİR ‘TİMSAH: NEHRİN DİŞİ’ OLAMIYOR
2000’lerde ‘denizde yaşayan katil canavar/katil deniz hayvanı filmi’ alanında çok da iç açıcı filmler üretilmedi. Köpek balığı konulu olanlar iş yaptı, kimi zaman eğlendirdi (bkz. “Shark Night”, “The Shallows”). 2007’de “Timsah: Nehrin Dişleri”nde (“Rogue”, 2007) Avustralya’nın egzotik atmosferinden beslenen ‘korku-komedi’ fikri işlemişti. Greg McLean yapmak istediğinde becerikliydi, hınzır yaklaşım ‘yeni milenyumda demode motif böyle kullanılmalı’ dedirtmişti.
2019’da ise Aja, Sam Raimi’nin yapımcılığında bir stüdyo filminde alıyor soluğu. Florida’da kasırga felaketine karşı çıkamayan bir atmosferde tarihin en demode ötekisini kapalı mekan koşuşturmacasının ortasına yerleştiriliyor. ‘Kaya Scodelario bağırıyor, Bary Pepper kurtarıyor’ gibi bir hal var.
‘KROKODİL’ İLE ‘TWISTER’I BİRLEŞTİRME FİKRİ TUTUYOR MU?
Aslında ‘kasırga filmi’ damarlı ‘katil timsah filmi’, en azından “Krokodil”le “Twister”ı (1996) birleştirme fikrini görmemizi sağlıyor. Ama onun üzerine giderken Hollywood estetiği açısından bir beceri barındırıp, kurgucusunu da iyi kullansa da Aja alt-alt türe yeni bir şey katmıyor. Aksine ilk 30 dakikadaki gerilim zamanla arkasının set olduğunun belli olduğu bir tür filmine kayıyor.
Olabilecek en doğal felaketten yola çıkıp stüdyoda çekildiğini belli eden noktaya ulaşmak da bir başarıdır! “Ölümcül Sular”, bunu becererek kontrolden çıkmanın kelime anlamını aramaya başlıyor zamanla. Aja, “Tepenin Gözleri” (“The Hills Have Eyes”, 2006), “Aynalar” (“Mirrors”, 2008) gibi yeniden çevrimlerden sonra bir stüdyo işinde daha yarı yolda kalmış. “Boynuzlar” (“Horns”, 2013) gibi daha özgün fantastik dünyalara veya “Pirana 3D”de (“Piranha 3D”, 2010) gibi korkutuculuğu kalmamış deniz ötekilerinden ‘cinsel istismar filmi’ damarlı ‘korku-komedi’ denemelerine kaymalı.
UCUZ BİR SEYİRLİĞE KAYIP TÖKEZLİYOR
Burada ‘timsah gerilimi’nin ilk 20-30 dakikadaki becerinin ardından film bir yere varmıyor. Yönetmen, eskimiş ötekinin ne gizem duygusunu, ne de kült olma eğilimini eşeleme arzusunda bulunuyor. “Ölümcül Sular”, korkunun aynı alt türünde yer aldığı yeniden çevrim “Pirana 3D”nin hınzırlığını ödünç almayınca niye B-tipi olmadığını bilmeyen ucuz bir işçiliğe dönüşüyor.
Gerçekçi bir kasırga felaketinin yol açtığı seli ele alırken, arka plandaki dijital renklerin kontrolü ele geçirdiği camp bir bilimkurgu atmosferine kaymak nasıl bir mantıktır? Bunun cevabı kesinlikle verilemiyor. “Koğuş”un (“The Ward”, 2010) senarist ikilisi Rasmussen Kardeşler de yola çıkılan ‘melez hikaye’ haricinde iz bırakmaktan uzak. Hooper, Teague, McLean gibi korku sineması tarihinin değerli sinemacılarının tek denemede bile böylesi demode bir alt-alt türde hatırlanabildiği ortamda Aja fena halde tökezlemiş. Genç yetenek Scodelario ise farklı bir türde kendini sınama şansı bulmuş.
HEPSİ SPIELBERG’ÜN SUÇU!
Belki de “Kara Gölün Canavarı” (“Creature from Black Lagoon”, 1954) ile sinemaya musallat olmuş olabilir. Ama esasen Spielberg’ün “Jaws: Denizin Dişleri” (“Jaws”, 1975) deniz korkusunu ve denizde yaşayan nam-ı diğer canavarları yedinci sanatın malzemesi yaptı. ‘Katil deniz hayvanı filmi’ bu sayede bir alt-alt türe dönüşerek 1970’lerde tür sinemasındaki A-sınıfı atılıma ayak uydurdu. 1978’de “Piranha” Joe Dante’nin varlığıyla eleştirel ve politik bakışını anlamlı hale getirerek bu alanın klasikleri arasına girmeyi hak etti.
Arada Tobe Hooper “Krokodil” (“Eaten Alive”, 1976) adlı bir katil timsah filmi çekerek aslında bu alt türde boş olmadığını göstermişti. 80’lerde ise seriye dönüşen “Alligator” (1980) Lewis Teague’in renk filtresinden beslenme ve atmosfer yaratma becerisiyle ‘kanalizasyonda büyüyen hayvan’ın vukuatlarını inceliyordu.
BİR ‘TİMSAH: NEHRİN DİŞİ’ OLAMIYOR
2000’lerde ‘denizde yaşayan katil canavar/katil deniz hayvanı filmi’ alanında çok da iç açıcı filmler üretilmedi. Köpek balığı konulu olanlar iş yaptı, kimi zaman eğlendirdi (bkz. “Shark Night”, “The Shallows”). 2007’de “Timsah: Nehrin Dişleri”nde (“Rogue”, 2007) Avustralya’nın egzotik atmosferinden beslenen ‘korku-komedi’ fikri işlemişti. Greg McLean yapmak istediğinde becerikliydi, hınzır yaklaşım ‘yeni milenyumda demode motif böyle kullanılmalı’ dedirtmişti.
2019’da ise Aja, Sam Raimi’nin yapımcılığında bir stüdyo filminde alıyor soluğu. Florida’da kasırga felaketine karşı çıkamayan bir atmosferde tarihin en demode ötekisini kapalı mekan koşuşturmacasının ortasına yerleştiriliyor. ‘Kaya Scodelario bağırıyor, Bary Pepper kurtarıyor’ gibi bir hal var.
‘KROKODİL’ İLE ‘TWISTER’I BİRLEŞTİRME FİKRİ TUTUYOR MU?
Aslında ‘kasırga filmi’ damarlı ‘katil timsah filmi’, en azından “Krokodil”le “Twister”ı (1996) birleştirme fikrini görmemizi sağlıyor. Ama onun üzerine giderken Hollywood estetiği açısından bir beceri barındırıp, kurgucusunu da iyi kullansa da Aja alt-alt türe yeni bir şey katmıyor. Aksine ilk 30 dakikadaki gerilim zamanla arkasının set olduğunun belli olduğu bir tür filmine kayıyor.
Olabilecek en doğal felaketten yola çıkıp stüdyoda çekildiğini belli eden noktaya ulaşmak da bir başarıdır! “Ölümcül Sular”, bunu becererek kontrolden çıkmanın kelime anlamını aramaya başlıyor zamanla. Aja, “Tepenin Gözleri” (“The Hills Have Eyes”, 2006), “Aynalar” (“Mirrors”, 2008) gibi yeniden çevrimlerden sonra bir stüdyo işinde daha yarı yolda kalmış. “Boynuzlar” (“Horns”, 2013) gibi daha özgün fantastik dünyalara veya “Pirana 3D”de (“Piranha 3D”, 2010) gibi korkutuculuğu kalmamış deniz ötekilerinden ‘cinsel istismar filmi’ damarlı ‘korku-komedi’ denemelerine kaymalı.
UCUZ BİR SEYİRLİĞE KAYIP TÖKEZLİYOR
Burada ‘timsah gerilimi’nin ilk 20-30 dakikadaki becerinin ardından film bir yere varmıyor. Yönetmen, eskimiş ötekinin ne gizem duygusunu, ne de kült olma eğilimini eşeleme arzusunda bulunuyor. “Ölümcül Sular”, korkunun aynı alt türünde yer aldığı yeniden çevrim “Pirana 3D”nin hınzırlığını ödünç almayınca niye B-tipi olmadığını bilmeyen ucuz bir işçiliğe dönüşüyor.
Gerçekçi bir kasırga felaketinin yol açtığı seli ele alırken, arka plandaki dijital renklerin kontrolü ele geçirdiği camp bir bilimkurgu atmosferine kaymak nasıl bir mantıktır? Bunun cevabı kesinlikle verilemiyor. “Koğuş”un (“The Ward”, 2010) senarist ikilisi Rasmussen Kardeşler de yola çıkılan ‘melez hikaye’ haricinde iz bırakmaktan uzak. Hooper, Teague, McLean gibi korku sineması tarihinin değerli sinemacılarının tek denemede bile böylesi demode bir alt-alt türde hatırlanabildiği ortamda Aja fena halde tökezlemiş. Genç yetenek Scodelario ise farklı bir türde kendini sınama şansı bulmuş.
'COLETTE': COLETTE Mİ, CLAUDINE Mİ?
FİLMİN NOTU: 5.5
|
1991’de Danny Huston imzalı bir başka filmde gördüğümüz hikayenin 2018 tarihli versiyonu. “Colette”, Fransız edebiyatının LGBTİ+ ikonunun sahne arkasında ve önündeki yaşadıklarına bakış atıyor.
KİMLİK MÜCADELESİ SAHNEDE VE ÖZEL HAYATTA
19. yüzyılın sonlarında dünyaya gelen Colette, sanat piyasasında feminist mücadelesini vermiş bir isimdir. Müzik eleştirmeni kocasının adının altında roman yazmaya başlaması bir yana, kendi cinsel tercihini açık ettiği bir aşk hayatına da sahiptir. Yeni milenyumda çıkan İngiliz LGBTİ+ yönetmen ikilisi Richard Glatzer-Wash Westmoreland burada onun hayatına bakış atıyor.
Aslında sinemada kadın haklarına, kadın mücadelesine bakan biyografiler çokça var. Erkek egemenliğini yıkmak isterken görsel açıdan da kalıcı olmak şart olmalı. Bu konuda “An Angel at My Table” (1990), “Miss Potter” (2006) büyük oranda becerikli işlerdi. Keira Knightley’nin “Colette”e verdiklerinin yanı sıra, burada ‘Colette mi, Claudine mi?’ sorusu eşliğinde ‘sahne kimliğimde mi kalacağım, yoksa kendim mi olacağım?’ gizeminin izi sürülüyor. Bunun ucu da ‘lezbiyen miyim, heteroseksüel miyim?’e kadar uzanıyor.
AYNA KULLANIMI MANİDAR
Zamanlar arasında atlanırken bu sayede ‘zamanı niye atladı?’ gibi bir soru sordurtmuyor film. Aksine bu durumun bir dil olduğunu idrak ediyoruz. David Mackenzie ve Deepa Mehta’nın yapıtlarıyla tanınan görüntü yönetmeni Giles Nuttgens büyük oranda işine iyi çalışmış. Arka plandaki ışıkların izdüşümlerini takip ediyor. Aynayı çokça kullanırken, kamerayı dikizlercesine sahnelerin arkasına çok güzel yerleştiriyor.
Dönemin klasik bir dönem algısının ötesinde hareketlenmesi de Colette’in seks hayatının canlanmasıyla ortaya çıkıyor. Kurgucunun da katkısıyla onun sanki ‘heteroseksüel yaşama isyan!’ kıvamındaki yaşamı gayet yerinde dokunuşlarla ve Knightley’nin inandırıcılığı ile yansıtılıyor.
MARGARET KEANE’İN GİZLİ ÖNCÜSÜ MÜ?
Belki de feministler ya da LGBTİ+ için Marquis de Sade biyografisi bu sayede canlanıyor. Bu durum da ister istemez dönemsel açıdan “Colette”in parlamasını ve kendi sefasını sürmesini sağlıyor. Ama ‘romancı’ kimliğini düşününce bir “Fırtınalı Hayatlar” (“Genius”, 2013) gibi yazarın, daktilonun izdüşümlerini estetiğe dönüştüren dahilik de yok burada.
Ama “Gigi” (1958), “Aşkım” (“Chéri”, 2009) gibi filmlere uyarlama veren yazarın yaşamı
Aiysha Hart’ın Polaire tiplemesinde tutku objesi olmasıyla da gayet iyi yansıtılıyor. 1991’de Danny Huston’ın biyografisi “Colette”de (“Becoming Colette”) o rolde daha iddialı Virginia Madsen olduğunu unutmamak gerek. Oradaki zamansal boşluklar burada bertaraf edilmiş. Mathilda May yerine daha başarılı Knightley gelmiş. Zaten her zaman erkeksi bir kimliğe sahip Knightley rolü sırtlayıp götürüyor.
Margaret Keane, “Büyük Gözler”de (“Big Eyes”, 2014) nasıl kocasının adıyla resimler çiziyorsa burada da Colette, kocasının adıyla kitaplar yazıyor ama sonunda bir çıkışsızlığa sürükleniyor. Her iki filmde de ‘cinsiyetçi tabular’a isyan takdir edilesi birer sinema yolculuğu getiriyor. Filmler o kadar kalıcı olmayabilir ama Knightley ve Adams’ın cesareti ve özeni görülmeye değer!
KİMLİK MÜCADELESİ SAHNEDE VE ÖZEL HAYATTA
19. yüzyılın sonlarında dünyaya gelen Colette, sanat piyasasında feminist mücadelesini vermiş bir isimdir. Müzik eleştirmeni kocasının adının altında roman yazmaya başlaması bir yana, kendi cinsel tercihini açık ettiği bir aşk hayatına da sahiptir. Yeni milenyumda çıkan İngiliz LGBTİ+ yönetmen ikilisi Richard Glatzer-Wash Westmoreland burada onun hayatına bakış atıyor.
Aslında sinemada kadın haklarına, kadın mücadelesine bakan biyografiler çokça var. Erkek egemenliğini yıkmak isterken görsel açıdan da kalıcı olmak şart olmalı. Bu konuda “An Angel at My Table” (1990), “Miss Potter” (2006) büyük oranda becerikli işlerdi. Keira Knightley’nin “Colette”e verdiklerinin yanı sıra, burada ‘Colette mi, Claudine mi?’ sorusu eşliğinde ‘sahne kimliğimde mi kalacağım, yoksa kendim mi olacağım?’ gizeminin izi sürülüyor. Bunun ucu da ‘lezbiyen miyim, heteroseksüel miyim?’e kadar uzanıyor.
AYNA KULLANIMI MANİDAR
Zamanlar arasında atlanırken bu sayede ‘zamanı niye atladı?’ gibi bir soru sordurtmuyor film. Aksine bu durumun bir dil olduğunu idrak ediyoruz. David Mackenzie ve Deepa Mehta’nın yapıtlarıyla tanınan görüntü yönetmeni Giles Nuttgens büyük oranda işine iyi çalışmış. Arka plandaki ışıkların izdüşümlerini takip ediyor. Aynayı çokça kullanırken, kamerayı dikizlercesine sahnelerin arkasına çok güzel yerleştiriyor.
Dönemin klasik bir dönem algısının ötesinde hareketlenmesi de Colette’in seks hayatının canlanmasıyla ortaya çıkıyor. Kurgucunun da katkısıyla onun sanki ‘heteroseksüel yaşama isyan!’ kıvamındaki yaşamı gayet yerinde dokunuşlarla ve Knightley’nin inandırıcılığı ile yansıtılıyor.
MARGARET KEANE’İN GİZLİ ÖNCÜSÜ MÜ?
Belki de feministler ya da LGBTİ+ için Marquis de Sade biyografisi bu sayede canlanıyor. Bu durum da ister istemez dönemsel açıdan “Colette”in parlamasını ve kendi sefasını sürmesini sağlıyor. Ama ‘romancı’ kimliğini düşününce bir “Fırtınalı Hayatlar” (“Genius”, 2013) gibi yazarın, daktilonun izdüşümlerini estetiğe dönüştüren dahilik de yok burada.
Ama “Gigi” (1958), “Aşkım” (“Chéri”, 2009) gibi filmlere uyarlama veren yazarın yaşamı
Aiysha Hart’ın Polaire tiplemesinde tutku objesi olmasıyla da gayet iyi yansıtılıyor. 1991’de Danny Huston’ın biyografisi “Colette”de (“Becoming Colette”) o rolde daha iddialı Virginia Madsen olduğunu unutmamak gerek. Oradaki zamansal boşluklar burada bertaraf edilmiş. Mathilda May yerine daha başarılı Knightley gelmiş. Zaten her zaman erkeksi bir kimliğe sahip Knightley rolü sırtlayıp götürüyor.
Margaret Keane, “Büyük Gözler”de (“Big Eyes”, 2014) nasıl kocasının adıyla resimler çiziyorsa burada da Colette, kocasının adıyla kitaplar yazıyor ama sonunda bir çıkışsızlığa sürükleniyor. Her iki filmde de ‘cinsiyetçi tabular’a isyan takdir edilesi birer sinema yolculuğu getiriyor. Filmler o kadar kalıcı olmayabilir ama Knightley ve Adams’ın cesareti ve özeni görülmeye değer!
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
ADALETSİZ (DRAGGED ACROSS CONCRETE): 2.9
ALADDIN: 4.5
ALEM-İ CİN 2: 3.1
ANNA: 3.3
ANNABELLE 3: 4.5
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
ATEŞLE OYNAYANLAR (JOUEURS): 5.3
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
ÇİFTE HAYATLAR (DOUBLES VIES): 5.8
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EKSİ BİR: 4.8
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GÜLLER: 3.3
GÜN BATIMI (SUNSET): 6.9
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HIGH LIFE: 6.9
HOTEL MUMBAI: 4.5
İÇERDEKİLER: 2.7
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KRAL MİDAS’IN HAZİNESİ: 1.4
KUKLALI KÖŞK: 3.4
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
KÜL EN SAF BEYAZDIR: 6.1
LAUREL İLE HARDY (STAN AND OLLIE): 4.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
POKEMON DEDEKTİF PIKACHU: 5.7
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TEMİZLİKÇİ (THE CLEANING LADY): 3.5
TOLKIEN: 5.7
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YESTERDAY: 5.5
YUVA: 7
ADALETSİZ (DRAGGED ACROSS CONCRETE): 2.9
ALADDIN: 4.5
ALEM-İ CİN 2: 3.1
ANNA: 3.3
ANNABELLE 3: 4.5
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
ATEŞLE OYNAYANLAR (JOUEURS): 5.3
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
ÇİFTE HAYATLAR (DOUBLES VIES): 5.8
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EKSİ BİR: 4.8
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GÜLLER: 3.3
GÜN BATIMI (SUNSET): 6.9
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HIGH LIFE: 6.9
HOTEL MUMBAI: 4.5
İÇERDEKİLER: 2.7
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KRAL MİDAS’IN HAZİNESİ: 1.4
KUKLALI KÖŞK: 3.4
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
KÜL EN SAF BEYAZDIR: 6.1
LAUREL İLE HARDY (STAN AND OLLIE): 4.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
POKEMON DEDEKTİF PIKACHU: 5.7
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TEMİZLİKÇİ (THE CLEANING LADY): 3.5
TOLKIEN: 5.7
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YESTERDAY: 5.5
YUVA: 7