'BİZİM ÇAĞIMIZ': 'REYGADAS' BÜYÜSÜ TAŞIYAN BİR FİLM
FİLMİN NOTU: 6.3
|
“İklimler”in Orta Amerika’da geçen kardeşi gibi… “Bizim Çağımız”da (“Nuestro Tiempo”) Meksika sinemasının rahatsız edici auteur’ü Carlos Reygadas, kendi özel hayatına ‘anti-western’ dolgulu bakıyor. Film, 21 Nisan-10 Haziran arasında Başka Sinema’nın BluTV'deki programında ‘kirala-izle’ seçeneğiyle izlenebilir.
YENİ MEKSİKA SİNEMASI’NIN EN ÖZGÜN FİGÜRLERİNDEN
Meksika sinemasının en özgün yönetmeni olabilir. Carlos Reygadas, kendisini bir akıma ait görmez. Ama 1990’ların sonunda başlayan Yeni Meksika Sineması’nın Del Toro ve Inarritu’yla birlikte en iyi yönetmenidir. Ardıllarını yaratmasında bu ‘marka’yı ele geçirmesinin rolü büyük. Kendine özgü ezber bozan bir gelenekle aslında her zaman tartışılmayı becermiştir. Tabuları yıkan cinsellik ve rahatsız edici imge kullanımıyla anılmıştır.
Onu ülkesinin Michael Haneke’si, Lars Von Trier’i veya Ulrich Seidl’ı olarak anılması mümkündür. 177 dakikalık beşinci uzununda yönetmen büyük oranda kişisel bir hikayeye bakıyor. Yine çok sevdiği görüntü yönetmeni Diego Garcia var. Biz ise bir çeşit natüralist evrim teorisine ‘Meksika anti-western’i üzerinden bakıyoruz.
‘İKLİMLER’İN MEKSİKA’DAN GELEN KARDEŞİ
Yönetmen, Juan adlı bir karaktere can verip eski eşi Natalia Lopez, çocukları Eleazar Reygadas ve Rut Reygadas’ı kadrosuna alıyor. Sinemacının profesyonel olmayan oyuncularla mucizeler yarattığını bildiğimizden bu durum çok anormal gelmiyor. Ülkemizden ise Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’un son dönemdeki ‘kişisel hayatı anlatan ilişki filmleri’ne (“İklimler”, “Bulantı”) rakip olduğu söylenebilir.
Ama Reygadas’ın bunlardan sadece ilkini izlediği gerçeği de büyük bir sır perdesi değil. Sinema tarihinde ustalaşmış sinemacıların kendisiyle dalga geçmesi haricinde filmlerinde oynamasına alışık değiliz. Sadece Jodorowsky’nin fantastik dünyaya adapte olup ‘uyuşturucuyu fazla kaçırmış kült ana karakter’ misyonunu üstlendiği, Allen ile Moretti’nin ise alaycı kimliklerine destek verdikleri gözüküyor.
MEKSİKA WESTERNİ OLARAK NEREYE OTURUYOR?
Burada anti-Meksika westerni görünümü var. Belki de Brezilya’dan çıkan, Borowczyk-Bresson arası hayvan-insan ilişkisi filmi “Neon Boğa” (“Boi Neon”, 2015) ile akraba bir yapı izliyoruz. Fakat onun Güney Amerika kasabalarına dair ‘kült’ olmasına sebebiyet verecek ‘şok tedavisi'ni bu film yapmıyor bize nedense.
Ama açıkçası ülkenin kovboylarla imtihanı 1954 tarihli "İstikrar Kahramanları" (“Vera Cruz”) ile başlamıştı. Peckinpah’ın ‘Meksika istismar filmi’ damarlı western-noir başyapıtı “Bana Onun Kellesini Getirin”ine (“Bring me The Head of Alfredo Garcia”, 1974) de uğramıştı. Bu sebeple buradaki diyarlara heyecan duymak güçleşiyor. Yeni Arjantin Sineması’nın devrimci figürü Lisandro Alonso’nun Danimarka’da geçen büyüleyici western başyapıtı “Hayal Ülkesi” (“Jauja”, 2014) kadar iddialı bir seviye yok burada. Ama Reygadas’ın kariyerinden bu özgünlük ve incelik beklenirdi.
YENİ MEKSİKA SİNEMASI’NIN EN ÖZGÜN FİGÜRLERİNDEN
Meksika sinemasının en özgün yönetmeni olabilir. Carlos Reygadas, kendisini bir akıma ait görmez. Ama 1990’ların sonunda başlayan Yeni Meksika Sineması’nın Del Toro ve Inarritu’yla birlikte en iyi yönetmenidir. Ardıllarını yaratmasında bu ‘marka’yı ele geçirmesinin rolü büyük. Kendine özgü ezber bozan bir gelenekle aslında her zaman tartışılmayı becermiştir. Tabuları yıkan cinsellik ve rahatsız edici imge kullanımıyla anılmıştır.
Onu ülkesinin Michael Haneke’si, Lars Von Trier’i veya Ulrich Seidl’ı olarak anılması mümkündür. 177 dakikalık beşinci uzununda yönetmen büyük oranda kişisel bir hikayeye bakıyor. Yine çok sevdiği görüntü yönetmeni Diego Garcia var. Biz ise bir çeşit natüralist evrim teorisine ‘Meksika anti-western’i üzerinden bakıyoruz.
‘İKLİMLER’İN MEKSİKA’DAN GELEN KARDEŞİ
Yönetmen, Juan adlı bir karaktere can verip eski eşi Natalia Lopez, çocukları Eleazar Reygadas ve Rut Reygadas’ı kadrosuna alıyor. Sinemacının profesyonel olmayan oyuncularla mucizeler yarattığını bildiğimizden bu durum çok anormal gelmiyor. Ülkemizden ise Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’un son dönemdeki ‘kişisel hayatı anlatan ilişki filmleri’ne (“İklimler”, “Bulantı”) rakip olduğu söylenebilir.
Ama Reygadas’ın bunlardan sadece ilkini izlediği gerçeği de büyük bir sır perdesi değil. Sinema tarihinde ustalaşmış sinemacıların kendisiyle dalga geçmesi haricinde filmlerinde oynamasına alışık değiliz. Sadece Jodorowsky’nin fantastik dünyaya adapte olup ‘uyuşturucuyu fazla kaçırmış kült ana karakter’ misyonunu üstlendiği, Allen ile Moretti’nin ise alaycı kimliklerine destek verdikleri gözüküyor.
MEKSİKA WESTERNİ OLARAK NEREYE OTURUYOR?
Burada anti-Meksika westerni görünümü var. Belki de Brezilya’dan çıkan, Borowczyk-Bresson arası hayvan-insan ilişkisi filmi “Neon Boğa” (“Boi Neon”, 2015) ile akraba bir yapı izliyoruz. Fakat onun Güney Amerika kasabalarına dair ‘kült’ olmasına sebebiyet verecek ‘şok tedavisi'ni bu film yapmıyor bize nedense.
Ama açıkçası ülkenin kovboylarla imtihanı 1954 tarihli "İstikrar Kahramanları" (“Vera Cruz”) ile başlamıştı. Peckinpah’ın ‘Meksika istismar filmi’ damarlı western-noir başyapıtı “Bana Onun Kellesini Getirin”ine (“Bring me The Head of Alfredo Garcia”, 1974) de uğramıştı. Bu sebeple buradaki diyarlara heyecan duymak güçleşiyor. Yeni Arjantin Sineması’nın devrimci figürü Lisandro Alonso’nun Danimarka’da geçen büyüleyici western başyapıtı “Hayal Ülkesi” (“Jauja”, 2014) kadar iddialı bir seviye yok burada. Ama Reygadas’ın kariyerinden bu özgünlük ve incelik beklenirdi.
ISSIZ BÖLGELERİN EZBER BOZAN AUTEUR’Ü
Bunun ötesinde Garcia-Durazo ikilisinin sinematografisinde “Sessiz Işık” (“Stellet Licht”, 2007), “Post Tenebras Lux” (2012) gibi büyülü bir ıssız bölge vizyonu yok. Bunlardan ilkinde Meksika’nın Mennonite komününde yaşananlar, kaydırılan kameranın uzaya uzanmasıyla yabaniliği başyapıt seviyesine doğru yolculuğa çıkarmıştı. Bergman’ın ustalık eserleri akla geliyordu.
İkincisinde ise 1.37:1’de Sokurov’un “Ana ve Oğlu” (“Mat i Syn”, 1997) misali lensin kesilmesiyle bir çeşit evrim tüneli/labirenti açan vizyon halen akıllarda. Oradaki şeytan tanımını da “Hayat Ağacı” (“The Tree of Life”, 2011) ile akraba, akıllardan çıkmayacak hipnotik bir bilimkurgu-fantastik vizyonu getirmişti.
Bunun ötesinde Garcia-Durazo ikilisinin sinematografisinde “Sessiz Işık” (“Stellet Licht”, 2007), “Post Tenebras Lux” (2012) gibi büyülü bir ıssız bölge vizyonu yok. Bunlardan ilkinde Meksika’nın Mennonite komününde yaşananlar, kaydırılan kameranın uzaya uzanmasıyla yabaniliği başyapıt seviyesine doğru yolculuğa çıkarmıştı. Bergman’ın ustalık eserleri akla geliyordu.
İkincisinde ise 1.37:1’de Sokurov’un “Ana ve Oğlu” (“Mat i Syn”, 1997) misali lensin kesilmesiyle bir çeşit evrim tüneli/labirenti açan vizyon halen akıllarda. Oradaki şeytan tanımını da “Hayat Ağacı” (“The Tree of Life”, 2011) ile akraba, akıllardan çıkmayacak hipnotik bir bilimkurgu-fantastik vizyonu getirmişti.
ÜÇ USTALIKLI SEKANS REYGADAS BÜYÜSÜNÜ CANLANDIRIYOR
Burada ise hem çok bildik bir coğrafya hem de biraz hantal bir kurgu var. 179 dakikanın hakkını veriyor mu film tartışılır. Yönetmen, sadece belli anlarıyla ustalık kokan ama yine de kendi üslubunu yansıttığı bir filme imza atmış. Reygadas’in yabani, rahatsız edici ve kışkırtıcı vizyonu sinema yolculuğunun bütününe yayılıyor.
Ama boğaların üzerinden money shot’larla dolaşmanın, natüralizmin fetişizmi biraz “Japon”un (2002) başarısızlığına gidiyor. Orada 80 yaşındaki bir kadınla cinsel ilişkiye girilmesinin üzerine kurulu ‘tartışma’ anlamsız bir 130 dakikaya yol açmıştı. Sinemaskop formatı natüralist ve egzotik bir yavaş tempo sömürüsüne kaymıştı. Burada ise locked-down shot’la çekilen, yönetmenin yüzünü göstermeyen seks sahnesi çok estetik, adeta bir ayna konup da arkadan gözlemleniyor gibi. Eski eşi Natalia Lopez’i barındıran bu sekans akılda kalabilir. Kuşbakışı çekilmiş tek plan ve finaldeki boğa sekansı etkileyici anlar olarak yönetmenin kariyerine yazılıyor.
CİNSEL İLİŞKİ KULLANIMI ‘CENNETTE SAVAŞ’TA DAHA KALICIYDI
Ama bunun ötesinde “Cennette Savaş” (“Batalla en el Cielo”, 2005) şehrin binaları arasında sinsice kaydırılan kamerayla vurgulan ‘cinsel ilişki’ ya da ‘yatak hayatı’nın tazeliği ve zindeliği yok burada. O kadar buhran ve durağan bir atmosfer kuruluyor ki hantallık evrim teorisine yaklaşımı da sömürür hale gelebiliyor. Yönetmenin diğer filmlerindeki ‘iddialı bir sahne/sekans çekip tarihe geçeceğim!’ geleneğinden geriye kalan ise Nuri Bilge Ceylan’ın öncesinde yaptığı ‘kendi seks hayatını gösteren tutku dolu sahne’. Ama onun üç saate yetip yetmediği tartışılır.
Film, 145 dakika olsaydı ve iki görüntü yönetmenine sahip olmasaydı burada vizyon açığa çıkabilirdi. Reygadas, “Japon”daki gibi dibi görmüyor burada evet. Ama kariyerinin en sıradan filmlerinden birine imza atıyor. Bu onun için ‘eli yüzü düzgün’ anlamına geliyor belki. Ama birçok kendi kuşağından yönetmenin Hollywood’da yaptıkları çalışmalarının üzerine geçebiliyor veya onlarla yarışabiliyor. Bu sebeple de “Bizim Çağımız”ı her şeye rağmen Reygadas büyüsü taşıyan bir film olarak anmak gerek.
Burada ise hem çok bildik bir coğrafya hem de biraz hantal bir kurgu var. 179 dakikanın hakkını veriyor mu film tartışılır. Yönetmen, sadece belli anlarıyla ustalık kokan ama yine de kendi üslubunu yansıttığı bir filme imza atmış. Reygadas’in yabani, rahatsız edici ve kışkırtıcı vizyonu sinema yolculuğunun bütününe yayılıyor.
Ama boğaların üzerinden money shot’larla dolaşmanın, natüralizmin fetişizmi biraz “Japon”un (2002) başarısızlığına gidiyor. Orada 80 yaşındaki bir kadınla cinsel ilişkiye girilmesinin üzerine kurulu ‘tartışma’ anlamsız bir 130 dakikaya yol açmıştı. Sinemaskop formatı natüralist ve egzotik bir yavaş tempo sömürüsüne kaymıştı. Burada ise locked-down shot’la çekilen, yönetmenin yüzünü göstermeyen seks sahnesi çok estetik, adeta bir ayna konup da arkadan gözlemleniyor gibi. Eski eşi Natalia Lopez’i barındıran bu sekans akılda kalabilir. Kuşbakışı çekilmiş tek plan ve finaldeki boğa sekansı etkileyici anlar olarak yönetmenin kariyerine yazılıyor.
CİNSEL İLİŞKİ KULLANIMI ‘CENNETTE SAVAŞ’TA DAHA KALICIYDI
Ama bunun ötesinde “Cennette Savaş” (“Batalla en el Cielo”, 2005) şehrin binaları arasında sinsice kaydırılan kamerayla vurgulan ‘cinsel ilişki’ ya da ‘yatak hayatı’nın tazeliği ve zindeliği yok burada. O kadar buhran ve durağan bir atmosfer kuruluyor ki hantallık evrim teorisine yaklaşımı da sömürür hale gelebiliyor. Yönetmenin diğer filmlerindeki ‘iddialı bir sahne/sekans çekip tarihe geçeceğim!’ geleneğinden geriye kalan ise Nuri Bilge Ceylan’ın öncesinde yaptığı ‘kendi seks hayatını gösteren tutku dolu sahne’. Ama onun üç saate yetip yetmediği tartışılır.
Film, 145 dakika olsaydı ve iki görüntü yönetmenine sahip olmasaydı burada vizyon açığa çıkabilirdi. Reygadas, “Japon”daki gibi dibi görmüyor burada evet. Ama kariyerinin en sıradan filmlerinden birine imza atıyor. Bu onun için ‘eli yüzü düzgün’ anlamına geliyor belki. Ama birçok kendi kuşağından yönetmenin Hollywood’da yaptıkları çalışmalarının üzerine geçebiliyor veya onlarla yarışabiliyor. Bu sebeple de “Bizim Çağımız”ı her şeye rağmen Reygadas büyüsü taşıyan bir film olarak anmak gerek.
'THE LOVEBIRDS': PAKİSTAN'IN WOODY ALLEN'ININ 'KATİL AŞIKLAR FİLMİ'
FİLMİN NOTU: 3.5
|
“The Lovebirds”, Kumail Nanjiani ile Issa Rae’yi başrole taşıyan bir katil aşıklar komedisi. Ama Melina Matsoukas’ın stilize Afro-Amerikan katil aşıklar filmi “Queen & Slim”i aratıyor. Paramount’un filmi, korona sebebiyle Netflix’te tüm dünyada 22 Nisan’da yayınlandı.
POST-OBAMA DÖNEMİNİN POLİTİK AÇIDAN DOĞRU KOMEDYENİ
Post-Obama döneminde komedyen kimliğini değiştirme arzusu aktif hale geldi. Siyahi tiplemeler ve oyuncular öne çıkmaya başladı. Buna eklenen esmer tenli Ortadoğulular da oldu. 2017’de “The Big Sick”te kendi stand-up komedyeni kariyerine dair yazdığı senaryoyla beğeni toplayan Kumail Nanjiani, kendi öteki kimliğini öne çıkarmıştı. İsmini alan ana karakterin aşk yaşadığı beyaz tenli bir kız da hikayenin içindeydi.
Orada yönetmenlik koltuğuna oturup ‘dizi dekupajı’ aşılayan Michael Showalter ile ikinci bir birlikteliğe tanıklık ediyoruz. Bu kez komedyenin senaryoda adı yok. O dönemden sonra “Stuber”la (2019) Dave Bautista ile bir ‘buddy movie’ye (‘iki kafadar filmi’) malzeme olmak da başarı getirmemişti. Burada ise Issa Rae’yle bir ‘Afro-Amerikan-Pakistan katil aşıklar filmi’nin içerisinde izliyoruz aynı sahne kimliğini. Bu durum da Trump dönemindeki fazlasıyla ötekileştirilen Ortadoğululara için bir isyan getiriyor.
‘HONEYMOON KILLERS’IN ARDILI OLABİLİYOR MU?
Bu melez türde “Honeymoon Killers” (1969) gibi iki iri karakterin ötekileştiren oyuncunun gözünden akan Leonard Kastle mucizesinin mumla arandığını söyleyebiliriz rahatlıkla. O filmin Obama sonrası ardılına dönüşmek ne kelime “The Lovebirds”ün aşırı şablon kaldığı söylenebilir.
Zaten Showalter, “The Big Sick”te gerçekçiliği kabak gibi öne çıkarma gayesiyle kendisinin dizi memuru olduğunu ispatlamıştı. Burada da TV piyasasındaki görüntü yönetmeninin katkısıyla sallanan kamera ve renksiz bir görsel doku öne çıkıyor. Bu durum fazlasıyla rahatsız edici bir hal alıyor. Sinema seyrinden söz etmek güç.
Nanjiani, zaten Pakistan’ın Woody Allen’ı olmaya çabalasa da politik açıdan duyarlı günümüz Amerikan halkını hedef alıyor. Bu durum burada da bir beyaz bakışından devreye sokuluyor. Sinemaya başrolde girişinin kendi senaryosu ve irade öyküsüyle saygı duyulsa da esasen Hollywood’da alanında en iyimser yorumla C sınıf bir senarist/oyuncu.
Bu durum da Rae ile birliktelikte hiçbir şekilde güldürmemeye sebebiyet veriyor. Sadece Sacha Baron Cohen’in filmlerine yapımcılık yapan Todd Schulman’ın varlığıyla gelen “Gözü Tamamen Kapalı”ya (“Eyes Wide Shut”, 1999) gönderme yapan maskeli seks tarikatı sahnesi eğlenceli. Orada bir güldürme ihtimali var.
POST-OBAMA DÖNEMİNİN POLİTİK AÇIDAN DOĞRU KOMEDYENİ
Post-Obama döneminde komedyen kimliğini değiştirme arzusu aktif hale geldi. Siyahi tiplemeler ve oyuncular öne çıkmaya başladı. Buna eklenen esmer tenli Ortadoğulular da oldu. 2017’de “The Big Sick”te kendi stand-up komedyeni kariyerine dair yazdığı senaryoyla beğeni toplayan Kumail Nanjiani, kendi öteki kimliğini öne çıkarmıştı. İsmini alan ana karakterin aşk yaşadığı beyaz tenli bir kız da hikayenin içindeydi.
Orada yönetmenlik koltuğuna oturup ‘dizi dekupajı’ aşılayan Michael Showalter ile ikinci bir birlikteliğe tanıklık ediyoruz. Bu kez komedyenin senaryoda adı yok. O dönemden sonra “Stuber”la (2019) Dave Bautista ile bir ‘buddy movie’ye (‘iki kafadar filmi’) malzeme olmak da başarı getirmemişti. Burada ise Issa Rae’yle bir ‘Afro-Amerikan-Pakistan katil aşıklar filmi’nin içerisinde izliyoruz aynı sahne kimliğini. Bu durum da Trump dönemindeki fazlasıyla ötekileştirilen Ortadoğululara için bir isyan getiriyor.
‘HONEYMOON KILLERS’IN ARDILI OLABİLİYOR MU?
Bu melez türde “Honeymoon Killers” (1969) gibi iki iri karakterin ötekileştiren oyuncunun gözünden akan Leonard Kastle mucizesinin mumla arandığını söyleyebiliriz rahatlıkla. O filmin Obama sonrası ardılına dönüşmek ne kelime “The Lovebirds”ün aşırı şablon kaldığı söylenebilir.
Zaten Showalter, “The Big Sick”te gerçekçiliği kabak gibi öne çıkarma gayesiyle kendisinin dizi memuru olduğunu ispatlamıştı. Burada da TV piyasasındaki görüntü yönetmeninin katkısıyla sallanan kamera ve renksiz bir görsel doku öne çıkıyor. Bu durum fazlasıyla rahatsız edici bir hal alıyor. Sinema seyrinden söz etmek güç.
Nanjiani, zaten Pakistan’ın Woody Allen’ı olmaya çabalasa da politik açıdan duyarlı günümüz Amerikan halkını hedef alıyor. Bu durum burada da bir beyaz bakışından devreye sokuluyor. Sinemaya başrolde girişinin kendi senaryosu ve irade öyküsüyle saygı duyulsa da esasen Hollywood’da alanında en iyimser yorumla C sınıf bir senarist/oyuncu.
Bu durum da Rae ile birliktelikte hiçbir şekilde güldürmemeye sebebiyet veriyor. Sadece Sacha Baron Cohen’in filmlerine yapımcılık yapan Todd Schulman’ın varlığıyla gelen “Gözü Tamamen Kapalı”ya (“Eyes Wide Shut”, 1999) gönderme yapan maskeli seks tarikatı sahnesi eğlenceli. Orada bir güldürme ihtimali var.
MATSOUKAS’IN “QUEEN & SLIM”İYLE YARIŞAMIYOR
Ama onun haricinde Melina Matsoukas’ın sinemaya görsel açıdan fena olmayan stilize girişi “Queen & Slim”in başarısını, ilk film becerisini andıran, saygıyı hak eden bir Afro-Amerikan katil aşıklar filmi görmüyoruz. Orada Amerikan tarihine damga vuran bir ırkçılık vakasının ‘estetik’ hale getirilmesini görmüştük. Bu durum da “The Lovebirds”ün finalindeki net devamı gelecek’ vurgusunu anlamsızlaştırıyor ve ‘küçük ekranda belki!’ dedirtiyor.
Showalter ile Nanjiani daha az bir araya gelmeli. Aksi takdir dizi kalitesinde görsellik ve üçüncü sınıf mizah üretimi kafa şişirmeye devam edecek. “The Big Sick”in işlemeyen ‘stand-up komedyeni filmi’ şablonunun “Nina Hakkında Her Şey”de (“All About Nina”, 2018) Eva Vives-Mary Elizabeth Winstead ikilisinin uyumuyla dokunaklı, kaliteli, zeki ve eğlenceli bir örnekle taçlandırıldığı da kulaklara küpe olmalı. Nanjiani, Türkiye’den en iyi ihtimalle Cumali Ceber, Ali Kundilli ile karşılaştıracak seviyesizlik sunuyor. Zevzeklikle mizahı karıştırıyor.
Ama onun haricinde Melina Matsoukas’ın sinemaya görsel açıdan fena olmayan stilize girişi “Queen & Slim”in başarısını, ilk film becerisini andıran, saygıyı hak eden bir Afro-Amerikan katil aşıklar filmi görmüyoruz. Orada Amerikan tarihine damga vuran bir ırkçılık vakasının ‘estetik’ hale getirilmesini görmüştük. Bu durum da “The Lovebirds”ün finalindeki net devamı gelecek’ vurgusunu anlamsızlaştırıyor ve ‘küçük ekranda belki!’ dedirtiyor.
Showalter ile Nanjiani daha az bir araya gelmeli. Aksi takdir dizi kalitesinde görsellik ve üçüncü sınıf mizah üretimi kafa şişirmeye devam edecek. “The Big Sick”in işlemeyen ‘stand-up komedyeni filmi’ şablonunun “Nina Hakkında Her Şey”de (“All About Nina”, 2018) Eva Vives-Mary Elizabeth Winstead ikilisinin uyumuyla dokunaklı, kaliteli, zeki ve eğlenceli bir örnekle taçlandırıldığı da kulaklara küpe olmalı. Nanjiani, Türkiye’den en iyi ihtimalle Cumali Ceber, Ali Kundilli ile karşılaştıracak seviyesizlik sunuyor. Zevzeklikle mizahı karıştırıyor.