'SHIRLEY': YARATICILIK DÖNEMİNDE 'THE HAUNTING OF HILL HOUSE' İZLERİ
FİLMİN NOTU: 6.8
|
Amerikan bağımsız sinemasının yükselen değeri Josephine Decker ‘meta-gotik bir agorafobik ve biyografik kabus’ niyetine izlenen iyi çekilmiş bir yaratıcılık dönemi krizi filmine imza atıyor. “Shirley”, ‘The Haunting of Hill House’ın yazarı Shirley Jackson’ın hayatının sinemasal bir bölümünü mercek altına alıyor. Elizabeth Moss ise onu canlandırmıyor adeta yaşıyor, kariyerinin en iddialı performansına imza atıyor.
‘THE HAUNTING OF HILL HOUSE’ GERÇEĞİNİN İZDÜŞÜMLERİ
Shirley Jackson, ‘The Haunting of Hill House’u yazmasıyla bilinen bir korku yazarı. Onun agorafobik yaşamından az çok haberdarız. Ama özellikle de o yıllarda 1963 tarihli “Perili Ev” (“The Haunting”, 1963), kendi korkularıyla yüzleşen karakterlerin yarattığı bir perili evi filmi klasiğine dönüşmüştü.
Bu kaynak 1999’da çok beğenilmeyen bir Jan De Bont uyarlamasına malzeme olmuştu. Günümüzde ise popüler bir Netflix dizisinde modernize edilme şansı buldu. Elbette bu iki uyarlama da orijinal filmdeki Robert Wise yetkinliğine ulaşamadı, ama dünyayı bir yere kadar sundu.
‘THE HAUNTING OF HILL HOUSE’ GERÇEĞİNİN İZDÜŞÜMLERİ
Shirley Jackson, ‘The Haunting of Hill House’u yazmasıyla bilinen bir korku yazarı. Onun agorafobik yaşamından az çok haberdarız. Ama özellikle de o yıllarda 1963 tarihli “Perili Ev” (“The Haunting”, 1963), kendi korkularıyla yüzleşen karakterlerin yarattığı bir perili evi filmi klasiğine dönüşmüştü.
Bu kaynak 1999’da çok beğenilmeyen bir Jan De Bont uyarlamasına malzeme olmuştu. Günümüzde ise popüler bir Netflix dizisinde modernize edilme şansı buldu. Elbette bu iki uyarlama da orijinal filmdeki Robert Wise yetkinliğine ulaşamadı, ama dünyayı bir yere kadar sundu.
AGORAFOBİYE DECKER DOKUNUŞU
Açıkçası “Madeline Madeline’i Oynuyor” (“Madeline’s Madeline”, 2018), “Thou Wast Mild and Lonely” (2014) ve “Butter on the Latch”le (2013) tanınan Josephine Decker kısa sürede kendine özgü dil oturtan bir sinemacı. Dar odak, fluluk ve yanı boşluklu açıların üzerine giderken, ‘özne-temsil’ ilişkisini gerçeküstücülük-büyülü gerçekçiliğe kaydırır. Genelde sıkıntısı olan ana karakterlerinin birbirleriyle çekişmesini öne çıkarmayı seçer.
Britanya sinemasının 20 yılına damga vuran Andrea Arnold ile Lynne Ramsay’nin sahne sanatlarıyla hafif fantastik buluşmasını duyurur aslında. Ton olarak ise ‘sahici bir gizem filmi’ne yanaşmayı seçer. Özellikle “Madeline Madeline’i Oynuyor”, ciddi anlamda huzursuz edici bir sahne-hayat ilişki filmi başarısıdır. Orada Helena Howard-Molly Parker ilişkisi zihinlere kazınmıştır. “Thou Wast Mild and Lovely” ise cinsel tansiyonu öne çıkaran özgürlükçü tarla tanımıyla dikkat çekmişti.
ELIZABETH MOSS’UN İZ BIRAKTIĞI META-GOTİK BİR KABUS
“Shirley”de yönetmen, Norveçli Sturla Brandth Grøvlen’la çalışmış. Bu görüntü yönetmeni değişikliği ise farklılık getirmiş biraz. Bazı bölümlerde klasik akışa kayılıyor, çerçevelerin yanlarını bol boşlukla tasvir etme algısı çok canlanmıyor. Ama aksine Shirley Jackson’ın ruh halini ele alan gotik bir kabusa gidip gelme etkisi yaratıyor.
Bunun da arka plandaki aynalara yerleştirilen yansımalar destekli bir şekilde hareket ettiği görülüyor. Elizabeth Moss’un gerçekten de iyi oynamanın ötesine geçip adeta döktürdüğü bu karakter o kadar hassas ve tedirgin edici ki onun hamlelerini tahmin etmek bir o kadar zorlaşıyor. Agorafobik yazar hikayeleri arasında çok özel bir film bu sayede devreye giriyor.
‘PERİLİ EV FİLMİ’NİN ORTASINDA BELİREN ‘DÖRTLÜ İLİŞKİ’
Aslında başarılı oyuncu Michael Stuhlbarg evinde ona çok iyi eşlik etmiş. Filmin inandırıcılığına katkıda bulunuyor. Araya Odessa Young ve Logan Lerman’ın “Kim Korkak Hain Kurttan?” (“Who’s Afraid of Virginia Woolf?”, 1966) ve “Garip Çiftler” (“Bob and Carol and Ted and Lice”, 1969) misali girmesi ise aslında gençlerle kuşak çatışmasını devreye sokuyor. Dörtlü ilişki tanımı Decker’in cesur kimliğini ortaya çıkarıyor. Jackson’ın cinsel arayışını da resmeden ilişki odağı yeri geldiğinde iddialı olabiliyor.
Biz genelde perili ev filmlerinin veya gotik korku filmlerinin ana karakterlerini görürüz. Burada ise onların yaratıcısını, feminist bir başkaldırıya imza atarken deneyimliyoruz. Açıkçası bunun fazlasıyla karanlık ve koyu renkli bir sinematografiden destek aldığı görülüyor. Araya giren hayal sekansları da aslında duran karakterlerin arasına sanki bir çeşit kartpostal gibi iliştiriliyor.
‘TİKSİNTİ’ İLE ‘ÇILGINLIĞIN ÖTESİNDE’NİN KESİŞTİĞİ NOKTA
Film, ‘The Haunting of Hill House’daki her anı ayrı bir karakterin kabusu olarak tasarlanmış ev gibi bir ortama sokuyor bizi. Orada da kadın gotiği klasiği “Tiksinti” (“Repulsion”, 1965) ve yaratıcılık dönemi krizi filmi klasiği “Hayal ve Görüntü” (“Images”, 1972) ile bariz bir akrabalık kuruyor. Ama bunların dingin ve çarpık açılı yapısını daha biçimci bir damarla birleştiriyor.
Sanki Carpenter’in Lovecraft etkili korku yaratıcılık dönemi krizi filmi “Çılgınlığın Ötesinde” (“In the Mouth of Madness”, 1994) beliriyor bunlara yapıştırılma konusunda. Stil olarak bu içi uç noktadan kesişmesi de bizi melankolik bir feminist hayaline ulaştırıyor sanki.
STEPHEN KING’İN GERÇEKÇİ ESERLERİNE İDDİALI FEMİNİST KARDEŞ GELİYOR
King’in “Ölüm Kitabı” (“Misery”, 1990) ve “Gizli Pencere” (“Secret Window”, 2004), uyarlamalarının ise sanki daha iddialı feminist kardeşini görüyoruz. Yönetmen, bir çeşit korku yazarı biyografisi tasarlamış. Ama onun damarını özgün ve karanlık bir bilinçaltı vizyonu ile sarıyor. Kısıtlı bir zaman dilimine odaklanmanın faydasını görüyor.
Herkesin kendi sanrısının peşinde koşup genele geri döndüğü bir evren izliyoruz. Gerçek anlamda da Shirley Jackson ve onun eşi, finalde de kendilerine doğru zoom yapan kameraya rağmen dans edip bir ‘yansıma’ya kayıyorlar. Ev ise ‘Hill House’a tamamen dönüşüyor. 1965’te vefat eden korku yazarı için bu durum ‘ölüm arifesindeki bir tiplemenin hikayesini anlatan film’ formülünde alan açma işlevi görüyor.
Aslında başarılı oyuncu Michael Stuhlbarg evinde ona çok iyi eşlik etmiş. Filmin inandırıcılığına katkıda bulunuyor. Araya Odessa Young ve Logan Lerman’ın “Kim Korkak Hain Kurttan?” (“Who’s Afraid of Virginia Woolf?”, 1966) ve “Garip Çiftler” (“Bob and Carol and Ted and Lice”, 1969) misali girmesi ise aslında gençlerle kuşak çatışmasını devreye sokuyor. Dörtlü ilişki tanımı Decker’in cesur kimliğini ortaya çıkarıyor. Jackson’ın cinsel arayışını da resmeden ilişki odağı yeri geldiğinde iddialı olabiliyor.
Biz genelde perili ev filmlerinin veya gotik korku filmlerinin ana karakterlerini görürüz. Burada ise onların yaratıcısını, feminist bir başkaldırıya imza atarken deneyimliyoruz. Açıkçası bunun fazlasıyla karanlık ve koyu renkli bir sinematografiden destek aldığı görülüyor. Araya giren hayal sekansları da aslında duran karakterlerin arasına sanki bir çeşit kartpostal gibi iliştiriliyor.
‘TİKSİNTİ’ İLE ‘ÇILGINLIĞIN ÖTESİNDE’NİN KESİŞTİĞİ NOKTA
Film, ‘The Haunting of Hill House’daki her anı ayrı bir karakterin kabusu olarak tasarlanmış ev gibi bir ortama sokuyor bizi. Orada da kadın gotiği klasiği “Tiksinti” (“Repulsion”, 1965) ve yaratıcılık dönemi krizi filmi klasiği “Hayal ve Görüntü” (“Images”, 1972) ile bariz bir akrabalık kuruyor. Ama bunların dingin ve çarpık açılı yapısını daha biçimci bir damarla birleştiriyor.
Sanki Carpenter’in Lovecraft etkili korku yaratıcılık dönemi krizi filmi “Çılgınlığın Ötesinde” (“In the Mouth of Madness”, 1994) beliriyor bunlara yapıştırılma konusunda. Stil olarak bu içi uç noktadan kesişmesi de bizi melankolik bir feminist hayaline ulaştırıyor sanki.
STEPHEN KING’İN GERÇEKÇİ ESERLERİNE İDDİALI FEMİNİST KARDEŞ GELİYOR
King’in “Ölüm Kitabı” (“Misery”, 1990) ve “Gizli Pencere” (“Secret Window”, 2004), uyarlamalarının ise sanki daha iddialı feminist kardeşini görüyoruz. Yönetmen, bir çeşit korku yazarı biyografisi tasarlamış. Ama onun damarını özgün ve karanlık bir bilinçaltı vizyonu ile sarıyor. Kısıtlı bir zaman dilimine odaklanmanın faydasını görüyor.
Herkesin kendi sanrısının peşinde koşup genele geri döndüğü bir evren izliyoruz. Gerçek anlamda da Shirley Jackson ve onun eşi, finalde de kendilerine doğru zoom yapan kameraya rağmen dans edip bir ‘yansıma’ya kayıyorlar. Ev ise ‘Hill House’a tamamen dönüşüyor. 1965’te vefat eden korku yazarı için bu durum ‘ölüm arifesindeki bir tiplemenin hikayesini anlatan film’ formülünde alan açma işlevi görüyor.
BU MELANKOLİK KABUSU TATMAK İYİ GELİYOR
“Madeline Madeline’i Oynuyor”da bu kadar yansımalarla oynanmamıştı. Perili ev filminin dehlizlerine girilmemişti. Burada ciddi anlamda bir meta-gotik film kılıfı uydurulduğundan iş oraya gidiyor. Bu durum da taze açılarla, büyülü hayal sekanslarıyla destekleniyor. 1960’ların başında Kennedy suikastının hemen sonrasındaki Lyndon B. Johnson döneminin huzursuzluğu devreye giriyor esasen. Bu gerilim, filmi ayağa kaldırıyor.
Decker, bundan önce bir dönemin üzerine gitmemişti. Ama burada onun arka planını çok iyi doldurmuş. Agorafobik karakterler, aslında Alman sinemasının ilk yıllarından bir oda filmine vesile oluyor. Agorafobiden gidersek bu konuda; eve sıkışan bir tiplemenin gözünden tamamı bakış açısından akan Belçika yapımı “Thomas Aşık” (“Thomas est Amoureux”, 2000) veya ‘aşk’ damarlı Avustralya stop-motion animasyonu “Mary ve Max” (“Mary & Max”, 2009) gibi başyapıt seviyesinde bir eser yok. Hatta Odessa Young ve Logan Lerman, Moss’un mucizevi performansının yanında ezilip ‘çömez’ kalmış düşüncesine de sokuyor.
Ama sadece bu sömürüye açık hastalığa modern yaklaşım bile alkışı hak ediyor. Gerçekten de 1960’ların kaosunu gözlemlemenin ötesinde korkarak deneyimliyoruz. Ciddi anlamda da bu duyguyu üzerimizden atmak istiyoruz. Bu melankolik kabusu tatmak iyi geliyor.
“Madeline Madeline’i Oynuyor”da bu kadar yansımalarla oynanmamıştı. Perili ev filminin dehlizlerine girilmemişti. Burada ciddi anlamda bir meta-gotik film kılıfı uydurulduğundan iş oraya gidiyor. Bu durum da taze açılarla, büyülü hayal sekanslarıyla destekleniyor. 1960’ların başında Kennedy suikastının hemen sonrasındaki Lyndon B. Johnson döneminin huzursuzluğu devreye giriyor esasen. Bu gerilim, filmi ayağa kaldırıyor.
Decker, bundan önce bir dönemin üzerine gitmemişti. Ama burada onun arka planını çok iyi doldurmuş. Agorafobik karakterler, aslında Alman sinemasının ilk yıllarından bir oda filmine vesile oluyor. Agorafobiden gidersek bu konuda; eve sıkışan bir tiplemenin gözünden tamamı bakış açısından akan Belçika yapımı “Thomas Aşık” (“Thomas est Amoureux”, 2000) veya ‘aşk’ damarlı Avustralya stop-motion animasyonu “Mary ve Max” (“Mary & Max”, 2009) gibi başyapıt seviyesinde bir eser yok. Hatta Odessa Young ve Logan Lerman, Moss’un mucizevi performansının yanında ezilip ‘çömez’ kalmış düşüncesine de sokuyor.
Ama sadece bu sömürüye açık hastalığa modern yaklaşım bile alkışı hak ediyor. Gerçekten de 1960’ların kaosunu gözlemlemenin ötesinde korkarak deneyimliyoruz. Ciddi anlamda da bu duyguyu üzerimizden atmak istiyoruz. Bu melankolik kabusu tatmak iyi geliyor.