GASPAR NOE: 'FRANSIZ-AMERİKAN YENİ DALGASI'YIZ BİZ'
16/04/2010 - Radikal
|
Tartışmalı filmleriyle dikkat çeken Gaspar Noé, İstanbul Film Festivali’ne konuk olmuşken Cannes Film Festivali’nde kimi eleştirmenlerce ‘son yılların en kötü filmi’ olarak anılan eseri ‘Boşluk’ ile ilgili sorularımızı yanıtladı.
İnsanları et yığını olarak nitelediği ‘Herkese Karşı Tek Başına’da (Seul Contre Tous) (1998) rahatsız edici imajlarını savaş psikolojisinin üzerine yerleştiren Gaspar Noé, uluslararası alanda adını ‘Dönüş Yok’ (Irréversible) ile duyurdu. Monica Bellucci’nin sinema tarihinin en çarpıcı tecavüz sahnelerinden birinde oynadığı film, plan sekanslardan oluşan görsel yapısı, tedirgin edici atmosferi ve şiddete yaklaşımıyla dikkat çekiyordu. Eser, bazı kesimlerce başyapıt olarak nitelendirildi, bazı kesimlerin ise tepkisini çekti. Ondan yedi yıl sonra ürettiği ve yönetmenin ‘sonunda hayatımın projesini yapımcılara kabul ettirebildim’ diyerek bahsettiği ‘Boşluk’ ise özellikle cinsel dozajı ve sinemada çok fazla görmediğimiz şeyleri canlandırmasıyla dikkat çekici bir yapıt. Yönetmene göre ise 90’larda başlayan ‘Fransız-Amerikan Yeni Dalgası’ ekolünün tipik bir ürünü...
Son iki filminizin temasal amaçları sanki ‘evrim teorisi tersine çevirme’ konsepti ışığında yürüyor. Bu anlayışı geçen sene ‘Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi’nde de görmüştük. Ama siz her şartta ‘2001: Bir Uzay Macerası’ndan etkilendiğinizi söylüyorsunuz, ki bu orada da ana tema idi. ‘Boşluk’, bununla ilgili bir film olarak anılabilir mi?
‘Dönüş Yok’ öyleydi. Ama bunun ana meselesi o değil.
Çünkü ölümle başlayıp doğumla biten bir film karşımızdaki...
Bu film, daha çok insan deneyimi ile ilgili. Şimdiki zamanla değil de geçmiş zamanla ilgili. Daha çok dünyanın nasıl algılandığıyla ilgili. Bu sebeple de ana karakterin bakış açısından akıyor. Sonda zaten doğumu yapan karakter de anne. Bu da bize filmin başına döndüğümüzü veya dünyanın sonunda gelen öbür dünyaya ya da arafa geçtiğimizi anlatan bir durum. Yani karakterinin hayatının en travmatik dönemine gidip; oksijen, ışık ve sesi aynı anda tatma şansına erişmiş olabileceği gerçeği de var. Ama aslında film, bellekle ile ilgili. Rüyalar üzerinden akıyor zaten. Ama çok diyalog var ve çok uzun. Normalde bir rüya böyle olmaz. 160 dakikalık rüya gördünüz mü hiç? Elbette göremezsiniz. En fazla 20 dakika olur rüyalar. Bunuel’in benim çekmediğim için kıskandığım filmi ‘Endülüs Köpeği’ (Un Chien Andalou) de öyle zaten. Veya ‘Mulholland Çıkmazı’. Belki birbirinin aynası olan iki öyküyü birleştirerek bunu yapıyor. Ama genel anlamda deneyimletmek istediği bu.
Belki filmi dört uzun rüyadan oluşuyor gibi görebiliriz o zaman. Çünkü dört epizod üzerine kurulu. Kardeşin öldürüldüğü bölüm, flashback kısmı, kız kardeşin ölümün etkisinden kurtulamadığı bölüm ve aşk oteli kısmı.
Yok aslında daha farklı bir deneyim. Gece treni gibi belki. Uzun, keyifli ve psikolojik bir sinemasal yolculuğa benzetilebilir.
O zaman filmin ismi bu sebeple Enter the Void (Boşluk’a Gir) olmalı? İzleyici bir bilgisayar oyununun içine mi davet etmek istediniz bunu yaparken?
Evet evet tam olarak öyle. Aslında ‘Matrix’ vizyona girdiğinde ‘Enter the Matrix’ (Matrix’e Gir) adlı bir bilgisayar oyunu da piyasaya sürülmüştü. Ancak ben ondan etkilenmedim. Daha çok Bruce Lee’nin ‘Ejder Kalesi’ (Enter the Dragon) filminden aldığımı söyleyebilirim bu ismi. Öyle ki filmin ilk ismi ‘The Void’ (Boşluk) idi. Ancak bir anda Bruce Lee’nin filmini düşünerek ‘niye ‘Enter the Void’ koymuyim?’ diye düşündüm. Bu hali de daha dinamik oldu bence. Boşluğun anlamı da hayatın bittiği noktanın metaforu aslında. Orada bir hiçlik, bir sonsuzluk var. Boşluğa girmek de sonsuzluğa girmek anlamına geliyor.
2000’lerde korku alanında işler çıkaran yeni bir Fransız Yeni Dalgası’nın çıktığı söyleniyor. Sizin filminin ‘Herkese Karşı Tek Başına’ (Seul Contre Tous) da bunların öncüsü konumunda görülüyor. Özellikle de cesareti açısından. Zaten o alana giren Pascal Laugier de onunla yaptığım söyleşide bunu söylemişti. Benim böyle bir düşüncem yok ama bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Pascal, sanırım Toronto’da seninle söyleşi yaptıktan sonra söylemişti ‘İşkence Odası’nın (Martrys) ve o tarz korku filmlerinin Türkiye’de bir kitlesi olduğunu. Ama onların sinemasına bakınca 70’lerin Amerikan sineması geliyor gözümün önüne. Wes Craven, William Friedkin, Tobe Hooper gibi isimler öne çıkmıştı o zamanlar. ‘Taksi Şoförü’nün (Taxi Driver) şiddete yaklaşımı bile onlardan etkilenmişti. Benim de vahşet ve şiddeti en ucuna götüren Fransız filmlerini çektiğimi herkes biliyor. Elbette tanımadığın bir sürü yönetmenin görüntülerinden ve yaptıklarından etkilenebiliyorsunuz, aynı jenerasyondan olsalar da. Benim için de öyle isimler var. Jacques Audiard’ın ‘Yeraltı Peygamberi’ ile Jan Kounen’in ‘Blueberry’sini örnek verebilirim.
Sizi Fransız sinemasının son 20 yılındaki sıkıcı filmlerden kurtaran 90’lar ekolünün öncüsü olarak görmek mümkün bence. Bu da başka bir Fransız Yeni Dalga hareketi getirmişti zaten kanımca...
Fransa’nın ormanının ortasında makine tüfekle savaşan askerler değiliz biz. Burada önemli olan herkesin kendi savaşını vermesi. Bu da zaten belli bir sinema anlayışı için. Ancak ‘Protesto’nun (La Haine) bu konuda kapılar açtığı düşünülebilir. Kassovitz’in ondan sonraki filmlerini beğenmem. Ama bu alanda bir şeyler yaptığını itiraf etmeliyim. Örneğin Luc Besson’un açamadığı kapıyı açtığı söylenebilir. Besson, Carax ve Beneix’nin 2. Fransız Yeni Dalgası eğiliminden artık geriye Luc Besson’un ‘gelecek program’ odaklı ticari sinemasının kadığı bir dönemde devreye Kassovitz, ben ve Caro-Jeunet ikilisi gibi isimler girdi.
O zaman esasen sizi 3. Fransız Yeni Dalgası’nın içine dahil edebiliriz?
Evet öyle bir eğilim var. Ama aslında bireysel olarak film çekiyoruz. Kassovitz, ben, Marc Caro, Jean-Pierre Jeunet ve Christophe Gans bu alana dahil olabilecek isimler. Ancak Fransız Yeni Dalgası’nın yaptıklarıyla ideolojik anlamda farklı amaçlarımız var. Bu sebeple ‘Yeni Dalga’ olarak anılmamız doğru olmayabilir. Onun yerine ‘Fransız-Amerikan Yeni Dalgası’ veya ‘Fransız-Aksiyon Dalgası’ adlarıyla anılabiliriz. Çünkü etkilendiğimiz isimler, Godard ve Truffaut’dan ziyade Friedkin ve Scorsese.
İnsanları et yığını olarak nitelediği ‘Herkese Karşı Tek Başına’da (Seul Contre Tous) (1998) rahatsız edici imajlarını savaş psikolojisinin üzerine yerleştiren Gaspar Noé, uluslararası alanda adını ‘Dönüş Yok’ (Irréversible) ile duyurdu. Monica Bellucci’nin sinema tarihinin en çarpıcı tecavüz sahnelerinden birinde oynadığı film, plan sekanslardan oluşan görsel yapısı, tedirgin edici atmosferi ve şiddete yaklaşımıyla dikkat çekiyordu. Eser, bazı kesimlerce başyapıt olarak nitelendirildi, bazı kesimlerin ise tepkisini çekti. Ondan yedi yıl sonra ürettiği ve yönetmenin ‘sonunda hayatımın projesini yapımcılara kabul ettirebildim’ diyerek bahsettiği ‘Boşluk’ ise özellikle cinsel dozajı ve sinemada çok fazla görmediğimiz şeyleri canlandırmasıyla dikkat çekici bir yapıt. Yönetmene göre ise 90’larda başlayan ‘Fransız-Amerikan Yeni Dalgası’ ekolünün tipik bir ürünü...
Son iki filminizin temasal amaçları sanki ‘evrim teorisi tersine çevirme’ konsepti ışığında yürüyor. Bu anlayışı geçen sene ‘Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi’nde de görmüştük. Ama siz her şartta ‘2001: Bir Uzay Macerası’ndan etkilendiğinizi söylüyorsunuz, ki bu orada da ana tema idi. ‘Boşluk’, bununla ilgili bir film olarak anılabilir mi?
‘Dönüş Yok’ öyleydi. Ama bunun ana meselesi o değil.
Çünkü ölümle başlayıp doğumla biten bir film karşımızdaki...
Bu film, daha çok insan deneyimi ile ilgili. Şimdiki zamanla değil de geçmiş zamanla ilgili. Daha çok dünyanın nasıl algılandığıyla ilgili. Bu sebeple de ana karakterin bakış açısından akıyor. Sonda zaten doğumu yapan karakter de anne. Bu da bize filmin başına döndüğümüzü veya dünyanın sonunda gelen öbür dünyaya ya da arafa geçtiğimizi anlatan bir durum. Yani karakterinin hayatının en travmatik dönemine gidip; oksijen, ışık ve sesi aynı anda tatma şansına erişmiş olabileceği gerçeği de var. Ama aslında film, bellekle ile ilgili. Rüyalar üzerinden akıyor zaten. Ama çok diyalog var ve çok uzun. Normalde bir rüya böyle olmaz. 160 dakikalık rüya gördünüz mü hiç? Elbette göremezsiniz. En fazla 20 dakika olur rüyalar. Bunuel’in benim çekmediğim için kıskandığım filmi ‘Endülüs Köpeği’ (Un Chien Andalou) de öyle zaten. Veya ‘Mulholland Çıkmazı’. Belki birbirinin aynası olan iki öyküyü birleştirerek bunu yapıyor. Ama genel anlamda deneyimletmek istediği bu.
Belki filmi dört uzun rüyadan oluşuyor gibi görebiliriz o zaman. Çünkü dört epizod üzerine kurulu. Kardeşin öldürüldüğü bölüm, flashback kısmı, kız kardeşin ölümün etkisinden kurtulamadığı bölüm ve aşk oteli kısmı.
Yok aslında daha farklı bir deneyim. Gece treni gibi belki. Uzun, keyifli ve psikolojik bir sinemasal yolculuğa benzetilebilir.
O zaman filmin ismi bu sebeple Enter the Void (Boşluk’a Gir) olmalı? İzleyici bir bilgisayar oyununun içine mi davet etmek istediniz bunu yaparken?
Evet evet tam olarak öyle. Aslında ‘Matrix’ vizyona girdiğinde ‘Enter the Matrix’ (Matrix’e Gir) adlı bir bilgisayar oyunu da piyasaya sürülmüştü. Ancak ben ondan etkilenmedim. Daha çok Bruce Lee’nin ‘Ejder Kalesi’ (Enter the Dragon) filminden aldığımı söyleyebilirim bu ismi. Öyle ki filmin ilk ismi ‘The Void’ (Boşluk) idi. Ancak bir anda Bruce Lee’nin filmini düşünerek ‘niye ‘Enter the Void’ koymuyim?’ diye düşündüm. Bu hali de daha dinamik oldu bence. Boşluğun anlamı da hayatın bittiği noktanın metaforu aslında. Orada bir hiçlik, bir sonsuzluk var. Boşluğa girmek de sonsuzluğa girmek anlamına geliyor.
2000’lerde korku alanında işler çıkaran yeni bir Fransız Yeni Dalgası’nın çıktığı söyleniyor. Sizin filminin ‘Herkese Karşı Tek Başına’ (Seul Contre Tous) da bunların öncüsü konumunda görülüyor. Özellikle de cesareti açısından. Zaten o alana giren Pascal Laugier de onunla yaptığım söyleşide bunu söylemişti. Benim böyle bir düşüncem yok ama bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Pascal, sanırım Toronto’da seninle söyleşi yaptıktan sonra söylemişti ‘İşkence Odası’nın (Martrys) ve o tarz korku filmlerinin Türkiye’de bir kitlesi olduğunu. Ama onların sinemasına bakınca 70’lerin Amerikan sineması geliyor gözümün önüne. Wes Craven, William Friedkin, Tobe Hooper gibi isimler öne çıkmıştı o zamanlar. ‘Taksi Şoförü’nün (Taxi Driver) şiddete yaklaşımı bile onlardan etkilenmişti. Benim de vahşet ve şiddeti en ucuna götüren Fransız filmlerini çektiğimi herkes biliyor. Elbette tanımadığın bir sürü yönetmenin görüntülerinden ve yaptıklarından etkilenebiliyorsunuz, aynı jenerasyondan olsalar da. Benim için de öyle isimler var. Jacques Audiard’ın ‘Yeraltı Peygamberi’ ile Jan Kounen’in ‘Blueberry’sini örnek verebilirim.
Sizi Fransız sinemasının son 20 yılındaki sıkıcı filmlerden kurtaran 90’lar ekolünün öncüsü olarak görmek mümkün bence. Bu da başka bir Fransız Yeni Dalga hareketi getirmişti zaten kanımca...
Fransa’nın ormanının ortasında makine tüfekle savaşan askerler değiliz biz. Burada önemli olan herkesin kendi savaşını vermesi. Bu da zaten belli bir sinema anlayışı için. Ancak ‘Protesto’nun (La Haine) bu konuda kapılar açtığı düşünülebilir. Kassovitz’in ondan sonraki filmlerini beğenmem. Ama bu alanda bir şeyler yaptığını itiraf etmeliyim. Örneğin Luc Besson’un açamadığı kapıyı açtığı söylenebilir. Besson, Carax ve Beneix’nin 2. Fransız Yeni Dalgası eğiliminden artık geriye Luc Besson’un ‘gelecek program’ odaklı ticari sinemasının kadığı bir dönemde devreye Kassovitz, ben ve Caro-Jeunet ikilisi gibi isimler girdi.
O zaman esasen sizi 3. Fransız Yeni Dalgası’nın içine dahil edebiliriz?
Evet öyle bir eğilim var. Ama aslında bireysel olarak film çekiyoruz. Kassovitz, ben, Marc Caro, Jean-Pierre Jeunet ve Christophe Gans bu alana dahil olabilecek isimler. Ancak Fransız Yeni Dalgası’nın yaptıklarıyla ideolojik anlamda farklı amaçlarımız var. Bu sebeple ‘Yeni Dalga’ olarak anılmamız doğru olmayabilir. Onun yerine ‘Fransız-Amerikan Yeni Dalgası’ veya ‘Fransız-Aksiyon Dalgası’ adlarıyla anılabiliriz. Çünkü etkilendiğimiz isimler, Godard ve Truffaut’dan ziyade Friedkin ve Scorsese.