MELODRAMA YAPILAN LEONE YAKIŞTIRMASI
16/04/2010 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 5.8 |
Douglas Sirk ve Pedro Almodovar’ın ‘renk paleti’nden güç alarak duygu sömürüsünden uzaklaştırdığı melodram geleneğini izleyen “Tek Başına Bir Adam”, bunun üzerine bir de spagetti westernin öncüsü Sergio Leone’nin yönetmenlik stilini ekliyor. Ancak yapıtın son 40 dakikasında yönetmen Tom Ford’un ilk filmini çekmenin verdiği dezavantajla kendini ana karakterin duygusallığına kaptırması,‘Leone estetiği’ni elinin tersiyle itip filmin yapısını bozmasını sağlamış. Yine de görsel ve duygusal anlamda keyifli izlenen bir eser var karşımızda.
Melodram çekmek kolay iş değildir. Öyle ki tür içinde demode gözükme ihtimalini her daim taşırsınız. Ancak 50’lerde Douglas Sirk’ün türe getirdiği yenilik, onun ardından bu eğilimi izleyen Fassbinder ve Almodovar filmleriyle birlikte ‘elle tutulur renkli örnekler’ vermiştir alan. En son ise 2002’de Todd Haynes’in “Cennetten Çok Uzakta”sı (“Far From Heaven”, 2002) biçimsel bir çığır daha açmıştır. Haynes’in yaptığı Douglas Sirk’ün yapay renklerin, kostümlerin, aksesuarların ve kırılgan karakterlerin üzerine giden bu technicolor (ilk renkli peliküle verilen isim) dünyayı günümüze filtre ile postmodern bir dünya çerçevesinde uyarlamaktı.
DOUGLAS SIRK MELODRAMLARININ YAPISINI ÖDÜNÇ ALMIŞ
Tom Ford da belli ki Douglas Sirk, Rainer Werner Fassbinder ve Pedro Almodovar’ın hayranı. Özellikle de Almodovar’ın türe kattığı ‘eşcinsel karakter odaklı yapı’yı beğeniyor. Öyle ki “Tek Başına Bir Adam” (“A Single Man”, 2009), 1962’de geçmesinin o ‘kitsch’ (bayağılık estetiği) avantajını leyhine kullanan bir eser. Öyle ki yönetmen burada ‘ölen sevgilisinin ardından yalnız kalan adam’ meselesinin üzerine gidiyormuş gibi yapsa da, aslında Douglas Sirk melodramlarının yapısını ödünç alıyor.
George rolündeki Colin Firth’ün müthiş oyunculuk gücünü arkasına alması bir tarafa, esasen o karakterin renk skalasının içinde kaybolmasıyla görsel bir şölen çıkarıyor karşımıza. Ancak bu durum, ruh hali odaklı ilerleyip klişeleşmiyor. Aksine onun flashback anlarını pastel, şimdiki zamanı siyah-beyaza yakın solgun bir renk skalası ile görmesi, Ford’un hem Sirk’ün hem de Haynes’in türe getirdiği yeniliğin izini sürmesini sağlıyor. Öyle ki melodram, onların filmleriyle özündeki dalga geçilen yapıyı yapmacıklı bir pembe dizi estetiğine çevirmiştir.
Tom Ford’un da burada ana karakterinin gözünden yapmak istediği bu. Douglas Sirk’ün “Written on the Wind”ine (1956) yapılan silah metaforu göndermesi ile “Annem Hakkında Her Şey”in (“Todo Sobre Mi Madre”, 1999) Cecilia Roth’unun o müthiş ve devasa kitsch tablosunun “Sapık”ın (“Pyscho”, 1960) Vera Miles’ı için canlanmış hali de bu durumu ispatlıyor. Sirk’ün bolca kullandığı aynanın daha yaratıcı sahnelerle karşımıza getirilen bir metafora dönüşmesi de bunlara ekleniyor ve filmin türün alanında yaptığı yenilikleri arttırıyor.
TAM DA BİR 'SPAGETTİ MELODRAM' GELİYOR DERKEN...
Öyle ki yönetmen, belli ki “Tek Başına Bir Adam” projesi için yola çıkarken görsel anlamda bir ‘spagetti’ havası benimsemiş. ‘Spagetti’ dediğimiz de Sergio Leone’nin western türünü stilize etmek için 60’ların sonunda devreye soktuğu bir yönetmenlik stili aslında. Adını spagetti western alt türünden alıyor. Bu uygulamayı aslında geçen yıl Paolo Sorrentino’nun “Il Divo”da (2008) biyografiye yaptığını görmüştük. Opera estetiğini sinemaya uyarlayan, müzik ezgilerini, çok yakın planları (extreme close-up) ve yavaş çekimi iç içe geçirip adeta bir vals havası yaratan biçimci filmlerdir bunlar.
Tom Ford’un da arabanın devrildiği ilk sahnedeki Firth’ün yürüdüğü andan itibaren böylesi bir bakışı var bu melodram için. Ancak filmi başlatan bir saatte bu yenilikçi karışım, son 40 dakikada bir anda yönetmenin romanın özündeki ana karakterin duygusallığına kendini kaptırmasıyla yıkılıyor. Öyle ki bu kısım, Firth’ün niye Julianne Moore’un Charley karakteri ile beraber olmadığını ve eşcinsel sevgilisinin ardında yatan gerçekleri anlatan ‘klasik bir bölüm’e dönüşmüş.
Bu da filmin çıktığı yolu tamamlayamamasını ve görsel olarak dağınık durmasını sağlamış. Halbuki siyah-beyaz bir fotoğrafın estetiğini bile yapabilen yaratıcı bir film karşımızdaki! Lafın özü, bir yönetmen daha, duygusal ve kişisel bir şey uğrunda yüzde yüz bir başarıdan mahrum kalmış ne yazık ki. Ancak yine de Ford’un yolunun açık olduğunu söyleyebiliriz.
Melodram çekmek kolay iş değildir. Öyle ki tür içinde demode gözükme ihtimalini her daim taşırsınız. Ancak 50’lerde Douglas Sirk’ün türe getirdiği yenilik, onun ardından bu eğilimi izleyen Fassbinder ve Almodovar filmleriyle birlikte ‘elle tutulur renkli örnekler’ vermiştir alan. En son ise 2002’de Todd Haynes’in “Cennetten Çok Uzakta”sı (“Far From Heaven”, 2002) biçimsel bir çığır daha açmıştır. Haynes’in yaptığı Douglas Sirk’ün yapay renklerin, kostümlerin, aksesuarların ve kırılgan karakterlerin üzerine giden bu technicolor (ilk renkli peliküle verilen isim) dünyayı günümüze filtre ile postmodern bir dünya çerçevesinde uyarlamaktı.
DOUGLAS SIRK MELODRAMLARININ YAPISINI ÖDÜNÇ ALMIŞ
Tom Ford da belli ki Douglas Sirk, Rainer Werner Fassbinder ve Pedro Almodovar’ın hayranı. Özellikle de Almodovar’ın türe kattığı ‘eşcinsel karakter odaklı yapı’yı beğeniyor. Öyle ki “Tek Başına Bir Adam” (“A Single Man”, 2009), 1962’de geçmesinin o ‘kitsch’ (bayağılık estetiği) avantajını leyhine kullanan bir eser. Öyle ki yönetmen burada ‘ölen sevgilisinin ardından yalnız kalan adam’ meselesinin üzerine gidiyormuş gibi yapsa da, aslında Douglas Sirk melodramlarının yapısını ödünç alıyor.
George rolündeki Colin Firth’ün müthiş oyunculuk gücünü arkasına alması bir tarafa, esasen o karakterin renk skalasının içinde kaybolmasıyla görsel bir şölen çıkarıyor karşımıza. Ancak bu durum, ruh hali odaklı ilerleyip klişeleşmiyor. Aksine onun flashback anlarını pastel, şimdiki zamanı siyah-beyaza yakın solgun bir renk skalası ile görmesi, Ford’un hem Sirk’ün hem de Haynes’in türe getirdiği yeniliğin izini sürmesini sağlıyor. Öyle ki melodram, onların filmleriyle özündeki dalga geçilen yapıyı yapmacıklı bir pembe dizi estetiğine çevirmiştir.
Tom Ford’un da burada ana karakterinin gözünden yapmak istediği bu. Douglas Sirk’ün “Written on the Wind”ine (1956) yapılan silah metaforu göndermesi ile “Annem Hakkında Her Şey”in (“Todo Sobre Mi Madre”, 1999) Cecilia Roth’unun o müthiş ve devasa kitsch tablosunun “Sapık”ın (“Pyscho”, 1960) Vera Miles’ı için canlanmış hali de bu durumu ispatlıyor. Sirk’ün bolca kullandığı aynanın daha yaratıcı sahnelerle karşımıza getirilen bir metafora dönüşmesi de bunlara ekleniyor ve filmin türün alanında yaptığı yenilikleri arttırıyor.
TAM DA BİR 'SPAGETTİ MELODRAM' GELİYOR DERKEN...
Öyle ki yönetmen, belli ki “Tek Başına Bir Adam” projesi için yola çıkarken görsel anlamda bir ‘spagetti’ havası benimsemiş. ‘Spagetti’ dediğimiz de Sergio Leone’nin western türünü stilize etmek için 60’ların sonunda devreye soktuğu bir yönetmenlik stili aslında. Adını spagetti western alt türünden alıyor. Bu uygulamayı aslında geçen yıl Paolo Sorrentino’nun “Il Divo”da (2008) biyografiye yaptığını görmüştük. Opera estetiğini sinemaya uyarlayan, müzik ezgilerini, çok yakın planları (extreme close-up) ve yavaş çekimi iç içe geçirip adeta bir vals havası yaratan biçimci filmlerdir bunlar.
Tom Ford’un da arabanın devrildiği ilk sahnedeki Firth’ün yürüdüğü andan itibaren böylesi bir bakışı var bu melodram için. Ancak filmi başlatan bir saatte bu yenilikçi karışım, son 40 dakikada bir anda yönetmenin romanın özündeki ana karakterin duygusallığına kendini kaptırmasıyla yıkılıyor. Öyle ki bu kısım, Firth’ün niye Julianne Moore’un Charley karakteri ile beraber olmadığını ve eşcinsel sevgilisinin ardında yatan gerçekleri anlatan ‘klasik bir bölüm’e dönüşmüş.
Bu da filmin çıktığı yolu tamamlayamamasını ve görsel olarak dağınık durmasını sağlamış. Halbuki siyah-beyaz bir fotoğrafın estetiğini bile yapabilen yaratıcı bir film karşımızdaki! Lafın özü, bir yönetmen daha, duygusal ve kişisel bir şey uğrunda yüzde yüz bir başarıdan mahrum kalmış ne yazık ki. Ancak yine de Ford’un yolunun açık olduğunu söyleyebiliriz.