ONUR ÜNLÜ'NÜN EKOLLEŞTİĞİNİN BİR KANITI
07/03/2010 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 7.5
|

"Polis” ile piyasaya giren Onur Ünlü, kendi yönetmenlik kimliğini benimseyen yapıtlara imzasını koymayı sürdürüyor. Öyle ki karşımızda Yeşilçam melodramlarının yapılarını bozup yeniden inşa ederken izleyiciyi rahatsız etmeyi hedefleyen yenilikçi bir yapıt var.
Türkiye’de ‘aşk filmi’ denince aklımıza hemen Yeşilçam melodramları gelir elbette, buna kuşku yok. Ancak son 1-2 yılda bu formülün farklı alanlarına açılan filmlerin varlığına da tanıklık ediyoruz. Örneğin “Uzak İhtimal” (2009), “Bir Konuşabilse...” (“Lost in Translation”, 2003) gibi modern bir klasiğin çığır açan soyut aşk filmi iskeletini kullanan bir yapıt. Bunun yanında “Issız Adam” gibi eski model örnekler de yollarına emin adımlarla devam ediyorlar, bu duruma da ayrı bir parantez açmak lazım tabii...
Onur Ünlü ekolü geliyor...
A.Taner Elhan imzalı “Acı Aşk” ise, tam da adının ifade ettiği gibi bir ‘Yeşilçam melodramı’na atıfta bulunuyor. Ancak bu gönderme, o tahmin edebileceğiniz göndermelerden değil. Yani karşımızdaki eser, farklı bir alana açılma derdinde. Aslında buna şaşırmamak lazım. Zira elimizdeki yapıtın kadrosuna bakınca, senaristliğini Onur Ünlü’nün, kurguculuğunu ise yönetmenin sürekli yanında çalışan Ahmet Can Çakırca’nın yaptığını görebiliyoruz. Yönetmenlik koltuğundaki isim ise Ünlü’nün yapımcılarından biri aslında.
Yani “Acı Aşk”, Onur Ünlü’nün “Polis” ile Türk sinemasında başlattığı ‘etkin formülleri bozup yeniden yaratma’ ekolünün bir devamı niteliğinde. En kısa tanımıyla bunu dünya sinemasında uygulayan Jean-Luc Godard ile sinemaya giren ‘Godardiyen bir film’ bu. Aslında “Sevmek Zamanı” da bunu uygulayan bir eser idi ve “Acı Aşk”tan daha başarılı noktalara gitmişti. Ancak önümüzdeki bu ‘Onur Ünlü projesi’, postmodern alanlarda dolaşarak sinemamıza gereken yeniliği getirme peşinde. Yüzde yüz bir başarı sağlayamasa da, genel anlamda cesur ve bilinçli bir deneme olduğuna şüphe yok.
Yeşilçam melodramlarının omurgasını yıkıp yeniden inşa ediyor
Temeline baktığımızda Yeşilçam melodramlarının omurgasını yeniden inşa etme gayesinin peşine düşen bir film bu. Bu yolunda da ilk olarak zengin bir adamı merkeze yerleştirerek o karakterin ‘öğretmenlik mesleği’ni yem olarak kullanıyor. Buradan da onun üç kadınlı aşk ve seks hayatına giriş yapma şansına erişiyor. Tabii bunu yaptıktan sonra o ‘eski formüller’in hikayelerinde gördüğümüz kör olma, dövdürtme, dövülme, bıçaklanma gibi abartılı şeyleri, yapısının içine dağınık bir şekilde yerleştirdiğini görüyoruz. Böylece dramatik yapıyı tersyüz etmiş oluyor.
Bunlar için de aslında filmin başında sevgililerden birinin ölmesi gibi bir türük uyguluyor. Öyle ki Elhan, filme girişi yakın planlarla ana karakterin yozlaşmış ve zengin halini yansıtarak gerçekleşiyor. Onun Eskişehir’de sevgilisi tarafından aldatıldığı seks sahnesi de akılcı bir dövmeli kol yakın planıyla gerçekleşiyor. Bu olayın ardından İstanbul’a gelen karakterimiz, hayal olup olmadığı konusunda tereddüt ettiğimiz fotoğrafçı bir kadınla tanışıyor. Onun bizim Orhan’ın fotoğrafını çekmesiyle hızlı kurgu ve alaturka müzik aktif hale geliyor.
Buradan da hemen adeta Spike Lee’nin “25. Saat”inin (“25th Hour”) sonunda gördüğümüz o, yapıttan kopuk olarak da değerlendirilebilecek kısa film’vari sekansın bir benzerine geçiyoruz. 5-10 dakikalık kısa bir video klibi andıran bu sekans, ikilinin el ele tutuşmasını, öpüşmesini, seks yapmasını, evlenmesini ve trafik kazası geçirmesini anlatıyor.
Yönetmen Elhan, bu adeta ‘kurgu sekansı’nı romantik-komedilerin o hızla ilişkiyi ilerleten ‘temponun yükseltiği anlar’ tekniğinden almış belli ki. Onu da hafif yavaş müzikle ve kurguyla değiş tokuş etmiş. Bu sayede de bir teknik, ciddi anlamda altüst olmuş. Yani sadece Yeşilçam melodramlarıyla değil, sinemanın ana akım anlayışıyla da derdi var Elhan’ın ve senarist Ünlü’nün.
Tiyatro perdesinde fotoğraf estetiği
Filmin amacı da zaten her şeyi böylesine tersyüz etmek aslında. Bu sebeple de bütün sahneler, yozlaşmış üst sınıfın grotesk, absürd ve umursamaz halini tasvir eder şekilde steril bir tiyatro sahnesinde çekilmiş gibi. Asla ana akım izleyicinin alışık olduğu kurgu geleneğine ve mekan kullanımına rastlayamıyoruz. Sürekli bir boşluk, müzik veya kurgu tekniği araya girip içine girebileceğimiz konsantrasyonu yıkabiliyor. Kurgu hızlanınca da bilin ki uzun bir zaman dilimini kısaltmak için devreye girmiş. Bütün seks sahnelerinde bu hamleyi uyguluyor yönetmen, adeta ‘rahatsız etme’ kelimesini hiçe sayarak...
Mizansenlerin, makyajların, sanat yönetiminin, oyunculuklarının ve kostüm tasarımının camp (bilinçli bayağılık estetiği) bir dokuya büründürülmesi de hem dünyayı anlatmak, hem de “Polis”in polisiyeye yaptığını melodramlara uygulamak için başvurulan bir yöntem. Oyuncuların seslerinin dahi mono bir şekilde tiyatro gerçekliğiyle yakalanması da bunlara ekleniyor elbette...
Bir diğer taraftan da bütün bu yönetmenlik tekniklerini sevgili karakterinin mesleğinden ‘fotoğraf estetiği’ olarak algılamak da mümkün. Öyle ki iki kere girilen hastanenin tek bir çerçeve ile kotarılması gibi noktalar da mevcut. Ancak bu konuda emin olma şansımız yok. Bu sebeple de sadece camp takılmak için büyük çaba harcandığını söyleyebiliriz. Zaten film de ana karakterin üç kızla ilişkisini, ‘hayali’ ve ‘öznel’ noktalara bağlayıp ‘izlediğiniz gerçek değil!’ uyarısını her karesinde yapıyor. Kurgu, müzik ve kamera da bu anlayış doğrultusunda aktif hale geliyor.
Dere ve Ergenç, kötü oyunculuk gerektiği için seçilmiş
Cansu Dere ile Halit Ergenç gibi ‘güzellik’ ve ‘karizma’ konularında tartışmasız iki ismin merkeze yerleştirilmesi de bu tekniğin ‘kötü oyunculuk lazım!’ kolu olarak devreye giriyor. Bu da zaten dünya sinemasında bir formül bozulmak veya eleştirilmek istendiğinde uygulanan bir taktik...
Dramatik yapının omurgası öylesine saçma ve abartılı öğelerle kurulmuş ki, ‘ağlamaklı diyaloglar’, ana çatıyı oluşturuyor adeta. Bu sebeple de “Acı Aşk” lafı Godardiyen bir düzleme oturtulmuş oluyor. Tabii biçimci yönetmenlik stili ve İngilizce popüler müzik ile Zeki Müren şarkılarının iç içe geçmesi de bu dokuyu postmodern bir alana taşıyor.
Sonuç olarak karşımızda ‘Onur Ünlü ekolü’nden bozucu bir eser var. “Saklı Yüzler”, “Adab-ı Muaşeret” gibi Türk sinemasında bu alanda çoğalan örneklerin yanına ekleniyor ve en başarılısı oluveriyor. Böylece ‘popüler sinema iskeleti’, tamamen yıkılıp yeniden inşa edilirken, izleyiciyi bolca rahatsız eden, gişede beklendiği gibi başarısız bir ‘auteur işi sanat eseri’ elde ediliyor.
Türkiye’de ‘aşk filmi’ denince aklımıza hemen Yeşilçam melodramları gelir elbette, buna kuşku yok. Ancak son 1-2 yılda bu formülün farklı alanlarına açılan filmlerin varlığına da tanıklık ediyoruz. Örneğin “Uzak İhtimal” (2009), “Bir Konuşabilse...” (“Lost in Translation”, 2003) gibi modern bir klasiğin çığır açan soyut aşk filmi iskeletini kullanan bir yapıt. Bunun yanında “Issız Adam” gibi eski model örnekler de yollarına emin adımlarla devam ediyorlar, bu duruma da ayrı bir parantez açmak lazım tabii...
Onur Ünlü ekolü geliyor...
A.Taner Elhan imzalı “Acı Aşk” ise, tam da adının ifade ettiği gibi bir ‘Yeşilçam melodramı’na atıfta bulunuyor. Ancak bu gönderme, o tahmin edebileceğiniz göndermelerden değil. Yani karşımızdaki eser, farklı bir alana açılma derdinde. Aslında buna şaşırmamak lazım. Zira elimizdeki yapıtın kadrosuna bakınca, senaristliğini Onur Ünlü’nün, kurguculuğunu ise yönetmenin sürekli yanında çalışan Ahmet Can Çakırca’nın yaptığını görebiliyoruz. Yönetmenlik koltuğundaki isim ise Ünlü’nün yapımcılarından biri aslında.
Yani “Acı Aşk”, Onur Ünlü’nün “Polis” ile Türk sinemasında başlattığı ‘etkin formülleri bozup yeniden yaratma’ ekolünün bir devamı niteliğinde. En kısa tanımıyla bunu dünya sinemasında uygulayan Jean-Luc Godard ile sinemaya giren ‘Godardiyen bir film’ bu. Aslında “Sevmek Zamanı” da bunu uygulayan bir eser idi ve “Acı Aşk”tan daha başarılı noktalara gitmişti. Ancak önümüzdeki bu ‘Onur Ünlü projesi’, postmodern alanlarda dolaşarak sinemamıza gereken yeniliği getirme peşinde. Yüzde yüz bir başarı sağlayamasa da, genel anlamda cesur ve bilinçli bir deneme olduğuna şüphe yok.
Yeşilçam melodramlarının omurgasını yıkıp yeniden inşa ediyor
Temeline baktığımızda Yeşilçam melodramlarının omurgasını yeniden inşa etme gayesinin peşine düşen bir film bu. Bu yolunda da ilk olarak zengin bir adamı merkeze yerleştirerek o karakterin ‘öğretmenlik mesleği’ni yem olarak kullanıyor. Buradan da onun üç kadınlı aşk ve seks hayatına giriş yapma şansına erişiyor. Tabii bunu yaptıktan sonra o ‘eski formüller’in hikayelerinde gördüğümüz kör olma, dövdürtme, dövülme, bıçaklanma gibi abartılı şeyleri, yapısının içine dağınık bir şekilde yerleştirdiğini görüyoruz. Böylece dramatik yapıyı tersyüz etmiş oluyor.
Bunlar için de aslında filmin başında sevgililerden birinin ölmesi gibi bir türük uyguluyor. Öyle ki Elhan, filme girişi yakın planlarla ana karakterin yozlaşmış ve zengin halini yansıtarak gerçekleşiyor. Onun Eskişehir’de sevgilisi tarafından aldatıldığı seks sahnesi de akılcı bir dövmeli kol yakın planıyla gerçekleşiyor. Bu olayın ardından İstanbul’a gelen karakterimiz, hayal olup olmadığı konusunda tereddüt ettiğimiz fotoğrafçı bir kadınla tanışıyor. Onun bizim Orhan’ın fotoğrafını çekmesiyle hızlı kurgu ve alaturka müzik aktif hale geliyor.
Buradan da hemen adeta Spike Lee’nin “25. Saat”inin (“25th Hour”) sonunda gördüğümüz o, yapıttan kopuk olarak da değerlendirilebilecek kısa film’vari sekansın bir benzerine geçiyoruz. 5-10 dakikalık kısa bir video klibi andıran bu sekans, ikilinin el ele tutuşmasını, öpüşmesini, seks yapmasını, evlenmesini ve trafik kazası geçirmesini anlatıyor.
Yönetmen Elhan, bu adeta ‘kurgu sekansı’nı romantik-komedilerin o hızla ilişkiyi ilerleten ‘temponun yükseltiği anlar’ tekniğinden almış belli ki. Onu da hafif yavaş müzikle ve kurguyla değiş tokuş etmiş. Bu sayede de bir teknik, ciddi anlamda altüst olmuş. Yani sadece Yeşilçam melodramlarıyla değil, sinemanın ana akım anlayışıyla da derdi var Elhan’ın ve senarist Ünlü’nün.
Tiyatro perdesinde fotoğraf estetiği
Filmin amacı da zaten her şeyi böylesine tersyüz etmek aslında. Bu sebeple de bütün sahneler, yozlaşmış üst sınıfın grotesk, absürd ve umursamaz halini tasvir eder şekilde steril bir tiyatro sahnesinde çekilmiş gibi. Asla ana akım izleyicinin alışık olduğu kurgu geleneğine ve mekan kullanımına rastlayamıyoruz. Sürekli bir boşluk, müzik veya kurgu tekniği araya girip içine girebileceğimiz konsantrasyonu yıkabiliyor. Kurgu hızlanınca da bilin ki uzun bir zaman dilimini kısaltmak için devreye girmiş. Bütün seks sahnelerinde bu hamleyi uyguluyor yönetmen, adeta ‘rahatsız etme’ kelimesini hiçe sayarak...
Mizansenlerin, makyajların, sanat yönetiminin, oyunculuklarının ve kostüm tasarımının camp (bilinçli bayağılık estetiği) bir dokuya büründürülmesi de hem dünyayı anlatmak, hem de “Polis”in polisiyeye yaptığını melodramlara uygulamak için başvurulan bir yöntem. Oyuncuların seslerinin dahi mono bir şekilde tiyatro gerçekliğiyle yakalanması da bunlara ekleniyor elbette...
Bir diğer taraftan da bütün bu yönetmenlik tekniklerini sevgili karakterinin mesleğinden ‘fotoğraf estetiği’ olarak algılamak da mümkün. Öyle ki iki kere girilen hastanenin tek bir çerçeve ile kotarılması gibi noktalar da mevcut. Ancak bu konuda emin olma şansımız yok. Bu sebeple de sadece camp takılmak için büyük çaba harcandığını söyleyebiliriz. Zaten film de ana karakterin üç kızla ilişkisini, ‘hayali’ ve ‘öznel’ noktalara bağlayıp ‘izlediğiniz gerçek değil!’ uyarısını her karesinde yapıyor. Kurgu, müzik ve kamera da bu anlayış doğrultusunda aktif hale geliyor.
Dere ve Ergenç, kötü oyunculuk gerektiği için seçilmiş
Cansu Dere ile Halit Ergenç gibi ‘güzellik’ ve ‘karizma’ konularında tartışmasız iki ismin merkeze yerleştirilmesi de bu tekniğin ‘kötü oyunculuk lazım!’ kolu olarak devreye giriyor. Bu da zaten dünya sinemasında bir formül bozulmak veya eleştirilmek istendiğinde uygulanan bir taktik...
Dramatik yapının omurgası öylesine saçma ve abartılı öğelerle kurulmuş ki, ‘ağlamaklı diyaloglar’, ana çatıyı oluşturuyor adeta. Bu sebeple de “Acı Aşk” lafı Godardiyen bir düzleme oturtulmuş oluyor. Tabii biçimci yönetmenlik stili ve İngilizce popüler müzik ile Zeki Müren şarkılarının iç içe geçmesi de bu dokuyu postmodern bir alana taşıyor.
Sonuç olarak karşımızda ‘Onur Ünlü ekolü’nden bozucu bir eser var. “Saklı Yüzler”, “Adab-ı Muaşeret” gibi Türk sinemasında bu alanda çoğalan örneklerin yanına ekleniyor ve en başarılısı oluveriyor. Böylece ‘popüler sinema iskeleti’, tamamen yıkılıp yeniden inşa edilirken, izleyiciyi bolca rahatsız eden, gişede beklendiği gibi başarısız bir ‘auteur işi sanat eseri’ elde ediliyor.