BIZE DE BEKLERIZ #8: MIRACLE AT ST. ANNA
22/09/2009 - Habertürk
FİLMİN NOTU: 8
|
1944 yılında Tuscana cephesinde yaşanan ve siyahi Amerikan askerlerinin katledilmesiyle siyasi tarihe yazılan 2. Dünya Savaşı meselesi, Spike Lee’nin tarafsız bakış açısıyla Peckinpah filmlerini andırır bir şekilde perdeye aktarılıyor.
Savaş filmi çekmek zor zanaattir. Zira birçok figüran ile seneler boyu yapılan çalışmaların ürünüdür bütün sahneleri. Detaylar ve araştırma çok önemlidir. Ancak genelde ABD’den çıkan savaş filmlerinin tek taraflı olduğuna tanıklık ederiz. Bu da politik anlamda yanlış bir duruş getirir aslında. Tabii bunlara “Kıyamet” (“Apocalypse Now”) gibi genel olarak ‘savaşın ruh hali’ üzerine giden filmleri dahil etmiyoruz.
SPIKE LEE, AFRO-AMERİKAN KÜLTÜRÜNÜN SCORSESE'Sİ OLARAK ANILABİLİR
Aslında bu duruş, Hollywood sisteminin bir gereğidir. Bu sebeple de ‘siyahi ırk’ın veya ‘Vietnamlı’nın tarafını tutmak çok da kolay değildir. Ancak söz konusu Spike Lee olunca, azınlıkların ve siyahi alt kültürün hikayesini anlatan bir sinemacıyla yüzleşiyoruz. Onun için siyahi Fellini ya da Afro-Amerikalıların Martin Scorsese’si yorumunu yapabiliriz rahatlıkla.
Zira sinemaya ilk girişini yaptığı bağımsız “Do The Right Thing”, Fellinin “Tatlı Hayat”taki çok hikayeli film modelini uygulayan bir yapıttı. Ancak zamanla suç dünyasında ve özel hayatlarında zorluk yaşayan siyahilerin yaşamlarından birer portre sunmaya başladı yönetmen. Böylece de çeşitli alt türler arasında dolaştı. Ancak “25. Saat” (“25th Hour”) gibi bütün Amerikan halkının 11 Eylül sonrası yaşamına ışık tutan bir yapıtı da üretmeyi ihmal etmedi.
HER YÖNÜYLE 'ZAFER MADALYASI'NI ÇAĞRIŞTIRIYOR
Lee, daha çok biçimci bir yönetmen olarak tanınsa da aslında filme göre kalıp değiştirebilen bir zanaatkar aynı zamanda. Bu sebeple de onun filmlerinin turuncu ve kırmızı filtrelerinin çok uzağında da şekillendiğini görüyoruz zaman zaman. 1944 yılında İtalya’nın Tuscana köyündeki 2. Dünya Savaşı cephesine odaklanan bir film çektiğinde de bu özelliğini yansıtan bir yapıtla çıkageliyor. “Miracle at St. Anna”, bir cephe filmi.
Bu yönüyle de Sam Peckinpah’ın “Zafer Madalyası”nı (“Cross of Iron”) çağrıştırıyor. Tabii filmin Peckinpah ürünlerini akla getirmesinin esas sebebi, savaşı dört farklı ülkenin gözünden anlatması. Bu sebeple de bir tarafsızlık salgılıyor. Bunu yaparken Peckinpah gibi şiddeti çok fazla öne çıkarmadığını da eklemek lazım, yanıltıcı olmaması açısından. Ancak nihai sonuçta taraf tutmayan bir savaş filmi üretmeyi becermiş Lee.
Tabii bunu yaparken, o köyden sağ çıkan bir siyahi Amerikalının bir beyazı öldürmesiyle başlıyor 80’ler ABD’sinde. Buradan da köye giriş sahnesine geçiyor. Aslında açılışı, siyahilerin gözünden yapıyor. Ancak zamanla hikaye kurgusu ile oynayıp beyaz Amerikalılar, Naziler ve İtalyanlara da söz hakkı tanıyor. Hatta bunların arasında kurduğu ilişkinin de dengeleri tutturup, kökten iyi veya kötü karakterler çizmediğini de eklemek lazım.
'NAZİLER İYİ, YAHUDİLER KÖTÜ' KLİŞESİNİ YIKIYOR
Zira 2. Dünya Savaşı ile ilgili savaş filmlerinde genelde ‘Naziler kötü, yahudiler iyi’ gibi bir tablo vardır. Bu da çizgi film kadar net ayrımlar getirir. Burada ise siyahi Amerikalıların bakış açısından, bölgeye füze atılıp onların ölümüne sebebiyet vermek isteyen beyaz Amerikan subayı gibi motifler de var.
Aslında ABD’nin içinde iyiler veya kötüler olabildiğini anlatmak istiyor temelde. Buna istinaden de İtalyan halkının suç çetesinin pek iyi davranışlar sergilememesine karşın köylülerin Amerikalılarla içli dışlı olması veya bir Nazi askerinin İtalyan çocuğu kurtarması gibi öğeler de var hikayenin içinde.
Lee de çatışmalardan çok el kamerasıyla bunlar arasında dolaşmayı ve savaşın portresini çıkarıp anti-militarist bir ton tutturmayı tercih etmiş. Zaten öyle bir ortam ki, birbiriyle dil sebebiyle anlaşamayan Amerikan askeri ile İtalyan çocuğun, dost olup el hareketleriyle anlaştığına bile tanıklık ediyoruz. Tabii bunun yanında; savaşta seks yapmak isteyen iki asker, birbirlerine Valentina Cervi’nin canlandırdığı kadın için düşebiliyorlar.
''KÖTÜ ADAM', BEYAZ AMERİKAN!' SESLERİ
Tabii bu portrenin içinde Nazi karargahındaki subayların da ‘kötüleştirici’ açılarla çizilmesine karşın, beyaz Amerikan subaylarından daha kötü olamadığını ekleyelim. Lee’nin Nazi subaylarının arma, kıyafet ve kıdem yakın planlarıyla bu ayrımı yapması, sinemasal bir hareket aslında. Onu bile sinemayla ilgili yollarla aktif hale getiriyor lafın özü. Yani filmin bütün ırklardan ve toplumlardan kötülerle iyileri iç içe geçirdiği söylenebilir. Zaten Lee’nin en büyük başarısı, burada bir insanlık meselesi anlattığının farkına varıp, diğer savaş filmlerinden ayrılması.
Bunun bu zamana kadar en üzücü siyahi halk katliamı olmasına karşın, zaman örgüsüyle de oynayarak insanların hikayelerine odaklanmayı tercih ediyor. Bu sayede de aslında ‘köyün neden sömürüldüğü’ gerçeğini filmin ortalarında öğrenip buna göre de karakterlerin psikolojilerine yaklaşıyoruz. Böylece bir ‘savaşın getirdiği ruh hali filmi’ne dönüşüyor daha çok. Lee’nin mevcut savaş filmleri arasında Sam Peckinpah gibi fark yarattığı eser, çatışma sahneleriyle de dikkat çekiyor!
Savaş filmi çekmek zor zanaattir. Zira birçok figüran ile seneler boyu yapılan çalışmaların ürünüdür bütün sahneleri. Detaylar ve araştırma çok önemlidir. Ancak genelde ABD’den çıkan savaş filmlerinin tek taraflı olduğuna tanıklık ederiz. Bu da politik anlamda yanlış bir duruş getirir aslında. Tabii bunlara “Kıyamet” (“Apocalypse Now”) gibi genel olarak ‘savaşın ruh hali’ üzerine giden filmleri dahil etmiyoruz.
SPIKE LEE, AFRO-AMERİKAN KÜLTÜRÜNÜN SCORSESE'Sİ OLARAK ANILABİLİR
Aslında bu duruş, Hollywood sisteminin bir gereğidir. Bu sebeple de ‘siyahi ırk’ın veya ‘Vietnamlı’nın tarafını tutmak çok da kolay değildir. Ancak söz konusu Spike Lee olunca, azınlıkların ve siyahi alt kültürün hikayesini anlatan bir sinemacıyla yüzleşiyoruz. Onun için siyahi Fellini ya da Afro-Amerikalıların Martin Scorsese’si yorumunu yapabiliriz rahatlıkla.
Zira sinemaya ilk girişini yaptığı bağımsız “Do The Right Thing”, Fellinin “Tatlı Hayat”taki çok hikayeli film modelini uygulayan bir yapıttı. Ancak zamanla suç dünyasında ve özel hayatlarında zorluk yaşayan siyahilerin yaşamlarından birer portre sunmaya başladı yönetmen. Böylece de çeşitli alt türler arasında dolaştı. Ancak “25. Saat” (“25th Hour”) gibi bütün Amerikan halkının 11 Eylül sonrası yaşamına ışık tutan bir yapıtı da üretmeyi ihmal etmedi.
HER YÖNÜYLE 'ZAFER MADALYASI'NI ÇAĞRIŞTIRIYOR
Lee, daha çok biçimci bir yönetmen olarak tanınsa da aslında filme göre kalıp değiştirebilen bir zanaatkar aynı zamanda. Bu sebeple de onun filmlerinin turuncu ve kırmızı filtrelerinin çok uzağında da şekillendiğini görüyoruz zaman zaman. 1944 yılında İtalya’nın Tuscana köyündeki 2. Dünya Savaşı cephesine odaklanan bir film çektiğinde de bu özelliğini yansıtan bir yapıtla çıkageliyor. “Miracle at St. Anna”, bir cephe filmi.
Bu yönüyle de Sam Peckinpah’ın “Zafer Madalyası”nı (“Cross of Iron”) çağrıştırıyor. Tabii filmin Peckinpah ürünlerini akla getirmesinin esas sebebi, savaşı dört farklı ülkenin gözünden anlatması. Bu sebeple de bir tarafsızlık salgılıyor. Bunu yaparken Peckinpah gibi şiddeti çok fazla öne çıkarmadığını da eklemek lazım, yanıltıcı olmaması açısından. Ancak nihai sonuçta taraf tutmayan bir savaş filmi üretmeyi becermiş Lee.
Tabii bunu yaparken, o köyden sağ çıkan bir siyahi Amerikalının bir beyazı öldürmesiyle başlıyor 80’ler ABD’sinde. Buradan da köye giriş sahnesine geçiyor. Aslında açılışı, siyahilerin gözünden yapıyor. Ancak zamanla hikaye kurgusu ile oynayıp beyaz Amerikalılar, Naziler ve İtalyanlara da söz hakkı tanıyor. Hatta bunların arasında kurduğu ilişkinin de dengeleri tutturup, kökten iyi veya kötü karakterler çizmediğini de eklemek lazım.
'NAZİLER İYİ, YAHUDİLER KÖTÜ' KLİŞESİNİ YIKIYOR
Zira 2. Dünya Savaşı ile ilgili savaş filmlerinde genelde ‘Naziler kötü, yahudiler iyi’ gibi bir tablo vardır. Bu da çizgi film kadar net ayrımlar getirir. Burada ise siyahi Amerikalıların bakış açısından, bölgeye füze atılıp onların ölümüne sebebiyet vermek isteyen beyaz Amerikan subayı gibi motifler de var.
Aslında ABD’nin içinde iyiler veya kötüler olabildiğini anlatmak istiyor temelde. Buna istinaden de İtalyan halkının suç çetesinin pek iyi davranışlar sergilememesine karşın köylülerin Amerikalılarla içli dışlı olması veya bir Nazi askerinin İtalyan çocuğu kurtarması gibi öğeler de var hikayenin içinde.
Lee de çatışmalardan çok el kamerasıyla bunlar arasında dolaşmayı ve savaşın portresini çıkarıp anti-militarist bir ton tutturmayı tercih etmiş. Zaten öyle bir ortam ki, birbiriyle dil sebebiyle anlaşamayan Amerikan askeri ile İtalyan çocuğun, dost olup el hareketleriyle anlaştığına bile tanıklık ediyoruz. Tabii bunun yanında; savaşta seks yapmak isteyen iki asker, birbirlerine Valentina Cervi’nin canlandırdığı kadın için düşebiliyorlar.
''KÖTÜ ADAM', BEYAZ AMERİKAN!' SESLERİ
Tabii bu portrenin içinde Nazi karargahındaki subayların da ‘kötüleştirici’ açılarla çizilmesine karşın, beyaz Amerikan subaylarından daha kötü olamadığını ekleyelim. Lee’nin Nazi subaylarının arma, kıyafet ve kıdem yakın planlarıyla bu ayrımı yapması, sinemasal bir hareket aslında. Onu bile sinemayla ilgili yollarla aktif hale getiriyor lafın özü. Yani filmin bütün ırklardan ve toplumlardan kötülerle iyileri iç içe geçirdiği söylenebilir. Zaten Lee’nin en büyük başarısı, burada bir insanlık meselesi anlattığının farkına varıp, diğer savaş filmlerinden ayrılması.
Bunun bu zamana kadar en üzücü siyahi halk katliamı olmasına karşın, zaman örgüsüyle de oynayarak insanların hikayelerine odaklanmayı tercih ediyor. Bu sayede de aslında ‘köyün neden sömürüldüğü’ gerçeğini filmin ortalarında öğrenip buna göre de karakterlerin psikolojilerine yaklaşıyoruz. Böylece bir ‘savaşın getirdiği ruh hali filmi’ne dönüşüyor daha çok. Lee’nin mevcut savaş filmleri arasında Sam Peckinpah gibi fark yarattığı eser, çatışma sahneleriyle de dikkat çekiyor!
NE DURUMDA?
Ülkemizde hakları D Productions’ı elinde. Ancak ABD’de Ekim 2008’de vizyona girmesine karşın Türkiye’deki vizyon şansı zor gözüküyor. En iyi ihtimalle kısa sürede DVD’sinin arşivlerimize girmesini bekleyebiliriz.