SİNEMAYA YÖN VEREN FİLMLER: KING KONG (1933)
17/03/2011 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 10
|
Alman Dışvarumculuğu'ndan çıkan "Golem"in etkisini Hollywood'da 'anlamlı' hale getiren bir canavar filmi. “King Kong”, sanayileşme sorunsalını erken dönemde masaya yatırması ve ‘uzak kıtalardaki yaşam’ merakına eğilmesiyle, bu etiketini 20. yüzyılın ilk devresinin gerçekliğine uyarlamayı becermişti zamanında. 2005’te Peter Jackson’ın görkemli bir A tipi projeye çevirdiği eser, 78 senede bir tema parkı ve sayısız devam filmiyle ‘kültlük’ünü taçlandırmıştır. Bunun yanında ‘canavar filmleri’ ve ‘canavarın maymun olduğu filmler’in içinde öncü bir yere oturmayı da ihmal etmemiştir.
Bir film ekibi, egzotik bir adaya doğru yol almaya başlar. Amaç orada efsaneleşen dev bir gorili kameraya alıp, sinema piyasasından para kazanmaktır. Karakterlerimiz, gemiyle bölgeye yaklaşınca etraflarını saran sis buludunun gazabından kurtulamazlar. Adaya geldiklerinde ise garip tapınma geleneklerine sahip bir gruba denk gelirler. Ancak sonuçta onların King Kong adlı bu dev yaratığa ‘adak’ adadıklarını öğrenirler. Ann’i (Fay Wray) ona yem olarak vermeyi denemeleriyle birlikte ise bu insan-hayvan ya da kültür-doğa çatışması gerçek anlamda start almış olur.
Aslında Robert Wiene’nin “Doktor Caligari’nin Muayenehanesi” (“Das Cabinet der Dr. Caligari”, 1918) filmindeki ‘somnabulist’ tiplemesinin ya da Carl Boese-Paul Wegener ikilisinin "Golem"inin ("Der Golem", 1920) etkisiyle, “King Kong” (1933) ve “Hilkat Garibeleri” (“Freaks”, 1932) gibi sesli dönemin başındaki çığır açıcı korku filmlerinin üzerinde gerçekleştiği söylenebilir. Zira burada Merian C. Cooper’ın sinemanın ilk canavar filmini vermesi ve efektlerle ‘yapay/bayağı’ (kitsch) bir yapı sunması, stüdyolarda B filmi kolunun açılmasına yaramıştır.
Esas esin kaynağı 'dev canavar'ı yedinci sanata sokan "Golem"dir. Ama "Caligari"nin bir şeylerin üretilip ötekileştirilirken kavramsal zemine oturtulması ve o zamanın panayırlardaki ‘sirk hayvanı’ mantığına denk gelmesi açısından son derece önemli bir işlevi vardır. ‘Kong’ da burada en sonunda ‘tüketim toplumunun sirk hayvanı’na dönüşür. Güzel ve Çirkin ve Operadaki Hayalet gibi ‘öteki hikayeleri’nden etkilenen “King Kong”, Hollywood'da bütün canavar filmi külliyatının babasıdır.
İşte Peter Jackson’ın filmine esin kaynaklığı yapan eserin özeti:
1-Her şey rekabetle başladı
Universal’ın Dracula, Frankenstein, Mumya (The Mummy) gibi serileri başlattığı bir dönemde, o yılların en önemli stüdyolarından RKO da aynı bakış açısını harekete geçiriyordu. “King Kong” aslında temeline sessiz dönemde çekilen “Kayıp Dünya” (“The Lost World”, 1925) gibi fantastik maceraların mantığını alan bir filmdi. Bu durum o kadar açıktı ki, filmin efektlerini düzenleyen kişinin bile Willis O’Brien gibi o dünyanın yaratıcısından başkası olması mümkün değildi.
Bu noktada RKO’nun yüksek bir bütçe ile yola çıkıp o zamanın en büyük açılış rakamını, ilk hafta sonunda 90.000 $’ı yakalaması bazı şeyleri belli ediyordu. Bu gişe başarısı, sessiz sinemanın kaba (slapstick) komedi ve tarihi epik ağırlıklı döneminin bittiğini açıklamak için bir mihenk noktası olarak anılabilir. Zira o yıllarda bir koldan westernler ve müzikaller piyasada hakimiyet kurarken, bu duruma B sınıfı dediğimiz kavramın içinde korku, bilimkurgu ve kara film denemeleri ekleniyor. “King Kong” da işte bu ucuz efektli ve bayağı (kitsch) filmlerin önünü açan eserdi.
Hollywood'un ilk dev canavar filmi olması bir tarafa, sonradan bu alanın içinde ‘canavarın maymun olduğu filmler’ alt-alt türüne kayış yaptı. Zira o dönemde vampir de, frankenstein da, mumya da canavar olarak anılıyordu. Korku izleği ‘canavarların insanları korkutması’ üzerinden yürüyordu. Bir türsel analizden söz etmek mümkün değildi.
Bu sebeple de “King Kong”un buradaki başarısı yeşil arka planlı efekt teknolojisinin ve stop-motion animasyon tekniklerinin fazlaca filmde etki bırakmasıyla tescillendi. Bu doğrultuda karşımıza çıkarılan şey ise stüdyoların içinde başlı başına yeni bir kola dönüştü. Universal’ın sözünü ettiğimiz roman uyarlamaları bu kadar ‘kitsch’ efektler içermediğinden “King Kong”tan farklı bir alana kayıyorlardı zira. Buradaysa gerçek anlamda bir efekt çalışması vardı ve o da yüksek prodüksiyon kalitesi gerektiriyordu. Bunun anlamı, ‘bayağı’ kavramının perdede açığa çıkmasıydı.
2-Dördüncü duvarın yıkılışı
Aslında bu yola girerken Merian C. Cooper’ın yaptığı ‘canavar’ odaklı bir film üretmekti. Onu dönemin mantığına göre ötekileştirmesi, ilginçleştirmesi ve oryantalist bir bakış açısıyla kavraması gerekiyordu. Zira Lumiere Kardeşler’in sessiz sinemada yaptığı esaslı şey, dünyanın belli yerlerine kameramanlar yollayıp insanların ayağına; o zamanlarda göremeyecekleri, kilometrelerce uzaklarda yaşanan şeyleri getirmekti.
Sinema izleyicisi de o yıllarda ‘ötekileştirilen kötü adam’ kavramı ışığında karton tiplemelere alışıktı. “King Kong”, işte tam da bu bakış açısıyla oluşturulmuş bir hikaye örgüsünün içine sokuluyordu. Proje, ‘efsaneler’den cesaret alarak bir adaya giden film ekibinin, yani sessiz sinemadaki gerçek öykünün kurmacalaştırılmasını yerleştiriyordu zeminine. Bu noktada da esaslı girizgahın yapılmasının hemen ardından, ‘canavar’ın çıkacağı kapının önünde tapınan bir grup yerli, onların duaları ve adeta okült bir toplanmaya odaklanıyorduk.
Bu doğrultuda karşımızda o ayrımın arka kısmından, tamamen öte dünyaya itilmiş bir goril çıkarılıyordu. Aslında son derece doğal olan bu varlık, şimdi geriye bakınca sinemanın en gerçekçi canavarlarından biri olarak gözüküyor. Zira canavarlar evreninde insanoğlunun temeline ya da en ilkel zamanına denk geliyor. Bu sebeple şimdi bakınca bir hayli ‘komik’ ve hatta ‘çizgi film tipi’ gibi gelebilecek şekilde tasarlandığı söylenebilir.
Ancak o zamanlar için bu ötekileştirme durumu sinema izleyicisinin tam da istediği durumdu. Hikayenin omurgasına ise adaya dumanlarla giren karakterlerimizin çekeceği filmin; ‘gerçek bir rehin alma olayı’na dönüştüğüne tanıklık etmesi yerleştiriliyordu. Bir anda Fay Wray’in canlandırdığı o tipleme, kendini King Kong’un oryantalist, doğal ya da devasa kapının ardındaki tutsağı olarak buluyordu. Kapı geçilir geçilmez de adeta o evren ile bizim insanlığımız arasındaki ayrımlar son derece net bir şekilde karşımıza çıkarılıyordu.
Bunu sanayileşme-orman, kültür-doğa, fantezi dünyası-gerçek dünya ayrımı veya ne olarak algılarsanız algılayın, gerçek anlamda bir çizgi konuyordu araya orası kesin. Böyle olunca da ‘dördüncü duvarın yıkılışı’ (sinema perdesi ile izleyici arasındaki ilişkinin aktifleşmesi) teriminin bir çıkarımını izliyorduk film boyunca.
3-Doğa ile kültürün mücadelesi
Bu andan itibaren kızı Kong’un elinden kurtarma mücadelesi öne çıkarılırken, aslında kapının arkasındaki milattan önceki zamanı anlatan evren de aktif hale getiriliyordu. Lafın özü T-Rex’ten tutun kuş şeklindeki dinozor cinsine kadar, dinozor çeşitlerinin tamamıyla bir mücadeleye girişiyordu King Kong.
Yani insan ırkından önce maymun, maymundan önce gelen de dinozorlardı. İşte tam olarak da bu ‘evrimsel süreç’ üzerine bir ırk mücadelesi izlememiz sağlanıyor filmin tamamında. Bu aslında doğal bir süreç. Herhangi bir felsefik fark ortaya koymaktan ziyade ‘gerçek’ olanla ilgilenmek sinemanın ‘fantastik’teki ilk amacı idi zira.
Yönetmen bu durumu genelde arka planda stop-motion animasyon efektleriyle çizilmiş kavga eden ‘canavar’lar, önde ise araya çalıların veya ağaçların girmesini ille de şart koşan insan karakterler üzerinden görselleştiriyordu. Biz de ister istemez bir belgesel izler gibi bu mücadeleye odaklanıyorduk. Bu durum aslında filmin o zamanlar hissettirmek istediği ‘Gerçek mi bunlar?’ duygusu ışığında bir tedirgin edicilik de salgılamasına yol açıyordu. Çalıların içine yerleşen insanlar, adeta bir sinema perdesinde bu düelloları izliyorlardı. Biz de başka bir boyuttan onları ve canavarları...
Dramatik yapı açısından değerlendirmeye geçtiğimizde, doğada yaşayan hayvanların bir anda evrim geçirip insan ırkına dönüştüğünü ve 19. yüzyılda sanayileşme sonrasında gerçek anlamda yozlaştığını eleştirmek ana hedefti “King Kong”u üretirken. Sanki filmin cümlesi de bu noktaya gidiyordu. Sanayileşme ya da şehirleşme ile gelen ikiyüzlülük, paragözlük, hırs ve açgözlülük burada ilk kez bir korku filmi türevinin içinde servis ediliyordu.
Bundan sonraki dönemde de her katilin bir şekilde anlam yarattığına tanıklık ettik. “King Kong” da belki bu açıdan, ırkları bir araya getirirkenki mücadele duruşunu anlatmasıyla daha bir zihinlere yerleşti. Zira burada önceki devirlerde yaşanan mücadelenin kavga ile, şimdilerde ise iki kamera ve bir performans veren oyuncu ile gerçekleştiğini gözlemlemek mümkün.
4-Güzel ve Çirkin ile King Kong külliyatı
Aslında filmin fantastik macera kalıbında çekilmiş, çığır açan bir canavar filmi olması bir tarafa, bir başka açıdan da ele alınması gerek kanımca. O da ‘Güzel ve Çirkin’ masalını burada uyarladığı hal. Öyle ki karşımızda başlı başına ‘Operadaki Hayalet’ (Phantom of the Opera) örneğinde de görüldüğü gibi Kong’un ‘çirkin’, Ann’in ise ‘güzel’ konumuna sokulmasıyla yürüyen bir aşk hikayesi var. Sonraki uyarlamalarda bu durumdan daha çok yararlanılmış, hatta burada bazı sahneler sansüre uğramış olabilir (zira Kong’un Ann’e bir dokunuşu bile yaygara kopartmıştı o zamanlar sansür kurulu nezninde).
Ancak gerçek anlamda ‘ilkel’in, ‘sanayileşmiş güzel’e, giyiminden makyajına kadar onun sinemadaki temsiline tutulduğunu görebiliyoruz. Bu durum 20. yüzyılın biraz da doğal aşkı yozlaştırdığı eleştirisine açıklmamızı sağlıyor. Bir diğer açıdan bakınca ise gerçek anlamda bir modern masal iskeleti mevcut burada. Böylece korkunun hem dramatik derinlikleriyle mesaj verebileceği, hem de son derece zıt olduğu alanlardan içine belli hikayeleri transfer edebileceği kanıtlanmış oluyordu.
Filmin son cümlesinin ‘Çirkini helikopterler değil, güzel öldürdü’ olması ise bu durumu daha iyi açıklıyor. Hatta nokta bile koyuyor “King Kong”un temasal bütününe. Teknolojinin yavaş yavaş insanlığı alıp götüreceğini, eski metot savaşların geçerli olmadığını vurgulamaya yarıyor bu cümle.
Bu konuyu bir kenara bırakıp “King Kong” isminin 78 yıllık süreçte karşımıza çıktığı sayısız yeri de ele almak şart. Filmin 1976 tarihli John Guillermin imzalı ve 2005 tarihli Peter Jackson imzalı A sınıfı ezberi yutmuş yeniden çevrimleri var öncelikle. Bunun yanında 1934’de bir de devam filmi üretildi. “Son of Kong” isimli eserin efektçisi ilk film ile aynı. Bu sebeple de zaman içinde markalaşmasını normal karşılayabiliriz 1933 tarihli eserin.
Zaten Universal Studios’ın içinde sondaki tren sahnesini içeren bir tema parkı mevcut. Bu da onun “Jaws: Denizin Dişleri” (“Jaws”, 1975), “Geleceğe Dönüş” (“Back to the Future”, 1985) gibi markalaşmış filmlerle beraber anılmasını sağlıyor. En azından projeyi sonradan satın alan Universal’ın bu duruma bir ‘merchandising’ (ticari ürün) yaklaşımıyla destek verdiği görülebiliyor.
5-Takipçileri
Öncelikle “The Ape” (1940), “Captive Wild Woman” (1943), “Mighty Joe Young” (1949), “Gorilla at Large” (1954) gibi canavardan açılma ‘maymun filmi’nin erken dönem temsilcileri var. Bunlardan üçüncüsünün 1990’larda projelendirilen Charlize Theron’lu yeniden çevrimi ise artık bu mantığın ‘Disney’ düzeyinde aile filmi üretmeye kaydığını ispatlıyor.
Buna karşın alanın “Link” (1985), “Monkey Shines” (1988), “Shakma” (1990), “Phenomena” (1985), “Congo” (1995) gibi korku-bilimkurgu arasında gidip gelen mensupları da mevcutlar dahilinde işlevlerini sürdürüyorlar.
Ancak “King Kong”un etkisi daha çok Japonya’dan serileşen ‘Godzilla’ serisi, Spielberg’in imzasını taşıyan ‘Jurassic Park’ serisi (ki ikinci filmde şehre inen T-Rex yoluyla bariz bir gönderme de var) ve “Rodan” (1962) gibi eserlerde olmuştur. 2006’da “Yaratık” (“Gwoemul”) ve 2008’de “Canavar” (“Cloverfield”) gibi ‘canavar filmi’ni yenileyen eserler üremesi ise bir şeylerin eskidiğini kanıtlamıştır.
Kimlik:
King Kong
Yapım yılı: 1933
Yönetmen: Merian C. Cooper, Ernest B. Schoedsack
Oyuncular: Fay Wray, Robert Armstrong, Bruce Cabot, Frank Reicher, Sam Hardy, Noble Johnson
Senaryo: James Ashmore Creelamn, Ruth Rose (Merian C. Cooper ve Edgar Wallace’ın fikir ve hikayesinden)
Bütçe: 670.000 $
Bir film ekibi, egzotik bir adaya doğru yol almaya başlar. Amaç orada efsaneleşen dev bir gorili kameraya alıp, sinema piyasasından para kazanmaktır. Karakterlerimiz, gemiyle bölgeye yaklaşınca etraflarını saran sis buludunun gazabından kurtulamazlar. Adaya geldiklerinde ise garip tapınma geleneklerine sahip bir gruba denk gelirler. Ancak sonuçta onların King Kong adlı bu dev yaratığa ‘adak’ adadıklarını öğrenirler. Ann’i (Fay Wray) ona yem olarak vermeyi denemeleriyle birlikte ise bu insan-hayvan ya da kültür-doğa çatışması gerçek anlamda start almış olur.
Aslında Robert Wiene’nin “Doktor Caligari’nin Muayenehanesi” (“Das Cabinet der Dr. Caligari”, 1918) filmindeki ‘somnabulist’ tiplemesinin ya da Carl Boese-Paul Wegener ikilisinin "Golem"inin ("Der Golem", 1920) etkisiyle, “King Kong” (1933) ve “Hilkat Garibeleri” (“Freaks”, 1932) gibi sesli dönemin başındaki çığır açıcı korku filmlerinin üzerinde gerçekleştiği söylenebilir. Zira burada Merian C. Cooper’ın sinemanın ilk canavar filmini vermesi ve efektlerle ‘yapay/bayağı’ (kitsch) bir yapı sunması, stüdyolarda B filmi kolunun açılmasına yaramıştır.
Esas esin kaynağı 'dev canavar'ı yedinci sanata sokan "Golem"dir. Ama "Caligari"nin bir şeylerin üretilip ötekileştirilirken kavramsal zemine oturtulması ve o zamanın panayırlardaki ‘sirk hayvanı’ mantığına denk gelmesi açısından son derece önemli bir işlevi vardır. ‘Kong’ da burada en sonunda ‘tüketim toplumunun sirk hayvanı’na dönüşür. Güzel ve Çirkin ve Operadaki Hayalet gibi ‘öteki hikayeleri’nden etkilenen “King Kong”, Hollywood'da bütün canavar filmi külliyatının babasıdır.
İşte Peter Jackson’ın filmine esin kaynaklığı yapan eserin özeti:
1-Her şey rekabetle başladı
Universal’ın Dracula, Frankenstein, Mumya (The Mummy) gibi serileri başlattığı bir dönemde, o yılların en önemli stüdyolarından RKO da aynı bakış açısını harekete geçiriyordu. “King Kong” aslında temeline sessiz dönemde çekilen “Kayıp Dünya” (“The Lost World”, 1925) gibi fantastik maceraların mantığını alan bir filmdi. Bu durum o kadar açıktı ki, filmin efektlerini düzenleyen kişinin bile Willis O’Brien gibi o dünyanın yaratıcısından başkası olması mümkün değildi.
Bu noktada RKO’nun yüksek bir bütçe ile yola çıkıp o zamanın en büyük açılış rakamını, ilk hafta sonunda 90.000 $’ı yakalaması bazı şeyleri belli ediyordu. Bu gişe başarısı, sessiz sinemanın kaba (slapstick) komedi ve tarihi epik ağırlıklı döneminin bittiğini açıklamak için bir mihenk noktası olarak anılabilir. Zira o yıllarda bir koldan westernler ve müzikaller piyasada hakimiyet kurarken, bu duruma B sınıfı dediğimiz kavramın içinde korku, bilimkurgu ve kara film denemeleri ekleniyor. “King Kong” da işte bu ucuz efektli ve bayağı (kitsch) filmlerin önünü açan eserdi.
Hollywood'un ilk dev canavar filmi olması bir tarafa, sonradan bu alanın içinde ‘canavarın maymun olduğu filmler’ alt-alt türüne kayış yaptı. Zira o dönemde vampir de, frankenstein da, mumya da canavar olarak anılıyordu. Korku izleği ‘canavarların insanları korkutması’ üzerinden yürüyordu. Bir türsel analizden söz etmek mümkün değildi.
Bu sebeple de “King Kong”un buradaki başarısı yeşil arka planlı efekt teknolojisinin ve stop-motion animasyon tekniklerinin fazlaca filmde etki bırakmasıyla tescillendi. Bu doğrultuda karşımıza çıkarılan şey ise stüdyoların içinde başlı başına yeni bir kola dönüştü. Universal’ın sözünü ettiğimiz roman uyarlamaları bu kadar ‘kitsch’ efektler içermediğinden “King Kong”tan farklı bir alana kayıyorlardı zira. Buradaysa gerçek anlamda bir efekt çalışması vardı ve o da yüksek prodüksiyon kalitesi gerektiriyordu. Bunun anlamı, ‘bayağı’ kavramının perdede açığa çıkmasıydı.
2-Dördüncü duvarın yıkılışı
Aslında bu yola girerken Merian C. Cooper’ın yaptığı ‘canavar’ odaklı bir film üretmekti. Onu dönemin mantığına göre ötekileştirmesi, ilginçleştirmesi ve oryantalist bir bakış açısıyla kavraması gerekiyordu. Zira Lumiere Kardeşler’in sessiz sinemada yaptığı esaslı şey, dünyanın belli yerlerine kameramanlar yollayıp insanların ayağına; o zamanlarda göremeyecekleri, kilometrelerce uzaklarda yaşanan şeyleri getirmekti.
Sinema izleyicisi de o yıllarda ‘ötekileştirilen kötü adam’ kavramı ışığında karton tiplemelere alışıktı. “King Kong”, işte tam da bu bakış açısıyla oluşturulmuş bir hikaye örgüsünün içine sokuluyordu. Proje, ‘efsaneler’den cesaret alarak bir adaya giden film ekibinin, yani sessiz sinemadaki gerçek öykünün kurmacalaştırılmasını yerleştiriyordu zeminine. Bu noktada da esaslı girizgahın yapılmasının hemen ardından, ‘canavar’ın çıkacağı kapının önünde tapınan bir grup yerli, onların duaları ve adeta okült bir toplanmaya odaklanıyorduk.
Bu doğrultuda karşımızda o ayrımın arka kısmından, tamamen öte dünyaya itilmiş bir goril çıkarılıyordu. Aslında son derece doğal olan bu varlık, şimdi geriye bakınca sinemanın en gerçekçi canavarlarından biri olarak gözüküyor. Zira canavarlar evreninde insanoğlunun temeline ya da en ilkel zamanına denk geliyor. Bu sebeple şimdi bakınca bir hayli ‘komik’ ve hatta ‘çizgi film tipi’ gibi gelebilecek şekilde tasarlandığı söylenebilir.
Ancak o zamanlar için bu ötekileştirme durumu sinema izleyicisinin tam da istediği durumdu. Hikayenin omurgasına ise adaya dumanlarla giren karakterlerimizin çekeceği filmin; ‘gerçek bir rehin alma olayı’na dönüştüğüne tanıklık etmesi yerleştiriliyordu. Bir anda Fay Wray’in canlandırdığı o tipleme, kendini King Kong’un oryantalist, doğal ya da devasa kapının ardındaki tutsağı olarak buluyordu. Kapı geçilir geçilmez de adeta o evren ile bizim insanlığımız arasındaki ayrımlar son derece net bir şekilde karşımıza çıkarılıyordu.
Bunu sanayileşme-orman, kültür-doğa, fantezi dünyası-gerçek dünya ayrımı veya ne olarak algılarsanız algılayın, gerçek anlamda bir çizgi konuyordu araya orası kesin. Böyle olunca da ‘dördüncü duvarın yıkılışı’ (sinema perdesi ile izleyici arasındaki ilişkinin aktifleşmesi) teriminin bir çıkarımını izliyorduk film boyunca.
3-Doğa ile kültürün mücadelesi
Bu andan itibaren kızı Kong’un elinden kurtarma mücadelesi öne çıkarılırken, aslında kapının arkasındaki milattan önceki zamanı anlatan evren de aktif hale getiriliyordu. Lafın özü T-Rex’ten tutun kuş şeklindeki dinozor cinsine kadar, dinozor çeşitlerinin tamamıyla bir mücadeleye girişiyordu King Kong.
Yani insan ırkından önce maymun, maymundan önce gelen de dinozorlardı. İşte tam olarak da bu ‘evrimsel süreç’ üzerine bir ırk mücadelesi izlememiz sağlanıyor filmin tamamında. Bu aslında doğal bir süreç. Herhangi bir felsefik fark ortaya koymaktan ziyade ‘gerçek’ olanla ilgilenmek sinemanın ‘fantastik’teki ilk amacı idi zira.
Yönetmen bu durumu genelde arka planda stop-motion animasyon efektleriyle çizilmiş kavga eden ‘canavar’lar, önde ise araya çalıların veya ağaçların girmesini ille de şart koşan insan karakterler üzerinden görselleştiriyordu. Biz de ister istemez bir belgesel izler gibi bu mücadeleye odaklanıyorduk. Bu durum aslında filmin o zamanlar hissettirmek istediği ‘Gerçek mi bunlar?’ duygusu ışığında bir tedirgin edicilik de salgılamasına yol açıyordu. Çalıların içine yerleşen insanlar, adeta bir sinema perdesinde bu düelloları izliyorlardı. Biz de başka bir boyuttan onları ve canavarları...
Dramatik yapı açısından değerlendirmeye geçtiğimizde, doğada yaşayan hayvanların bir anda evrim geçirip insan ırkına dönüştüğünü ve 19. yüzyılda sanayileşme sonrasında gerçek anlamda yozlaştığını eleştirmek ana hedefti “King Kong”u üretirken. Sanki filmin cümlesi de bu noktaya gidiyordu. Sanayileşme ya da şehirleşme ile gelen ikiyüzlülük, paragözlük, hırs ve açgözlülük burada ilk kez bir korku filmi türevinin içinde servis ediliyordu.
Bundan sonraki dönemde de her katilin bir şekilde anlam yarattığına tanıklık ettik. “King Kong” da belki bu açıdan, ırkları bir araya getirirkenki mücadele duruşunu anlatmasıyla daha bir zihinlere yerleşti. Zira burada önceki devirlerde yaşanan mücadelenin kavga ile, şimdilerde ise iki kamera ve bir performans veren oyuncu ile gerçekleştiğini gözlemlemek mümkün.
4-Güzel ve Çirkin ile King Kong külliyatı
Aslında filmin fantastik macera kalıbında çekilmiş, çığır açan bir canavar filmi olması bir tarafa, bir başka açıdan da ele alınması gerek kanımca. O da ‘Güzel ve Çirkin’ masalını burada uyarladığı hal. Öyle ki karşımızda başlı başına ‘Operadaki Hayalet’ (Phantom of the Opera) örneğinde de görüldüğü gibi Kong’un ‘çirkin’, Ann’in ise ‘güzel’ konumuna sokulmasıyla yürüyen bir aşk hikayesi var. Sonraki uyarlamalarda bu durumdan daha çok yararlanılmış, hatta burada bazı sahneler sansüre uğramış olabilir (zira Kong’un Ann’e bir dokunuşu bile yaygara kopartmıştı o zamanlar sansür kurulu nezninde).
Ancak gerçek anlamda ‘ilkel’in, ‘sanayileşmiş güzel’e, giyiminden makyajına kadar onun sinemadaki temsiline tutulduğunu görebiliyoruz. Bu durum 20. yüzyılın biraz da doğal aşkı yozlaştırdığı eleştirisine açıklmamızı sağlıyor. Bir diğer açıdan bakınca ise gerçek anlamda bir modern masal iskeleti mevcut burada. Böylece korkunun hem dramatik derinlikleriyle mesaj verebileceği, hem de son derece zıt olduğu alanlardan içine belli hikayeleri transfer edebileceği kanıtlanmış oluyordu.
Filmin son cümlesinin ‘Çirkini helikopterler değil, güzel öldürdü’ olması ise bu durumu daha iyi açıklıyor. Hatta nokta bile koyuyor “King Kong”un temasal bütününe. Teknolojinin yavaş yavaş insanlığı alıp götüreceğini, eski metot savaşların geçerli olmadığını vurgulamaya yarıyor bu cümle.
Bu konuyu bir kenara bırakıp “King Kong” isminin 78 yıllık süreçte karşımıza çıktığı sayısız yeri de ele almak şart. Filmin 1976 tarihli John Guillermin imzalı ve 2005 tarihli Peter Jackson imzalı A sınıfı ezberi yutmuş yeniden çevrimleri var öncelikle. Bunun yanında 1934’de bir de devam filmi üretildi. “Son of Kong” isimli eserin efektçisi ilk film ile aynı. Bu sebeple de zaman içinde markalaşmasını normal karşılayabiliriz 1933 tarihli eserin.
Zaten Universal Studios’ın içinde sondaki tren sahnesini içeren bir tema parkı mevcut. Bu da onun “Jaws: Denizin Dişleri” (“Jaws”, 1975), “Geleceğe Dönüş” (“Back to the Future”, 1985) gibi markalaşmış filmlerle beraber anılmasını sağlıyor. En azından projeyi sonradan satın alan Universal’ın bu duruma bir ‘merchandising’ (ticari ürün) yaklaşımıyla destek verdiği görülebiliyor.
5-Takipçileri
Öncelikle “The Ape” (1940), “Captive Wild Woman” (1943), “Mighty Joe Young” (1949), “Gorilla at Large” (1954) gibi canavardan açılma ‘maymun filmi’nin erken dönem temsilcileri var. Bunlardan üçüncüsünün 1990’larda projelendirilen Charlize Theron’lu yeniden çevrimi ise artık bu mantığın ‘Disney’ düzeyinde aile filmi üretmeye kaydığını ispatlıyor.
Buna karşın alanın “Link” (1985), “Monkey Shines” (1988), “Shakma” (1990), “Phenomena” (1985), “Congo” (1995) gibi korku-bilimkurgu arasında gidip gelen mensupları da mevcutlar dahilinde işlevlerini sürdürüyorlar.
Ancak “King Kong”un etkisi daha çok Japonya’dan serileşen ‘Godzilla’ serisi, Spielberg’in imzasını taşıyan ‘Jurassic Park’ serisi (ki ikinci filmde şehre inen T-Rex yoluyla bariz bir gönderme de var) ve “Rodan” (1962) gibi eserlerde olmuştur. 2006’da “Yaratık” (“Gwoemul”) ve 2008’de “Canavar” (“Cloverfield”) gibi ‘canavar filmi’ni yenileyen eserler üremesi ise bir şeylerin eskidiğini kanıtlamıştır.
Kimlik:
King Kong
Yapım yılı: 1933
Yönetmen: Merian C. Cooper, Ernest B. Schoedsack
Oyuncular: Fay Wray, Robert Armstrong, Bruce Cabot, Frank Reicher, Sam Hardy, Noble Johnson
Senaryo: James Ashmore Creelamn, Ruth Rose (Merian C. Cooper ve Edgar Wallace’ın fikir ve hikayesinden)
Bütçe: 670.000 $
NEREDEN BULABİLİRİZ?
Türkiye’de DVD’si yok. İngilizce altyazılı versiyonu amazon.com’dan temin edilebilir.