'AKVARYUM'UNA SIKIŞAN BİR HAYAT
12/04/2010 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 7.5
|
“Kırmızı Sokak” ile tanıdığımız İngiliz yönetmen Andrea Arnold’un ikinci filmi, ülke sinemasında ‘sosyal gerçekçi sinema’ eğiliminin uzağında duran eserlerin üretiminin hızla arttığını kanıtlayan bir yapıt. Çarpıcı meselesi, etkileyici sinema dili ve TV formatına uyarlanan zeki ruhsal dünyasıyla dikkat çekici bir eser “Akvaryum”.
Mia, annesini ve onun sevgilisini kıskanarak yaşayan yalnız bir kızdır. Sadece 15 yaşındadır. Bu sebeple de kendini röntgenciliğin ve sıkıntının kollarına bırakır. Amacı gördüğü gibi bir seks yaşamı sürmektir. Onun kıskandığı ise esasen budur. Öyle ki hiçbir şeyin sonucunu düşünebilecek beyin yapısına henüz sahip değildir.
'GENÇ KIZ-OLGUN ERKEK İLİŞKİSİ' FORMÜLÜNÜ İZLİYOR
2006’da “Kırmızı Sokak”la (“Red Road”) Cannes Film Festivali’nde uzandığı ödül sayesinde adını duyuran Andrea Arnold’un ikinci filminde yine hafif gerilim ve gizem yüklü bir kadın hikayesi anlatılıyor, aynen oradaki gibi.
Yönetmen de böylece sinemadaki esas dertlerini belli ediyor bir bakıma. Aslında ele aldığı konunun, yani 15 yaşındaki birinin 35 yaşlarındaki bir başkasıyla ilişki yaşamasının birçok örneği var sinema tarihinde. “Aşk Mevsimi” (“The Graduate”, 1967), “Anne” (“The Mother”, 2003) ve “Skandal” (“Notes on a Scandal”, 2006) bu durumun en belirgin örnekleri. Andrea Arnold da zaten bu formüle odaklı bir yapı kurmuş.
"KIRMIZI SOKAK"IN ÜZERİNDE
Mia’nın annesinin ve üvey babasının arasındaki tansiyonun üzerine gitmiş. Bu durumun ahlaki, sosyal ve felsefik boyutunu araştırmaya soyunmuş. Öyle ki burada Arnold’un çok sevdiği ‘röntgencilik’ ve ‘seks’ meseleleri mevcut.
“Kırmızı Sokak”ta da çalıların arasında bir şey gören bir güvenlik görevlisi kadının bu gizemi aralama çabasını ele almıştı. Buradakine yine benzer bir şekilde ilerlese de bu “Cinayeti Gördüm”ün (“Blowup”, 1966) yapısı odaklı iskeletin altından tam anlamıyla kalkamamıştı.
DEVRİM NİTELİĞİNDE BİR GÖRSEL TERCİH
Arnold, burada da yine ‘çarpıcı bir cümle’ ile ‘bol metinli bir tema’dan yola çıkıyor. Senaryosu da bir hayli iyi. Ancak burada yaptığı görsel tercihler, onun tamamen ana karakterlerinin ruh hali odaklı bir arayış içinde olduğunu kanıtlıyor. Öyle ki Arnold, filmini son 50 senedir belki de sadece dört-beş kere yapılan bir şeyi yaparak 1.33:1 formatıyla çekmiş. Bu da TV oranı. Yani 40’larda kullanılan sinema ekranının formatı aslında.
2000’lere baktığımızda 30’ların film gramerini sinemaya sokmak isteyen “İyi Alman” (“The Good German”, 2006) ve “Brand upon Your Brain” (2006), bu formatı kullanmıştı. Ancak siyah-beyaz dokularıyla da öne çıkan, Steven Soderbergh ve Guy Maddin gibi yenilikçi yönetmenlerin ürünleriydi bu eserler. Arnold ise Gus Van Sant’ın “Fil”de (“Elephant”, 2003) yaptığı gibi bu formatı ruh halini anlatmak için kullanıyor.
KENDİ AKVARYUMUNDAN KAÇMAK İSTEYEN BİR KARAKTERİN HİKAYESİ
2000’lerin dördüncü 1.33:1 kullanan filmi olmasının da bir amacı var. “Akvaryum” isminin filmin hiçbir yerinde somut bir karşılığı yok. Ancak bu tam ekran formatı sayesinde ilk karede gördüğümüz Mia’nın ellerini yüzüne kapamış hali, tam anlamıyla bir akvaryumda sıkışmışlık izlenimi veriyor. Öyle ki karakterimiz, 15 yaşında ergenlik gelişimi arayışında bir tipleme.
Bunu da zaten girişte neredeyse birkaç erkeğin tecavüzüne uğramaktan zor kurtulduğu anda görüyoruz. Karakterimiz kendi deliğinden çıkmanın peşine düşüyor. Ancak akvaryumundan dışarı adım atarsa boğulacağını da biliyor. Öyle ki annesinin sevgilisiyle yaşadığı cinsel ilişki, onu bu ‘sudan dışarı çıkma’ durumuna itiyor. Böylece nefesi (yani suyu) bedavaya almayacağı bir hayatı seçiyor. Sonlara doğru da zaten kardeşiyle beraber bir balon eşliğinde umut yolculuğuna çıkıyorlar.
Anlayacağınız Mia, ‘armut piş ağzıma düş hayat’tan yani akvaryumun içindeki tasasız dünyadan, gerçek yaşamın dertlerine geçiş yapıyor. Nefes almanın bile zor olduğu bir dünyada şansını deniyor yani.
Lafın özü, Arnold 1.33:1 formatını kullanarak karakterin sıkışmışlığını anlatan akvaryum metaforunu kullanmak istemiş. Böylece yenilikçi bir karakter tasviriyle çıkagelmiş. El kamerasını sürekli onun arkasında ve çokça uzun plan odaklı kullanması da bu tek bir alanda sıkışıp kalma mantığının anlamını arttırıyor elbette.
EL KAMERASININ KULLANIMI SIRADAN DURSA DA ÇOK CAN YAKIYOR!
Eseri, bir başka taraftan da Van Sant filmi gibi okumak da mümkün. Öyle ki burada genç yaşlardaki bir karakterin dünyasının onun kadar inandırıcı vermeyi beceriyor yönetmen. Tabii Arnold’un elindeki hikayeleri etkileyici sinemasal yorumlarla tasvir ettiğini kabul etmek lazım. Bu noktada da Van Sant’ten daha farklı bir yol açıyor, el kamerasını kullanmaktaki özgün bakışıyla...
Buradaki iki seks sahnesinin ‘dogma filmleri’ düzeyinde inandırıcı durmaları da bir başka önemli unsur. Uzun lafın kısası Arnold, duygusal, komedi, gerilim, cinsel tansiyon gibi tonlar arasındaki dengeyi iyi tutturduğu mesajı yerinde bir eserle çıkagelmiş. Böylece ilk filmi “Kırmızı Sokak”taki söylemsizlik sorununu çözmüş.
Mia, annesini ve onun sevgilisini kıskanarak yaşayan yalnız bir kızdır. Sadece 15 yaşındadır. Bu sebeple de kendini röntgenciliğin ve sıkıntının kollarına bırakır. Amacı gördüğü gibi bir seks yaşamı sürmektir. Onun kıskandığı ise esasen budur. Öyle ki hiçbir şeyin sonucunu düşünebilecek beyin yapısına henüz sahip değildir.
'GENÇ KIZ-OLGUN ERKEK İLİŞKİSİ' FORMÜLÜNÜ İZLİYOR
2006’da “Kırmızı Sokak”la (“Red Road”) Cannes Film Festivali’nde uzandığı ödül sayesinde adını duyuran Andrea Arnold’un ikinci filminde yine hafif gerilim ve gizem yüklü bir kadın hikayesi anlatılıyor, aynen oradaki gibi.
Yönetmen de böylece sinemadaki esas dertlerini belli ediyor bir bakıma. Aslında ele aldığı konunun, yani 15 yaşındaki birinin 35 yaşlarındaki bir başkasıyla ilişki yaşamasının birçok örneği var sinema tarihinde. “Aşk Mevsimi” (“The Graduate”, 1967), “Anne” (“The Mother”, 2003) ve “Skandal” (“Notes on a Scandal”, 2006) bu durumun en belirgin örnekleri. Andrea Arnold da zaten bu formüle odaklı bir yapı kurmuş.
"KIRMIZI SOKAK"IN ÜZERİNDE
Mia’nın annesinin ve üvey babasının arasındaki tansiyonun üzerine gitmiş. Bu durumun ahlaki, sosyal ve felsefik boyutunu araştırmaya soyunmuş. Öyle ki burada Arnold’un çok sevdiği ‘röntgencilik’ ve ‘seks’ meseleleri mevcut.
“Kırmızı Sokak”ta da çalıların arasında bir şey gören bir güvenlik görevlisi kadının bu gizemi aralama çabasını ele almıştı. Buradakine yine benzer bir şekilde ilerlese de bu “Cinayeti Gördüm”ün (“Blowup”, 1966) yapısı odaklı iskeletin altından tam anlamıyla kalkamamıştı.
DEVRİM NİTELİĞİNDE BİR GÖRSEL TERCİH
Arnold, burada da yine ‘çarpıcı bir cümle’ ile ‘bol metinli bir tema’dan yola çıkıyor. Senaryosu da bir hayli iyi. Ancak burada yaptığı görsel tercihler, onun tamamen ana karakterlerinin ruh hali odaklı bir arayış içinde olduğunu kanıtlıyor. Öyle ki Arnold, filmini son 50 senedir belki de sadece dört-beş kere yapılan bir şeyi yaparak 1.33:1 formatıyla çekmiş. Bu da TV oranı. Yani 40’larda kullanılan sinema ekranının formatı aslında.
2000’lere baktığımızda 30’ların film gramerini sinemaya sokmak isteyen “İyi Alman” (“The Good German”, 2006) ve “Brand upon Your Brain” (2006), bu formatı kullanmıştı. Ancak siyah-beyaz dokularıyla da öne çıkan, Steven Soderbergh ve Guy Maddin gibi yenilikçi yönetmenlerin ürünleriydi bu eserler. Arnold ise Gus Van Sant’ın “Fil”de (“Elephant”, 2003) yaptığı gibi bu formatı ruh halini anlatmak için kullanıyor.
KENDİ AKVARYUMUNDAN KAÇMAK İSTEYEN BİR KARAKTERİN HİKAYESİ
2000’lerin dördüncü 1.33:1 kullanan filmi olmasının da bir amacı var. “Akvaryum” isminin filmin hiçbir yerinde somut bir karşılığı yok. Ancak bu tam ekran formatı sayesinde ilk karede gördüğümüz Mia’nın ellerini yüzüne kapamış hali, tam anlamıyla bir akvaryumda sıkışmışlık izlenimi veriyor. Öyle ki karakterimiz, 15 yaşında ergenlik gelişimi arayışında bir tipleme.
Bunu da zaten girişte neredeyse birkaç erkeğin tecavüzüne uğramaktan zor kurtulduğu anda görüyoruz. Karakterimiz kendi deliğinden çıkmanın peşine düşüyor. Ancak akvaryumundan dışarı adım atarsa boğulacağını da biliyor. Öyle ki annesinin sevgilisiyle yaşadığı cinsel ilişki, onu bu ‘sudan dışarı çıkma’ durumuna itiyor. Böylece nefesi (yani suyu) bedavaya almayacağı bir hayatı seçiyor. Sonlara doğru da zaten kardeşiyle beraber bir balon eşliğinde umut yolculuğuna çıkıyorlar.
Anlayacağınız Mia, ‘armut piş ağzıma düş hayat’tan yani akvaryumun içindeki tasasız dünyadan, gerçek yaşamın dertlerine geçiş yapıyor. Nefes almanın bile zor olduğu bir dünyada şansını deniyor yani.
Lafın özü, Arnold 1.33:1 formatını kullanarak karakterin sıkışmışlığını anlatan akvaryum metaforunu kullanmak istemiş. Böylece yenilikçi bir karakter tasviriyle çıkagelmiş. El kamerasını sürekli onun arkasında ve çokça uzun plan odaklı kullanması da bu tek bir alanda sıkışıp kalma mantığının anlamını arttırıyor elbette.
EL KAMERASININ KULLANIMI SIRADAN DURSA DA ÇOK CAN YAKIYOR!
Eseri, bir başka taraftan da Van Sant filmi gibi okumak da mümkün. Öyle ki burada genç yaşlardaki bir karakterin dünyasının onun kadar inandırıcı vermeyi beceriyor yönetmen. Tabii Arnold’un elindeki hikayeleri etkileyici sinemasal yorumlarla tasvir ettiğini kabul etmek lazım. Bu noktada da Van Sant’ten daha farklı bir yol açıyor, el kamerasını kullanmaktaki özgün bakışıyla...
Buradaki iki seks sahnesinin ‘dogma filmleri’ düzeyinde inandırıcı durmaları da bir başka önemli unsur. Uzun lafın kısası Arnold, duygusal, komedi, gerilim, cinsel tansiyon gibi tonlar arasındaki dengeyi iyi tutturduğu mesajı yerinde bir eserle çıkagelmiş. Böylece ilk filmi “Kırmızı Sokak”taki söylemsizlik sorununu çözmüş.