'YESTERDAY': ORTA HALLİ BİR THE BEATLES FETİŞİZMİ
FİLMİN NOTU: 5.5
|
Danny Boyle’dan Ringo Starr sürprizli bir saygı duruşu filmi. “Yesterday”, 'The Beatles fetişizmi' damarlı samimi bir romantik-komediye dönüşse de başroldeki yeteneksiz Himesh Patel’in katkısıyla Trump dönemine uygun durmak için çok kasıyor.
BOYLE-CURTIS BULUŞMASI İŞLİYOR MU?
İngiliz biçimci sinemasının önemli temsilcilerinden Danny Boyle. 1990’larda “Trainspotting” (1996) ve “Mezarını Derin Kaz” (“Shallow Grave”, 1994) ile başyapıt seviyesindeki filmlerle dikkat çekmişti. Ama sonrasında da boş durmayarak 2008’de “Milyoner” (“Slumdog Millionaire”) ile Bollywood estetiği, 2010’da “127 Saat”le (“127 Hours”, 2010) YouTube estetiğini devreye sokmuştu. Fakat işin doğrusu son 15 yılda memuriyeti öne çıkardı. Her şeye rağmen “Trainspotting” kültüne zeki bir seri üretim de ekledi 2017 yılında.
Richard Curtis ise “Dört Nikah Bir Cenaze” (“Four Weddings and a Funeral”, 1994) ile Oscar’a aday olarak dikkat çeken bir İngiliz senarist. “Aşk Her Yerde” (“Love Actually”, 2003), “Rock’n Roll Teknesi” (“The Boat That Rocked”, 2009)”, “Zamanda Aşk” (“About Time”, 2013) ile yönetmenlik kariyerinde de kalitesini ispatladı. Özellikle bunlardan birincisi ve üçüncüsü kendi melez türlerinin öne çıkarılan filmleridir.
Boyle, burada ‘memuriyet’in ötesine geçiyor mu tartışılır. Yeri geldiğinde video klip estetiğini, ekran bölme tekniğini, fantastik öğeleri devreye sokuyor. Ama “Yesterday” genel anlamda orta halli bir film. Biçimci denemelerin iddialı bir estetiğe değil de, Curtis’in film sürecini sürükleyen metnini besleyen bir malzemeye dönüştüğü söylenebilir.
THE BEATLES 1960’LARDA FAZLACA FİLME MALZEME OLDU
The Beatles Amerikan ve İngiliz sinemasına fazlaca konu olmuş bir rock grubu. Onunla ilgili her türlü üretim yapıldı. Özellikle “Gençlerin Sevgilisi” (“A Hard Day’s Night”, 1964), “Help!” (1965), “Yellow Submarine” (1968), “I Wanna Hold Your Hand” (1978) ilk akla gelenler. Bunlardan başyapıta dönüşen ilki aynı zamanda bir müzik kültürünü ve ‘bir grubun bir günü’ formülünü sinemaya sokmuştu.
İngiltere’de 1960’ların başında yedinci sanata giren biçimci sinemanın öncüsü giren Richard Lester, bunlardan ilk ikisine imzasını koyarak grubun sinemadaki temsilinde önemli bir rol oynadı. Üçüncü film özgün bir animasyondu. Dördüncüsü ise Robert Zemeckis’in The Beatles’ın hayranlarını anlattığı kurmaca kariyer girişiydi.
TRUMP DÖNEMİNDE OLMASA ÖNEMSENMEYECEK BAŞROL TERCİHİ
Danny Boyle 2010’da “127 Saat”te linklerden destek alan YouTube estetiğini devreye soksa da burada günümüzde bir The Beatles şarkıcısı olarak fenomene dönüşen ‘güncel karakter’e çok fazla alan açamıyor. Richard Curtis’in gerektirdiği memuriyet, yönetmenin yaratıcı biçimci yaklaşımının kalemi değil. Bu sebeple üzerine gidilen başroldeki karakter göze batıyor. Oyuncu olduğu tartışmalı Himesh Patel’in, sektörde niye bu kadar yükseldiği hala anlaşılamayan Dev Patel’le nasıl bir bağlantısı var bilinmez ama “Lion” (2016) kadar sömürücü ve alay edilesi bir durum da yok burada.
Ama onun canlandırdığı karakter üzerinden Amerika’nın ‘içimizdeki yabancılar’ özlemi ve sevgisi açığa çıkıyor. 2019’da çekilmese, Trump döneminde olmasa başarısız ve itici ana karakter, sırf iyi şarkı söylüyor diye bu kadar ciddiye alınmayabilirdi. Patel, Curtis’in özenli kalemine karşın inandırıcılık problemi yaşayabiliyor, bu da bir beceridir! ‘Beyaz İngiliz’ bir tipleme kurtarıcı olabilirmiş. Daha ziyade Kate McKinnon ve Lily James parlıyor. Bu da büyük oranda filmin unutulup gidecek samimi bir romantik komediye dönüşüp kendi köşesine çekilmesini sağlıyor.
POSTMODERN DURMAKTA ZORLANIYOR
The Beatles kültürünün fetişini yapma anlamında Julie Taymor imzalı “Across the Universe” (2007) gibi modern bir müzikalin üretildiği bir milenyumun içinde “Yesterday” başrol performansına uygun bulunan ‘kast’ haricinde iyi niyetli bir film olarak anılabilir belki. ‘Peki ya The Beatles yaşamamış olsaydı…’ya bağlı ‘kendini iyi hisset’ algısı da bir yere kadar işliyor. Boyle’un 2000’lerin başında BBC’ye çektiği gerçekçilikle biçimcilik arasında kalan tarifi tutmamış işler akla gelebiliyor. Kurgucu ve görüntü yönetmeni değişikliği zamanının gerisinde bir biçimciliğe sebebiyet verebiliyor.
Bu durum da ister istemez filmin postmodern durmasını engelliyor. 1960’larda çekilse ‘yeni’ gözükebilecek “Yesterday”, aslında 60’lı 70’li yıllarda hem The Beatles’ın hayranlarına, hem animasyona uzanan üretimi düşününce çok da anlamlı durmuyor. ‘The Beatles’ın yaşamadığı bir evrende onun şarkılarını seslendirerek şarkıcı olmak isteyen karakter’ fikri bir yere kadar tutarlı dursa da zamanla ‘ortalama’ hissi yaratarak köşesine çekiliyor. Sınırları zorlamak için memur olmayan Boyle lazımmış. Burada “Steve Jobs” (2015) misali ‘olgunluk’unu hissettirse de kabak tadı veren bir memuriyet var.
CURTIS’İN ‘KATMANLI DİYALOG KOMEDİSİ’ BECERİSİ BOYLE’UN YARATICILIĞINI KISITLIYOR
‘The Beatles fetişizmi’nin daha keskin ve zeki olanlarını çoktan gördüğümüzden “Yesterday”in Curtis’vari hamleleri; “Bugün Aslında Dündü” (“Groundhog Day”, 1993) ile akrabalık kuran zaman yolculuğu romantik-komedisi “Zamanda Aşk” kadar kalıcı durmuyor. Bu da Boyle-Curtis ikilisinin en büyük problemi. Hodge veya Garland ile işbirliği yapan Boyle çok daha iyi, taze, enerjik ve genç ruhluydu.
“Yesterday”, temelde hikayesiyle kendini izletiyor. Finalde ‘Bugün’ esprisi ve Ringo Starr sürprizi de The Beatles hayranlarını avcuna alabilir, ama bir eksiklik var hissi de bırakıyor. Curtis’in ‘diyalog komedisi’ ezberine uymak, Boyle’un yaratıcılığını kısıtlıyor.
BOYLE-CURTIS BULUŞMASI İŞLİYOR MU?
İngiliz biçimci sinemasının önemli temsilcilerinden Danny Boyle. 1990’larda “Trainspotting” (1996) ve “Mezarını Derin Kaz” (“Shallow Grave”, 1994) ile başyapıt seviyesindeki filmlerle dikkat çekmişti. Ama sonrasında da boş durmayarak 2008’de “Milyoner” (“Slumdog Millionaire”) ile Bollywood estetiği, 2010’da “127 Saat”le (“127 Hours”, 2010) YouTube estetiğini devreye sokmuştu. Fakat işin doğrusu son 15 yılda memuriyeti öne çıkardı. Her şeye rağmen “Trainspotting” kültüne zeki bir seri üretim de ekledi 2017 yılında.
Richard Curtis ise “Dört Nikah Bir Cenaze” (“Four Weddings and a Funeral”, 1994) ile Oscar’a aday olarak dikkat çeken bir İngiliz senarist. “Aşk Her Yerde” (“Love Actually”, 2003), “Rock’n Roll Teknesi” (“The Boat That Rocked”, 2009)”, “Zamanda Aşk” (“About Time”, 2013) ile yönetmenlik kariyerinde de kalitesini ispatladı. Özellikle bunlardan birincisi ve üçüncüsü kendi melez türlerinin öne çıkarılan filmleridir.
Boyle, burada ‘memuriyet’in ötesine geçiyor mu tartışılır. Yeri geldiğinde video klip estetiğini, ekran bölme tekniğini, fantastik öğeleri devreye sokuyor. Ama “Yesterday” genel anlamda orta halli bir film. Biçimci denemelerin iddialı bir estetiğe değil de, Curtis’in film sürecini sürükleyen metnini besleyen bir malzemeye dönüştüğü söylenebilir.
THE BEATLES 1960’LARDA FAZLACA FİLME MALZEME OLDU
The Beatles Amerikan ve İngiliz sinemasına fazlaca konu olmuş bir rock grubu. Onunla ilgili her türlü üretim yapıldı. Özellikle “Gençlerin Sevgilisi” (“A Hard Day’s Night”, 1964), “Help!” (1965), “Yellow Submarine” (1968), “I Wanna Hold Your Hand” (1978) ilk akla gelenler. Bunlardan başyapıta dönüşen ilki aynı zamanda bir müzik kültürünü ve ‘bir grubun bir günü’ formülünü sinemaya sokmuştu.
İngiltere’de 1960’ların başında yedinci sanata giren biçimci sinemanın öncüsü giren Richard Lester, bunlardan ilk ikisine imzasını koyarak grubun sinemadaki temsilinde önemli bir rol oynadı. Üçüncü film özgün bir animasyondu. Dördüncüsü ise Robert Zemeckis’in The Beatles’ın hayranlarını anlattığı kurmaca kariyer girişiydi.
TRUMP DÖNEMİNDE OLMASA ÖNEMSENMEYECEK BAŞROL TERCİHİ
Danny Boyle 2010’da “127 Saat”te linklerden destek alan YouTube estetiğini devreye soksa da burada günümüzde bir The Beatles şarkıcısı olarak fenomene dönüşen ‘güncel karakter’e çok fazla alan açamıyor. Richard Curtis’in gerektirdiği memuriyet, yönetmenin yaratıcı biçimci yaklaşımının kalemi değil. Bu sebeple üzerine gidilen başroldeki karakter göze batıyor. Oyuncu olduğu tartışmalı Himesh Patel’in, sektörde niye bu kadar yükseldiği hala anlaşılamayan Dev Patel’le nasıl bir bağlantısı var bilinmez ama “Lion” (2016) kadar sömürücü ve alay edilesi bir durum da yok burada.
Ama onun canlandırdığı karakter üzerinden Amerika’nın ‘içimizdeki yabancılar’ özlemi ve sevgisi açığa çıkıyor. 2019’da çekilmese, Trump döneminde olmasa başarısız ve itici ana karakter, sırf iyi şarkı söylüyor diye bu kadar ciddiye alınmayabilirdi. Patel, Curtis’in özenli kalemine karşın inandırıcılık problemi yaşayabiliyor, bu da bir beceridir! ‘Beyaz İngiliz’ bir tipleme kurtarıcı olabilirmiş. Daha ziyade Kate McKinnon ve Lily James parlıyor. Bu da büyük oranda filmin unutulup gidecek samimi bir romantik komediye dönüşüp kendi köşesine çekilmesini sağlıyor.
POSTMODERN DURMAKTA ZORLANIYOR
The Beatles kültürünün fetişini yapma anlamında Julie Taymor imzalı “Across the Universe” (2007) gibi modern bir müzikalin üretildiği bir milenyumun içinde “Yesterday” başrol performansına uygun bulunan ‘kast’ haricinde iyi niyetli bir film olarak anılabilir belki. ‘Peki ya The Beatles yaşamamış olsaydı…’ya bağlı ‘kendini iyi hisset’ algısı da bir yere kadar işliyor. Boyle’un 2000’lerin başında BBC’ye çektiği gerçekçilikle biçimcilik arasında kalan tarifi tutmamış işler akla gelebiliyor. Kurgucu ve görüntü yönetmeni değişikliği zamanının gerisinde bir biçimciliğe sebebiyet verebiliyor.
Bu durum da ister istemez filmin postmodern durmasını engelliyor. 1960’larda çekilse ‘yeni’ gözükebilecek “Yesterday”, aslında 60’lı 70’li yıllarda hem The Beatles’ın hayranlarına, hem animasyona uzanan üretimi düşününce çok da anlamlı durmuyor. ‘The Beatles’ın yaşamadığı bir evrende onun şarkılarını seslendirerek şarkıcı olmak isteyen karakter’ fikri bir yere kadar tutarlı dursa da zamanla ‘ortalama’ hissi yaratarak köşesine çekiliyor. Sınırları zorlamak için memur olmayan Boyle lazımmış. Burada “Steve Jobs” (2015) misali ‘olgunluk’unu hissettirse de kabak tadı veren bir memuriyet var.
CURTIS’İN ‘KATMANLI DİYALOG KOMEDİSİ’ BECERİSİ BOYLE’UN YARATICILIĞINI KISITLIYOR
‘The Beatles fetişizmi’nin daha keskin ve zeki olanlarını çoktan gördüğümüzden “Yesterday”in Curtis’vari hamleleri; “Bugün Aslında Dündü” (“Groundhog Day”, 1993) ile akrabalık kuran zaman yolculuğu romantik-komedisi “Zamanda Aşk” kadar kalıcı durmuyor. Bu da Boyle-Curtis ikilisinin en büyük problemi. Hodge veya Garland ile işbirliği yapan Boyle çok daha iyi, taze, enerjik ve genç ruhluydu.
“Yesterday”, temelde hikayesiyle kendini izletiyor. Finalde ‘Bugün’ esprisi ve Ringo Starr sürprizi de The Beatles hayranlarını avcuna alabilir, ama bir eksiklik var hissi de bırakıyor. Curtis’in ‘diyalog komedisi’ ezberine uymak, Boyle’un yaratıcılığını kısıtlıyor.
'LAUREL İLE HARDY': VASAT BİR STAN VE OLLIE BİYOGRAFİSİ
FİLMİN NOTU: 4.5
|
Sinema tarihi senelerdir film yıldızlarının tatminkar olamayan biyografik filmleriyle dolu. “Laurel ile Hardy” (“Stan and Ollie”) de bunların arasına iki müthiş performans ve hüzünlü açılış-kapanış sekansları dışında tatmin etmeyerek ekleniyor.
COOGAN VE C. REILLY EFSANELERİN TA KENDİLERİNE DÖNÜŞMÜŞLER
Sessiz sinema döneminde ‘fiziksel komedi’ye yatkın Charlie Chaplin, Buster Keaton, Harold Lloyd gibi isimler parladı, kendi komedi alt türlerinde gelenek yarattı. Bunların yerine ise 1920’lerde ve 1930’ların başında ikililer ve ekipler geçti, artık ‘diyalog komedisi’ devreye girmeliydi. İkili komedyenler arasında sıska Stan Laurel ile iri Oliver Hardy ‘zıtlık’ yaratma açısından çok belirgin bir birliktelikti. Benim için o dönemde Marx Kardeşler gibi ekipler daha kalıcı olmuştur, en azından bıraktıkları filmler açısından. Laurel ile Hardy ise popüler kültür ikonuna dönüştüler.
Steve Coogan ve John C. Reilly, efsane ikilinin ta kendisi gibiler. Adeta onların ses tonu, yüz ifadesi ya da esprileri değil de, gerçek temsilleri olmuşlar. Bu durum “Laurel ile Hardy”ye (“Stan and Ollie”, 2018) çok şey katıyor. Makyajın becerisine de çok şey borçlu bir kusursuzluğa alan açıyor. Peki ama yönetmen Jon S. Baird ikinci uzun metrajına neler getiriyor?
AÇILIŞ VE KAPANIŞ SEKANSI NOSTALJİK TAT KATIYOR
Açıkçası filmin açılış ve kapanıştaki plan sekansa yakın kaydırmaları dikkat çekici sekansları duyuruyor. 1930’ların sonlarında düşüşe geçme aşamasındaki stüdyo resmi ile 1950’lerin İngiltere turlarındaki tiyatro sahneleri arasında kurulan büyü ve nostalji hissi keşfetmeye değer. Ancak bu bağlantının ortası ne kadar iyi dolduruluyor tartışılır…
‘A.J.’ Marriot’ın 1993’te yazdığı ‘Laurel ve Hardy: British Tours’ kitabını “Umudun Peşinde”nin (“Philomena”, 2013) senaristi ve yapımcısı Jeff Pope perdeye uyarlamış. Açıkçası efsane ikilinin daha çekici bir dönemi perdeye aktarılabilirdi. ‘Bir dönemi ele alma’ fikri bazen ilginç dokunuşlar içerebiliyor. Ama buradaki “Marilyn ile Bir Hafta” (“My Week with Marilyn”, 2011) gibi vasat bir BBC eğlencesi havası yaratmış.
PETER SELLERS BİYOGRAFİSİNİN BECERİSİNİ ARATIYOR
Baird, biçimci kara komedi “Pislik” (“Filth”, 2014) ile çıkış yapmıştı. Ama burada “Karşınızda Peter Sellers”ın (“The Life and Death of Peter Sellers”, 2004) ve “Aydaki Adam” (“Man on the Moon”, 1999) kıvamında alaycılığı ana karakterin yaşam biçimi olarak tasarlayan oyunbaz biyografik filmlerle bağlantı kurulmamış. Bu konuda Peter Sellers filmi özellikle ikoniktir. Herkese oyun oynayan Geoffrey Rush’un tiplemesi unutulmazlar arasına girmiştir.
Daha ziyade Richard Attenborough’nun düzgün çekilmiş olsa da uzunluk problemi çeken “Chaplin”i (1992) ile bağ kuruluyor. Burada sanat yönetimi, makyaj ve kostüme özenme uğruna aslında kasıntı duran bir klasik yönetmenlik var. Klasik olma kaygısı da aslında bu biyografiyi ‘vasat’ olmaya kadar götürüyor. ‘Stüdyo usulü biyografik film’ yaratma havası çok bariz bir şekilde hissediliyor.
“Laurel ile Hardy” çabuk unutulacak anlardan oluşuyor. Kalıcı ve özgün bir hikayeyi izlemiyor, bilinen başarısızlık öyküsüne sapıyor. Sadece C. Reilly-Coogan’ın uyumu ve eğlendirme becerisiyle anılacak. Onun ötesinde ikilinin çeşitli filmlerinden görsel alıntıları ve sonraki kuşakları olan Abbott-Costello’ya dair 1953’te “İki Açıkgöz Yıldızlar Diyarında” (“Abbott and Costello Go To Mars”) üzerinden yorumlarını izlemek de zaman yolculuğu hissi yaşatıyor elbette!
COOGAN VE C. REILLY EFSANELERİN TA KENDİLERİNE DÖNÜŞMÜŞLER
Sessiz sinema döneminde ‘fiziksel komedi’ye yatkın Charlie Chaplin, Buster Keaton, Harold Lloyd gibi isimler parladı, kendi komedi alt türlerinde gelenek yarattı. Bunların yerine ise 1920’lerde ve 1930’ların başında ikililer ve ekipler geçti, artık ‘diyalog komedisi’ devreye girmeliydi. İkili komedyenler arasında sıska Stan Laurel ile iri Oliver Hardy ‘zıtlık’ yaratma açısından çok belirgin bir birliktelikti. Benim için o dönemde Marx Kardeşler gibi ekipler daha kalıcı olmuştur, en azından bıraktıkları filmler açısından. Laurel ile Hardy ise popüler kültür ikonuna dönüştüler.
Steve Coogan ve John C. Reilly, efsane ikilinin ta kendisi gibiler. Adeta onların ses tonu, yüz ifadesi ya da esprileri değil de, gerçek temsilleri olmuşlar. Bu durum “Laurel ile Hardy”ye (“Stan and Ollie”, 2018) çok şey katıyor. Makyajın becerisine de çok şey borçlu bir kusursuzluğa alan açıyor. Peki ama yönetmen Jon S. Baird ikinci uzun metrajına neler getiriyor?
AÇILIŞ VE KAPANIŞ SEKANSI NOSTALJİK TAT KATIYOR
Açıkçası filmin açılış ve kapanıştaki plan sekansa yakın kaydırmaları dikkat çekici sekansları duyuruyor. 1930’ların sonlarında düşüşe geçme aşamasındaki stüdyo resmi ile 1950’lerin İngiltere turlarındaki tiyatro sahneleri arasında kurulan büyü ve nostalji hissi keşfetmeye değer. Ancak bu bağlantının ortası ne kadar iyi dolduruluyor tartışılır…
‘A.J.’ Marriot’ın 1993’te yazdığı ‘Laurel ve Hardy: British Tours’ kitabını “Umudun Peşinde”nin (“Philomena”, 2013) senaristi ve yapımcısı Jeff Pope perdeye uyarlamış. Açıkçası efsane ikilinin daha çekici bir dönemi perdeye aktarılabilirdi. ‘Bir dönemi ele alma’ fikri bazen ilginç dokunuşlar içerebiliyor. Ama buradaki “Marilyn ile Bir Hafta” (“My Week with Marilyn”, 2011) gibi vasat bir BBC eğlencesi havası yaratmış.
PETER SELLERS BİYOGRAFİSİNİN BECERİSİNİ ARATIYOR
Baird, biçimci kara komedi “Pislik” (“Filth”, 2014) ile çıkış yapmıştı. Ama burada “Karşınızda Peter Sellers”ın (“The Life and Death of Peter Sellers”, 2004) ve “Aydaki Adam” (“Man on the Moon”, 1999) kıvamında alaycılığı ana karakterin yaşam biçimi olarak tasarlayan oyunbaz biyografik filmlerle bağlantı kurulmamış. Bu konuda Peter Sellers filmi özellikle ikoniktir. Herkese oyun oynayan Geoffrey Rush’un tiplemesi unutulmazlar arasına girmiştir.
Daha ziyade Richard Attenborough’nun düzgün çekilmiş olsa da uzunluk problemi çeken “Chaplin”i (1992) ile bağ kuruluyor. Burada sanat yönetimi, makyaj ve kostüme özenme uğruna aslında kasıntı duran bir klasik yönetmenlik var. Klasik olma kaygısı da aslında bu biyografiyi ‘vasat’ olmaya kadar götürüyor. ‘Stüdyo usulü biyografik film’ yaratma havası çok bariz bir şekilde hissediliyor.
“Laurel ile Hardy” çabuk unutulacak anlardan oluşuyor. Kalıcı ve özgün bir hikayeyi izlemiyor, bilinen başarısızlık öyküsüne sapıyor. Sadece C. Reilly-Coogan’ın uyumu ve eğlendirme becerisiyle anılacak. Onun ötesinde ikilinin çeşitli filmlerinden görsel alıntıları ve sonraki kuşakları olan Abbott-Costello’ya dair 1953’te “İki Açıkgöz Yıldızlar Diyarında” (“Abbott and Costello Go To Mars”) üzerinden yorumlarını izlemek de zaman yolculuğu hissi yaşatıyor elbette!
'ATEŞLE OYNAYANLAR': JACQUES DEMY'YE ATIFTA BULUNAN BİR İLK FİLM
FİLMİN NOTU: 5.3
|
Sinemaya kendi türünde keyif veren bir film armağan ederken Tahar Rahim ile Stacy Martin’in enerjik kimyasıyla yol alan bir yapıt. “Ateşle Oynayanlar” ("Joueurs"), Marie Monge’yi yedinci sanata sokan ‘kumar filmi-aşk filmi’ kırması yapısıyla Demy klasiği “Bay of Angels”ın yerinde duramayan ardılına dönüşüyor.
‘ROMANTİK KUMAR FİLMİ’NDE FAALİYET GÖSTERİYOR
Tehlikeli aşk hikayeleri her daim sinemanın malzemesi olmuştur. Hatta 1930’lardan itibaren ‘katil aşıklar filmi’ adlı bir melez türden haberdarız. Bunun ötesinde iki tehlikeli tiplemenin aşkını ele alırken ‘delilerin aşkı’ olarak adlandırılan filmler de (bkz. “David and Lisa”, “Silver Linings Playbook”, “Ana Mon Amour”) vardır. Bu durum çok açık bir formülü doğurur.
Marie Monge, “Ateşle Oynayanlar”da (“Joueurs”, 2018) bu anlamda denemeleri olan bir yapıta imza atıyor. Ama temeline Zulawski, Carax gibi yönetmenleri almıyor. Aksine Jacques Demy’nin ‘romantik kumar filmi’ “Bay of Angels”ın (“La Baie des Anges”, 1963) ardılı olarak yola çıkıyor. Tahar Rahim de, Stacy Martin de bu ‘suçlu aşıklar’ melez formülüne fazlasıyla yakışıyor.
KENDİ ALANINDA İZLETEN BİR İLK FİLM
2.35:1’de rahatlıkla akan bir aşk filmi seyirliği var. Ama “Mad Love” (“L’Amour Braque”, 1985), “Köprü Üstü Aşıkları” (“Les Amants du Pont-Neuf”, 1991) kadar güçlü, dil yaratan bir film izlemiyoruz nihayetinde. Rahim-Martin ikilisinin suç ile cinsellik yüklü, tehlikeden beslenen yaşamları bize tesir ediyor.
Hatta bunun hissiyatı, kurgu ile görüntü yönetiminin dengesiyle de tutarlı bir şekilde kalkındırılıyor. Ritim duygusu yerinde. Ama “Ateşle Oynayanlar”ın bunun ötesinde kalıcı bir film olduğunu söylemek güç. Yine de Cannes yan bölümlerinden Hollywood’a transfer olma ihtimali taşıyan bir ‘Fransız yönetmen’ çıkarmasıyla anılacağı kesin…
‘ROMANTİK KUMAR FİLMİ’NDE FAALİYET GÖSTERİYOR
Tehlikeli aşk hikayeleri her daim sinemanın malzemesi olmuştur. Hatta 1930’lardan itibaren ‘katil aşıklar filmi’ adlı bir melez türden haberdarız. Bunun ötesinde iki tehlikeli tiplemenin aşkını ele alırken ‘delilerin aşkı’ olarak adlandırılan filmler de (bkz. “David and Lisa”, “Silver Linings Playbook”, “Ana Mon Amour”) vardır. Bu durum çok açık bir formülü doğurur.
Marie Monge, “Ateşle Oynayanlar”da (“Joueurs”, 2018) bu anlamda denemeleri olan bir yapıta imza atıyor. Ama temeline Zulawski, Carax gibi yönetmenleri almıyor. Aksine Jacques Demy’nin ‘romantik kumar filmi’ “Bay of Angels”ın (“La Baie des Anges”, 1963) ardılı olarak yola çıkıyor. Tahar Rahim de, Stacy Martin de bu ‘suçlu aşıklar’ melez formülüne fazlasıyla yakışıyor.
KENDİ ALANINDA İZLETEN BİR İLK FİLM
2.35:1’de rahatlıkla akan bir aşk filmi seyirliği var. Ama “Mad Love” (“L’Amour Braque”, 1985), “Köprü Üstü Aşıkları” (“Les Amants du Pont-Neuf”, 1991) kadar güçlü, dil yaratan bir film izlemiyoruz nihayetinde. Rahim-Martin ikilisinin suç ile cinsellik yüklü, tehlikeden beslenen yaşamları bize tesir ediyor.
Hatta bunun hissiyatı, kurgu ile görüntü yönetiminin dengesiyle de tutarlı bir şekilde kalkındırılıyor. Ritim duygusu yerinde. Ama “Ateşle Oynayanlar”ın bunun ötesinde kalıcı bir film olduğunu söylemek güç. Yine de Cannes yan bölümlerinden Hollywood’a transfer olma ihtimali taşıyan bir ‘Fransız yönetmen’ çıkarmasıyla anılacağı kesin…
'ANNABELLE 3': ANNABELLE EVE DÖNÜYOR
FİLMİN NOTU: 4.5
|
‘Chucky’ye kız kardeş önerisi olarak doğan serinin üçüncü halkası da tatminkar değil. Ama “Annabelle 3” (“Annabelle Comes Home”), en azından Patrick Wilson ile Vera Farmiga’nın varlığıyla heyecan yaratıyor.
İŞÇİLİK AÇISINDAN YAN BÖLÜM SERİSİNİN EN DERLİ TOPLUSU
James Wan’ın stüdyolara yaptığı oyunbaz ve tarihi ‘ruh çağırma filmi’ “Korku Seansı” (“The Conjuring”, 2013) o kadar popüler oldu ki seri üretim fabrikasına dönüştü. Klasik devam filmi ve bununla beraber beş yan bölüm gördük. Bunların arasında esasen ‘Annabelle’ kült kitleye ulaşan oldu. 2014’te gerçek başlangıç, 2017’de ön bölüm derken, 2019’da köklere dönüşle yüzleşiyoruz. Serinin yönetmenlik ve iddia açısından her parçası ayrı bir potansiyele sahip. Ancak her biri de olmamış hissi veriyor.
Ama “Lanetli Çocuk” (“The Boy”, 2015) kadar iddialı bir ‘çocuk katil prototipi’ de yaratmıyor öte yandan. Bu durum filmin ‘büyüyen Annabelle’e kadar işi götürmesiyle aslında ‘pahalı görsel efekt’ aşısı anlamına da geliyor. Yine de işçilik açısından Gary Dauberman, serinin en derli toplu filmine imza atmış. Atmosferden taviz vermeden aslında prodüksiyonun keyfini sürme derdi belli oranda tutuyor.
YAN BÖLÜM OLARAK ‘THE NUN’I TERCİH EDERİM
Bu durum “Chucky’nin Gelini” (“Bride of Chucky”, 1998), “Bebek” (“Seed of Chucky”, 2004) gibi kült seri üretimlere yol açmıyor yine. Ama ön bölümün sonrasına bakıp başka bir hikaye izlemek, “Korku Seansı”nın paranormal araştırmacılarıyla cebelleşmek bir haz veriyor.
Elbette 106 dakikaya sarkmadıkça bu hava var. Burada ikinci bölümdeki Anthony LaPaglia gibi dahiyane bir ekleme yok. Aksine “Dehşetin Yüzü” (“The Nun”, 2018) kadar bütçe yükseltilmiş, ama oradaki kült eğlence de gelmemiş. Serinin vasatlığı yerli yerinde duruyor, ama biraz görsellik kuvvetlenmiş.
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
ADALETSİZ (DRAGGED ACROSS CONCRETE): 2.9
ALADDIN: 4.5
ALEM-İ CİN 2: 3.1
ANNA: 3.3
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
ÇİFTE HAYATLAR (DOUBLES VIES): 5.8
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EKSİ BİR: 4.8
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GÜLLER: 3.2
GÜN BATIMI (SUNSET): 6.9
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HIGH LIFE: 6.9
HOTEL MUMBAI: 4.5
İÇERDEKİLER: 2.7
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KRAL MİDAS’IN HAZİNESİ: 1.4
KUKLALI KÖŞK: 3.4
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
POKEMON DEDEKTİF PIKACHU: 5.7
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TEMİZLİKÇİ (THE CLEANING LADY): 3.5
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YAZLIK EV (LES ESTIVANTS): 2.7
YUVA: 7
İŞÇİLİK AÇISINDAN YAN BÖLÜM SERİSİNİN EN DERLİ TOPLUSU
James Wan’ın stüdyolara yaptığı oyunbaz ve tarihi ‘ruh çağırma filmi’ “Korku Seansı” (“The Conjuring”, 2013) o kadar popüler oldu ki seri üretim fabrikasına dönüştü. Klasik devam filmi ve bununla beraber beş yan bölüm gördük. Bunların arasında esasen ‘Annabelle’ kült kitleye ulaşan oldu. 2014’te gerçek başlangıç, 2017’de ön bölüm derken, 2019’da köklere dönüşle yüzleşiyoruz. Serinin yönetmenlik ve iddia açısından her parçası ayrı bir potansiyele sahip. Ancak her biri de olmamış hissi veriyor.
Ama “Lanetli Çocuk” (“The Boy”, 2015) kadar iddialı bir ‘çocuk katil prototipi’ de yaratmıyor öte yandan. Bu durum filmin ‘büyüyen Annabelle’e kadar işi götürmesiyle aslında ‘pahalı görsel efekt’ aşısı anlamına da geliyor. Yine de işçilik açısından Gary Dauberman, serinin en derli toplu filmine imza atmış. Atmosferden taviz vermeden aslında prodüksiyonun keyfini sürme derdi belli oranda tutuyor.
YAN BÖLÜM OLARAK ‘THE NUN’I TERCİH EDERİM
Bu durum “Chucky’nin Gelini” (“Bride of Chucky”, 1998), “Bebek” (“Seed of Chucky”, 2004) gibi kült seri üretimlere yol açmıyor yine. Ama ön bölümün sonrasına bakıp başka bir hikaye izlemek, “Korku Seansı”nın paranormal araştırmacılarıyla cebelleşmek bir haz veriyor.
Elbette 106 dakikaya sarkmadıkça bu hava var. Burada ikinci bölümdeki Anthony LaPaglia gibi dahiyane bir ekleme yok. Aksine “Dehşetin Yüzü” (“The Nun”, 2018) kadar bütçe yükseltilmiş, ama oradaki kült eğlence de gelmemiş. Serinin vasatlığı yerli yerinde duruyor, ama biraz görsellik kuvvetlenmiş.
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
ADALETSİZ (DRAGGED ACROSS CONCRETE): 2.9
ALADDIN: 4.5
ALEM-İ CİN 2: 3.1
ANNA: 3.3
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
ÇİFTE HAYATLAR (DOUBLES VIES): 5.8
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EKSİ BİR: 4.8
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GÜLLER: 3.2
GÜN BATIMI (SUNSET): 6.9
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HIGH LIFE: 6.9
HOTEL MUMBAI: 4.5
İÇERDEKİLER: 2.7
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KRAL MİDAS’IN HAZİNESİ: 1.4
KUKLALI KÖŞK: 3.4
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
POKEMON DEDEKTİF PIKACHU: 5.7
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TEMİZLİKÇİ (THE CLEANING LADY): 3.5
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YAZLIK EV (LES ESTIVANTS): 2.7
YUVA: 7