'KILL BILL MODELİ'NİN SAVAŞ FİLMİ KOLU
21/08/2009 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 7.5
|

2000’lerde “Kill Bill” ile daha sinefil bir film modelinin izini sürmeye başlayan Tarantino, burada ‘macaroni combat filmi’ni ve Peckinpah’ın ‘savaş filmleri’ni ona yakın bir iskelete yerleştiren bir eserle çıkageliyor.
90’lı yıllarda “Rezervuar Köpekleri” (“Reservoir Dogs”) ve “Ucuz Roman” (“Pulp Fiction”) ile çığır açan Tarantino, nedense halen o filmleriyle anılıyor. Ancak yönetmen, 2000’lerde “Kill Bill”i çekerek farklı bir döneme girdiğini kanıtladı. 90’larda Coen Kardeşler’in mantığına da ayak uydurarak, ‘sinema tarihinde hayran olduğu ucuz şeyler’den bir kara komedi iskeleti çıkarıyordu. Elbette sinema dili, üslup ve hikaye kurgusu ile oynamaya da büyük önem veriyordu.
"KILL BILL" İLE YENİ BİR DÖNEM BAŞLADI
Ancak 2000’lerde bu durum daha sinefil ve oyuncaklı bir yapıya kavuştu. “Kill Bill”, artık hayran olduğu filmlerden belli sahneleri alıp, bunları kendi anlayışına göre çekmeye başladığını ispatlayan bir eserdi. Nihai sonuçta ise sahnelerin tamamının farklı bir üslup ile çekilmesi, bize yeni bir film modeli armağan ediyordu sinema külliyatına.
Öyle ki japon animesi, wuxia, istismar filmi, chambara, spagetti western, giallo, kara film gibi sevdiği birçok alandan izler taşıyordu bu film. Tabii detayları da ana yapının içine yerleştirmeyi ihmal etmiyordu yönetmen.
2007’de “Ölüm Geçirmez” (“Death Proof”) ile bu sefer kendi cinsel istismar filmini çeken Tarantino, pelikülle de oynayıp onun sürekli yırtılmasına odaklanırken, bir diğer taraftan da Godardiyen bir hareketle hikaye akışını bozuyordu. 2009’a geldiğimizde ise Tarantino’nun kendi ‘macaroni combat filmi’ni çektiğine tanıklık ediyoruz.
SAVAŞ FİLMLERİNİN GELENEKSEL YAPISI, 'MACARONI COMBAT' İLE YIKILMIŞTI
“Soysuzlar Çetesi”, Tarantino’nun “Kill Bill”den sonra ispatladığı durumun üzerine gidiyor. O da belli türleri estetik bir bütünlükle konvansiyonel sinemadan uzaklaştırma geleneğine hayranlığı. Öyle ki; Hong Kong’da dövüş filminin estetize edilmiş hali wuxianın ve yakuza filmlerinin görselliği öne çıkaran hale getirildiği triad filminin, İtalya’da western’in stilize versiyonu olan spagetti westernin ve korkunun estetize edildiği ‘spagetti korku filmleri’nin (Dario Argento ve Lucio Fulci’nin çektiği İtalyan slasherı olarak anılan giallolar), Japonya’da ise samuray filmlerinin stilize bir yapıya kavuştuğu chambaranın ardından şimdi de ‘macaroni combat’ alanına atıyor elini.
Aslında lafın özü, klasik sinemayla derdi olan türlerle haşır neşir bir şahsiyet kendisi. Bu da kişisel anlamda, ‘hakim formüller’ ile sorunları olan bir sinema insanını anlatıyor bizlere. Bu sebeple de şimdiye kadar triad film ile spagetti korku filmlerine baskın bir rol vermese dahi, onların etkilerini de belli sahnelerde hissettiriyor.
Zaten “Kill Bill”, bütün sinema fetişini sinema perdesine döktüğü filmdi Tarantino’nun. Ancak ileride bir ‘spagetti korku filmi’ veya ‘triad filmi’ çekmesini bekleyebiliriz. Burada ise 70’lerde İtalya’da ‘geleneksel savaş filmleri’ne cevap olarak doğan ‘macaroni combat filmi’ alt türüne atıyor elini.
Filminin ismi de türün babalarından Enzo Castellari’nin 1978 tarihli “The Inglorious Bastards” (“Quel maledetto treno blindato”) adlı yapıtına atıfta bulunmak için yerleştirilmesi de bir tesadüf değil elbette.
Bu alt türü açmak gerekirse, özellikle ‘Nazi-yahudi çatışması’ meselesi ile dalgasını geçen, bunun için merkeze anti-kahramanları yerleştiren, yer yer ise şiddet ile cinselliği öne çıkaran bir yapının izini sürdüğünü söyleyebiliriz. Castellari’nin bu filminde, ‘çırılçıplak nehre giren Alman kadın askerlerin bir anda ateş açmaları’ gibi sahneler de mevcut. Filmin hikayesi ise 11 sene sonra çekildiği “The Dirty Dozen”a atıfta bulunmak için yerleştirilmiş.
Ancak estetik açıdan baktığımızda, Tarantino’nun bundan önce etkisinde olduğu ‘türleri opera estetiğiyle görsel yapısı öne çıkan hale getirme’ amacı güden alt türlerin yapısının çok uzağında seyrettiğini görebiliyoruz. Bu sebeple de yönetmen, “Soysuzlar Çetesi”nde stil oyunu yapmaktan özellikle kaçınmış. Böyle olunca da hem “Kill Bill”in yenilikçi film modelinin uzağında durmuş, hem de sinemada bir kez daha çığır açma şansını elinin tersiyle itmiş.
BRIAN DE PALMA'NIN OĞLU OLABİLİR Mİ?
Öyle ki Tarantino, “Kill Bill” ile daha önce Brian De Palma’nın korku filmleri, Hitchcock filmleri ve kara filmler üzerinden yaptığını farklı bir düzene oturtuyordu. De Palma da zaten o filmlerden aldığı belli sahneleri kendi anlayışına göre çekip ‘pastiş bir hikaye iskeleti’ üzerinden yürürken, biçimci bir görsel yapıyla da zirve yapmasını biliyordu. Özellikle “Dressed to Kill”, “Sahte Vücutlar” (“Body Double”), “Öldüren Kadın” (“Femme Fatale”) ve “Obsession” bu durumun en bariz örnekleriydi.
Ancak Tarantino örneğinde olduğu gibi, De Palma da zamanında Vietnam Savaşı’ndaki askerlerin psikolojisine odaklanan “Casualties of War” adlı bir savaş filmi de çekmişti. Zaten klasik sinemaya yakın filmler ürettiği de rastlanan bir durum.
Onun yolunda giden Guy Maddin, Takashi Miike gibi isimler ise asla bırakmıyor bu stil ve üslup müdahalelerini. Tarantino’nun “Soysuzlar Çetesi”nin yapısını kurarken, ‘40’ların başında 2. Dünya Savaşı döneminde geçen bir film çeksem nasıl olurdu bu?’, ‘Hangi sahneleri çekerdim?’, ‘Hikaye yapısını nasıl kurardım?’’ gibi konularda kafa patlattığı belli.
GODARDİYEN BİR SAVAŞ FİLMİ
Bu doğrultuda da aslında elimize Godardiyen bir iskelet ve fetiş sahneler bütünü verdiğini söylemeliyiz. Öyle ki hikayesine baktığımızda düşünebileceğimiz gibi bu, bir çetenin Nazilerin içine sızmasıyla ilgili bir film değil. Aksine Fransız Yeni Dalgası’nda karşımıza çıkan ‘özgürlükçü bir Fransız’, onun Alman sevgilisi, soysuzlar çetesi, Joseph Goebbels ve diğer Alman subay Hans Landa üzerinden akan çok karakterli bir akışı var.
Zaten yapısını da, “Kill Bill”in film modeli üzerine inşa etmiş. Buna istinaden beş ayrı bölüm izliyoruz. Bağımsız seyredince de anlamları olabilecek bu sekansların, akıllara sinemanın farklı dönemlerini getirdikleri söylenebilir.
Ancak genel bir bakış atınca, ‘macaroni combat filmi’nin Peckinpah’ın “Zafer Madalyası” (“Cross of Iron”) ile estetize ettiği ‘savaş filmi’yle buluştuğunu söyleyebiliriz. Bu doğrultuda da aslında ‘savaş filmi’nin kendine uygun tarafını almış yönetmen. Ancak bu durumun yenilikçi bir düzende canlanmasından ziyade, keyfini sürmeyi tercih etmiş.
İLK BÖLÜMDE WESTERN ALT TÜRLERİ İÇ İÇE GEÇİYOR
Birinci bölümün ‘Bir Zamanlar Nazi kontrolündeki Fransa’da’ ismini taşıması ve filmin de her Tarantino filminde olduğu gibi eski bir logoyla açılması çok da şaşırtıcı değil. Zira Leone’nin spagetti western alt türündeki filmine atıfta bulunan bu isim, türün diyarına girmemizi sağlayan açılış jeneriğiyle de destekleniyor. Zira “Kill Bill: Bölüm 1” (“Kill Bill Vol. 1”) de King Hu’nun wuxia filmlerindeki logoyla açılmıştı.
Sahnenin girişinde de “Batıda Kan Var”ın (“Once upon a time in west”) ‘aile katliamı’ sahnesindeki gibi geniş bir alan görüyoruz. Müzikle de destekleniyor bu. Fakat Alman subay gelip içeri girdiğinde Tarantino, filmin tamamında yaptığı gibi kendini diyalogların üzerine bırakmış. Bunlar da aslında ‘faşist Alman subayı’nı ti’ye almak için kullanılıyor.
Amacı film boyunca o prototipi bozmak zaten Tarantino’nun. Zira ilginç piposu da kahkahalar attırıyor Albay Hans Landa’nın. Landa’nın, “Bir Avuç Dollar İçin”deki (“For a Few Dollars More”) kötü adama benzemesinin yanında türün has figürü ‘cattle baron’ (westernlerin kötü adamı) tiplemesinden de çokça esinlendiğini söylenebilir. Yani Tarantino, ‘Nazi kötüsü’nü abartılı bir dışavurumla perdeye yansıtıp spagetti westernlerin karakterlerine dönüştürüyor diyebiliriz.
Tabii sahnenin devamında gerçekleşen ‘katliam’, daha çok Peckinpah geleneğini akıllara getiriyor. Ancak sonda ‘kapı eşiği’nden kaçış da John Ford’un “Çöl Aslanı”nda (“The Searchers”) kızılderili-insan ayrımı için kullanılan kareyi, Fransız-Nazi ayrımına çeviriyor. Böylece klasik western, spagetti western ve Peckinpah geleneğini iç içe geçiren bir sahneyle yüzleşiyoruz. Yani tipik bir pastiş Tarantino yaratımı!
ALAYCI TARANTINO MÜDAHALELERİ
Böylece sinefil ve yapbozlu bir iskelete sahip ilk bölümü atlatıyoruz. İkincisinde ise ‘Soysuzlar Çetesi’ne (Inglorious Basterds) odaklanıyoruz. Bu kısım, daha çok akıllara istismar filmlerini getiriyor. Zira Tarantino, bütün Nazi subaylarının kafalarının üstünün kesildiği orman bölgesindeki sahneye atlıyor hemencecik. Öyle ki yönetmenin ‘zaman atlama’ meselesini çok takmadan serbestçe uyguladığını biliriz.
Pitt’in ‘kelle başlarını istiyorum’ demesi de, Peckinpah’ın “Bana Onun Kellesini Getirin”e (“Bring me The Head of Alfredo Garcia”) alaycı bir gönderme aslında. Zira oradaki ‘tek kelle’, burada ‘20 civarı kelle başı’ ile yer değiştiriyor.
Bu ‘kelle başı kesme’ mantığının ise “Hannibal”dan sevdiği bir özellik olduğunu söyleyebiliriz, zira “Kill Bill”de de görmüştük. Ama tabii burada ‘mizahi Tarantino müdahaleleri’ de çok aktif. Alt açı ile çekilen Brad Pitt’in hali ile Eli Roth’un bir anda karanlık bir kapıdan çıkıp beyzbol sopasıyla Nazi subayını öldürmekten beter etmesi, bunların en barizleri. Zaten bu karanlık kapıyı, önceki filmlerindeki ‘gizemli çantalar’ın yerine koyabiliriz. Yani bundan sonra arkasında ne olduğu çok tartışılacak, orası kesin!
Bu da zaten “Otel”in yönetmenini neden oraya koyduğunu kanıtlıyor Tarantino’nun. Böylesine alaycı ve belki de arkadan kıs kıs güldüğü bir sahne çekmek için. Zaten film boyunca da ‘üst açı’ları eksik etmeyerek egosunu “Kill Bill”de olduğu gibi sergiliyor yönetmen.
‘YENİ DALGA' DOKUSUNDA 1940'LAR FRANSA'SI
Adı ‘Fransa’da Alman gecesi’ olan üçüncü kısım, adeta bir sinefil gösterisi. Zira o dönemde Fransa’da Henri-Georges Clouzot’nun “Le Corbeau”su (1942) gibi kara filmler hakimdi. ABD’deki tür örneklerine parallellik gösteriyorlardı. Açılışta da ‘sinema salonu’nda o filmin gösterildiğini görmemiz tesadüf değil. Ama oradan hemen Charlie Chaplin ve Leni Riefenstahl gibi isimlerin filmlerine saygı duruşunda bulunulan diyaloglara atlıyoruz.
Ancak atmosfere bakınca Sohanna Dreyfuss adlı karakterin Yeni Dalga dönemindeki kahvelerden birinde oturması, akıllara o dönemin feminist karakterlerini getirmesi ve Godard’ın başrollerinden alıştığımız Anna Karina’ya benzemesi, Tarantino’nun zekasını ortaya koyuyor ve adeta kurduğu ‘kurmaca evren’i ispatlıyor. Zira bu dönem, aslında 50’lerin sonunda cereyan eden bir zaman dilimi, ancak burada 40’ların başında karşımıza çıkıyor.
Son bölümde Dreyfuss’ın suikaste hazırlanırken yüzüne “Çinli Kız”daki (“La Chinoise”) çeteye atıfta bulunurcasına kırmızı bir boya yapması da bu göndermeleri devam ettiriyor. Tabii bu hikayenin devamı da kızın ‘sinema salonu’ sahibi olmasıyla birlikte zekice akıyor.
DİYALOG ODAKLI SEKANSLARIN DA BİR ANLAMI VAR
Dördüncü kısıma geçtiğimizde, Mike Myers ve Almanya’da sinema okuyan soysuzların İngilizinin (Michael Fassbender) konuşması ile birahanedeki 40 dakikayı bulan ‘iskambil oyunu sekansı’nı görebiliyoruz. Bunun ‘spagetti western’lerin o gizemli, tehlikeli ve heyecanlı ‘düello öncesi söz çatışması sekansları’nı hatırlattığı söylenebilir.
Devamında ise bir Peckinpah dokusu mevcut. Ancak Tarantino’nun bu sahneyi de ‘bir Alman subay, bir yahudi İngiliz ve bir Alman kadın oyuncu, bir birahanede bir araya gelirse ne olur?’ diye düşünüp çektiğini itiraf etmek daha doğru olacaktır. Bir diğer taraftan, bunu “Kill Bill: Bölüm 2”nin (“Kill Bill: Vol 2”) sonunda 30 dakikayı bulan ‘gelin-Bill diyaloğunun farklı bir versiyonu’ tanımıyla okumak da mümkün.
Son ‘suikast’ sahnesini içeren bölümde de yine tempoyu düşük tutan yönetmen, ‘dev suratın intikamı’ gibi bir B filmi ismiyle ‘alaycı dokunuşları’nı tamamlıyor. Burada da sinema salonunda Leni Riefenstahl gibi ‘Hitler kontrolündeki yönetmenlerin filmlerini’ andıran “Nation’s Pride” adlı bir yapıt oynuyor. Başrolünde ise Alman subaylardan biri var!
Böylece Hitler’in ülkedeki sinema piyasası üzerindeki etkisini vurgulayan meşhur “İradenin Zaferi”ne (“Triumph of the Will”) atıfta bulunan bir ‘kurmaca-eser’le yüzleşiyoruz. Ancak Riefenstahl’ın filmlerinin belgesel olması, bu kurmaca yapıtın Tarantino’nun Amerikan sinemasının ilk ‘ırkçı’ eserlerinden “Bir Ulusun Doğuşu”nun (“The Birth of a Nation”) Alman versiyonunu inşa etmesi olarak da algılanabilir rahatlıkla.
2. DÜNYA SAVAŞI DÖNEMİNDEKİ 'SİNEMA' SORUNUYLA İLGİLİ BİR FİLM
Yani aslında Tarantino, hikaye kurgusuyla da oynamadan sadece bir-iki flashbackle yetindiği bu ilk filminde, 2. Dünya Savaşı dönemi filmi çekerse bunun o yılların sinema düzeni üzerine kurulu olacağını gösteriyor.
Zira Goebbels’i bile ‘Almanya’nın en büyük yapımcısı’ olarak tanıtıp durumla dalgasını geçmesi, dönemin ‘Hitler hakimiyetindeki’ sinemasında olanları özetlemeye yarıyor. Öyle ki Marlene Dietrich’den esinlenerek oluşturan Diane Kruger’ın oyuncu karakterini de aslında bu duruma karşıt kişi olarak konumlandırıyor. Araya bir ‘Külkedisi’ göndermesi sokması da cinliğini kanıtlıyor elbette.
Tabii aktif/pasif izleyici meselesine müdahalesi de bir hayli ilgi çekici. Tarantino’nun esas amacı olan ‘hikayeyi izle’ye katkı yapması açısından önemli olduğu söylenebilir. Zira savaş filmlerinde gördüğümüz ‘bir asker grubunun baskını’ meselesi, burada alaycı bir şekilde tersine çevriliyor. Tarantino, De Palma’nın “Öldüren Kadın”da (“Femme Fatale”) Cannes Film Festivali açılışında çektiği sahneyi andıran girişin ardından tempoyu sinsice düşürüyor.
Zira esas amacı, sinema dünyasında neler olduğunu açıklamak aslında. İzleyiciye ‘istediğini vermeyen Godardiyen numara’nın ardından, ‘hikayeyi ve diyalogları takip et!’e yönlendirerek sinefil kurnazlığını sergiliyor. Leni Riefenstahl-Hitler birlikteliği üzerine çok şey söylemeyi beceren Tarantino, öne çıkan ‘Alman çavuşu’ karakterini ‘film yıldızı’ yaparak da öyküsünün cinliğini ortaya koyuyor.
Bu doğrultuda da “Soysuzlar Çetesi”, sinefil bir beynin savaş filmi olarak algılanabilir. Bu sebeple de bu kadar az üslup oyunuyla çekilmesi garip karşılanmamalı belki de. Ancak Tarantino’nun ‘en kişisel işi’ olarak beynimize kazınacağına şüphe yok. Yine de ileride bir ‘spagetti korku’, bir de ‘triad filmi’ çekmesini bekliyoruz yönetmenin.
90’lı yıllarda “Rezervuar Köpekleri” (“Reservoir Dogs”) ve “Ucuz Roman” (“Pulp Fiction”) ile çığır açan Tarantino, nedense halen o filmleriyle anılıyor. Ancak yönetmen, 2000’lerde “Kill Bill”i çekerek farklı bir döneme girdiğini kanıtladı. 90’larda Coen Kardeşler’in mantığına da ayak uydurarak, ‘sinema tarihinde hayran olduğu ucuz şeyler’den bir kara komedi iskeleti çıkarıyordu. Elbette sinema dili, üslup ve hikaye kurgusu ile oynamaya da büyük önem veriyordu.
"KILL BILL" İLE YENİ BİR DÖNEM BAŞLADI
Ancak 2000’lerde bu durum daha sinefil ve oyuncaklı bir yapıya kavuştu. “Kill Bill”, artık hayran olduğu filmlerden belli sahneleri alıp, bunları kendi anlayışına göre çekmeye başladığını ispatlayan bir eserdi. Nihai sonuçta ise sahnelerin tamamının farklı bir üslup ile çekilmesi, bize yeni bir film modeli armağan ediyordu sinema külliyatına.
Öyle ki japon animesi, wuxia, istismar filmi, chambara, spagetti western, giallo, kara film gibi sevdiği birçok alandan izler taşıyordu bu film. Tabii detayları da ana yapının içine yerleştirmeyi ihmal etmiyordu yönetmen.
2007’de “Ölüm Geçirmez” (“Death Proof”) ile bu sefer kendi cinsel istismar filmini çeken Tarantino, pelikülle de oynayıp onun sürekli yırtılmasına odaklanırken, bir diğer taraftan da Godardiyen bir hareketle hikaye akışını bozuyordu. 2009’a geldiğimizde ise Tarantino’nun kendi ‘macaroni combat filmi’ni çektiğine tanıklık ediyoruz.
SAVAŞ FİLMLERİNİN GELENEKSEL YAPISI, 'MACARONI COMBAT' İLE YIKILMIŞTI
“Soysuzlar Çetesi”, Tarantino’nun “Kill Bill”den sonra ispatladığı durumun üzerine gidiyor. O da belli türleri estetik bir bütünlükle konvansiyonel sinemadan uzaklaştırma geleneğine hayranlığı. Öyle ki; Hong Kong’da dövüş filminin estetize edilmiş hali wuxianın ve yakuza filmlerinin görselliği öne çıkaran hale getirildiği triad filminin, İtalya’da western’in stilize versiyonu olan spagetti westernin ve korkunun estetize edildiği ‘spagetti korku filmleri’nin (Dario Argento ve Lucio Fulci’nin çektiği İtalyan slasherı olarak anılan giallolar), Japonya’da ise samuray filmlerinin stilize bir yapıya kavuştuğu chambaranın ardından şimdi de ‘macaroni combat’ alanına atıyor elini.
Aslında lafın özü, klasik sinemayla derdi olan türlerle haşır neşir bir şahsiyet kendisi. Bu da kişisel anlamda, ‘hakim formüller’ ile sorunları olan bir sinema insanını anlatıyor bizlere. Bu sebeple de şimdiye kadar triad film ile spagetti korku filmlerine baskın bir rol vermese dahi, onların etkilerini de belli sahnelerde hissettiriyor.
Zaten “Kill Bill”, bütün sinema fetişini sinema perdesine döktüğü filmdi Tarantino’nun. Ancak ileride bir ‘spagetti korku filmi’ veya ‘triad filmi’ çekmesini bekleyebiliriz. Burada ise 70’lerde İtalya’da ‘geleneksel savaş filmleri’ne cevap olarak doğan ‘macaroni combat filmi’ alt türüne atıyor elini.
Filminin ismi de türün babalarından Enzo Castellari’nin 1978 tarihli “The Inglorious Bastards” (“Quel maledetto treno blindato”) adlı yapıtına atıfta bulunmak için yerleştirilmesi de bir tesadüf değil elbette.
Bu alt türü açmak gerekirse, özellikle ‘Nazi-yahudi çatışması’ meselesi ile dalgasını geçen, bunun için merkeze anti-kahramanları yerleştiren, yer yer ise şiddet ile cinselliği öne çıkaran bir yapının izini sürdüğünü söyleyebiliriz. Castellari’nin bu filminde, ‘çırılçıplak nehre giren Alman kadın askerlerin bir anda ateş açmaları’ gibi sahneler de mevcut. Filmin hikayesi ise 11 sene sonra çekildiği “The Dirty Dozen”a atıfta bulunmak için yerleştirilmiş.
Ancak estetik açıdan baktığımızda, Tarantino’nun bundan önce etkisinde olduğu ‘türleri opera estetiğiyle görsel yapısı öne çıkan hale getirme’ amacı güden alt türlerin yapısının çok uzağında seyrettiğini görebiliyoruz. Bu sebeple de yönetmen, “Soysuzlar Çetesi”nde stil oyunu yapmaktan özellikle kaçınmış. Böyle olunca da hem “Kill Bill”in yenilikçi film modelinin uzağında durmuş, hem de sinemada bir kez daha çığır açma şansını elinin tersiyle itmiş.
BRIAN DE PALMA'NIN OĞLU OLABİLİR Mİ?
Öyle ki Tarantino, “Kill Bill” ile daha önce Brian De Palma’nın korku filmleri, Hitchcock filmleri ve kara filmler üzerinden yaptığını farklı bir düzene oturtuyordu. De Palma da zaten o filmlerden aldığı belli sahneleri kendi anlayışına göre çekip ‘pastiş bir hikaye iskeleti’ üzerinden yürürken, biçimci bir görsel yapıyla da zirve yapmasını biliyordu. Özellikle “Dressed to Kill”, “Sahte Vücutlar” (“Body Double”), “Öldüren Kadın” (“Femme Fatale”) ve “Obsession” bu durumun en bariz örnekleriydi.
Ancak Tarantino örneğinde olduğu gibi, De Palma da zamanında Vietnam Savaşı’ndaki askerlerin psikolojisine odaklanan “Casualties of War” adlı bir savaş filmi de çekmişti. Zaten klasik sinemaya yakın filmler ürettiği de rastlanan bir durum.
Onun yolunda giden Guy Maddin, Takashi Miike gibi isimler ise asla bırakmıyor bu stil ve üslup müdahalelerini. Tarantino’nun “Soysuzlar Çetesi”nin yapısını kurarken, ‘40’ların başında 2. Dünya Savaşı döneminde geçen bir film çeksem nasıl olurdu bu?’, ‘Hangi sahneleri çekerdim?’, ‘Hikaye yapısını nasıl kurardım?’’ gibi konularda kafa patlattığı belli.
GODARDİYEN BİR SAVAŞ FİLMİ
Bu doğrultuda da aslında elimize Godardiyen bir iskelet ve fetiş sahneler bütünü verdiğini söylemeliyiz. Öyle ki hikayesine baktığımızda düşünebileceğimiz gibi bu, bir çetenin Nazilerin içine sızmasıyla ilgili bir film değil. Aksine Fransız Yeni Dalgası’nda karşımıza çıkan ‘özgürlükçü bir Fransız’, onun Alman sevgilisi, soysuzlar çetesi, Joseph Goebbels ve diğer Alman subay Hans Landa üzerinden akan çok karakterli bir akışı var.
Zaten yapısını da, “Kill Bill”in film modeli üzerine inşa etmiş. Buna istinaden beş ayrı bölüm izliyoruz. Bağımsız seyredince de anlamları olabilecek bu sekansların, akıllara sinemanın farklı dönemlerini getirdikleri söylenebilir.
Ancak genel bir bakış atınca, ‘macaroni combat filmi’nin Peckinpah’ın “Zafer Madalyası” (“Cross of Iron”) ile estetize ettiği ‘savaş filmi’yle buluştuğunu söyleyebiliriz. Bu doğrultuda da aslında ‘savaş filmi’nin kendine uygun tarafını almış yönetmen. Ancak bu durumun yenilikçi bir düzende canlanmasından ziyade, keyfini sürmeyi tercih etmiş.
İLK BÖLÜMDE WESTERN ALT TÜRLERİ İÇ İÇE GEÇİYOR
Birinci bölümün ‘Bir Zamanlar Nazi kontrolündeki Fransa’da’ ismini taşıması ve filmin de her Tarantino filminde olduğu gibi eski bir logoyla açılması çok da şaşırtıcı değil. Zira Leone’nin spagetti western alt türündeki filmine atıfta bulunan bu isim, türün diyarına girmemizi sağlayan açılış jeneriğiyle de destekleniyor. Zira “Kill Bill: Bölüm 1” (“Kill Bill Vol. 1”) de King Hu’nun wuxia filmlerindeki logoyla açılmıştı.
Sahnenin girişinde de “Batıda Kan Var”ın (“Once upon a time in west”) ‘aile katliamı’ sahnesindeki gibi geniş bir alan görüyoruz. Müzikle de destekleniyor bu. Fakat Alman subay gelip içeri girdiğinde Tarantino, filmin tamamında yaptığı gibi kendini diyalogların üzerine bırakmış. Bunlar da aslında ‘faşist Alman subayı’nı ti’ye almak için kullanılıyor.
Amacı film boyunca o prototipi bozmak zaten Tarantino’nun. Zira ilginç piposu da kahkahalar attırıyor Albay Hans Landa’nın. Landa’nın, “Bir Avuç Dollar İçin”deki (“For a Few Dollars More”) kötü adama benzemesinin yanında türün has figürü ‘cattle baron’ (westernlerin kötü adamı) tiplemesinden de çokça esinlendiğini söylenebilir. Yani Tarantino, ‘Nazi kötüsü’nü abartılı bir dışavurumla perdeye yansıtıp spagetti westernlerin karakterlerine dönüştürüyor diyebiliriz.
Tabii sahnenin devamında gerçekleşen ‘katliam’, daha çok Peckinpah geleneğini akıllara getiriyor. Ancak sonda ‘kapı eşiği’nden kaçış da John Ford’un “Çöl Aslanı”nda (“The Searchers”) kızılderili-insan ayrımı için kullanılan kareyi, Fransız-Nazi ayrımına çeviriyor. Böylece klasik western, spagetti western ve Peckinpah geleneğini iç içe geçiren bir sahneyle yüzleşiyoruz. Yani tipik bir pastiş Tarantino yaratımı!
ALAYCI TARANTINO MÜDAHALELERİ
Böylece sinefil ve yapbozlu bir iskelete sahip ilk bölümü atlatıyoruz. İkincisinde ise ‘Soysuzlar Çetesi’ne (Inglorious Basterds) odaklanıyoruz. Bu kısım, daha çok akıllara istismar filmlerini getiriyor. Zira Tarantino, bütün Nazi subaylarının kafalarının üstünün kesildiği orman bölgesindeki sahneye atlıyor hemencecik. Öyle ki yönetmenin ‘zaman atlama’ meselesini çok takmadan serbestçe uyguladığını biliriz.
Pitt’in ‘kelle başlarını istiyorum’ demesi de, Peckinpah’ın “Bana Onun Kellesini Getirin”e (“Bring me The Head of Alfredo Garcia”) alaycı bir gönderme aslında. Zira oradaki ‘tek kelle’, burada ‘20 civarı kelle başı’ ile yer değiştiriyor.
Bu ‘kelle başı kesme’ mantığının ise “Hannibal”dan sevdiği bir özellik olduğunu söyleyebiliriz, zira “Kill Bill”de de görmüştük. Ama tabii burada ‘mizahi Tarantino müdahaleleri’ de çok aktif. Alt açı ile çekilen Brad Pitt’in hali ile Eli Roth’un bir anda karanlık bir kapıdan çıkıp beyzbol sopasıyla Nazi subayını öldürmekten beter etmesi, bunların en barizleri. Zaten bu karanlık kapıyı, önceki filmlerindeki ‘gizemli çantalar’ın yerine koyabiliriz. Yani bundan sonra arkasında ne olduğu çok tartışılacak, orası kesin!
Bu da zaten “Otel”in yönetmenini neden oraya koyduğunu kanıtlıyor Tarantino’nun. Böylesine alaycı ve belki de arkadan kıs kıs güldüğü bir sahne çekmek için. Zaten film boyunca da ‘üst açı’ları eksik etmeyerek egosunu “Kill Bill”de olduğu gibi sergiliyor yönetmen.
‘YENİ DALGA' DOKUSUNDA 1940'LAR FRANSA'SI
Adı ‘Fransa’da Alman gecesi’ olan üçüncü kısım, adeta bir sinefil gösterisi. Zira o dönemde Fransa’da Henri-Georges Clouzot’nun “Le Corbeau”su (1942) gibi kara filmler hakimdi. ABD’deki tür örneklerine parallellik gösteriyorlardı. Açılışta da ‘sinema salonu’nda o filmin gösterildiğini görmemiz tesadüf değil. Ama oradan hemen Charlie Chaplin ve Leni Riefenstahl gibi isimlerin filmlerine saygı duruşunda bulunulan diyaloglara atlıyoruz.
Ancak atmosfere bakınca Sohanna Dreyfuss adlı karakterin Yeni Dalga dönemindeki kahvelerden birinde oturması, akıllara o dönemin feminist karakterlerini getirmesi ve Godard’ın başrollerinden alıştığımız Anna Karina’ya benzemesi, Tarantino’nun zekasını ortaya koyuyor ve adeta kurduğu ‘kurmaca evren’i ispatlıyor. Zira bu dönem, aslında 50’lerin sonunda cereyan eden bir zaman dilimi, ancak burada 40’ların başında karşımıza çıkıyor.
Son bölümde Dreyfuss’ın suikaste hazırlanırken yüzüne “Çinli Kız”daki (“La Chinoise”) çeteye atıfta bulunurcasına kırmızı bir boya yapması da bu göndermeleri devam ettiriyor. Tabii bu hikayenin devamı da kızın ‘sinema salonu’ sahibi olmasıyla birlikte zekice akıyor.
DİYALOG ODAKLI SEKANSLARIN DA BİR ANLAMI VAR
Dördüncü kısıma geçtiğimizde, Mike Myers ve Almanya’da sinema okuyan soysuzların İngilizinin (Michael Fassbender) konuşması ile birahanedeki 40 dakikayı bulan ‘iskambil oyunu sekansı’nı görebiliyoruz. Bunun ‘spagetti western’lerin o gizemli, tehlikeli ve heyecanlı ‘düello öncesi söz çatışması sekansları’nı hatırlattığı söylenebilir.
Devamında ise bir Peckinpah dokusu mevcut. Ancak Tarantino’nun bu sahneyi de ‘bir Alman subay, bir yahudi İngiliz ve bir Alman kadın oyuncu, bir birahanede bir araya gelirse ne olur?’ diye düşünüp çektiğini itiraf etmek daha doğru olacaktır. Bir diğer taraftan, bunu “Kill Bill: Bölüm 2”nin (“Kill Bill: Vol 2”) sonunda 30 dakikayı bulan ‘gelin-Bill diyaloğunun farklı bir versiyonu’ tanımıyla okumak da mümkün.
Son ‘suikast’ sahnesini içeren bölümde de yine tempoyu düşük tutan yönetmen, ‘dev suratın intikamı’ gibi bir B filmi ismiyle ‘alaycı dokunuşları’nı tamamlıyor. Burada da sinema salonunda Leni Riefenstahl gibi ‘Hitler kontrolündeki yönetmenlerin filmlerini’ andıran “Nation’s Pride” adlı bir yapıt oynuyor. Başrolünde ise Alman subaylardan biri var!
Böylece Hitler’in ülkedeki sinema piyasası üzerindeki etkisini vurgulayan meşhur “İradenin Zaferi”ne (“Triumph of the Will”) atıfta bulunan bir ‘kurmaca-eser’le yüzleşiyoruz. Ancak Riefenstahl’ın filmlerinin belgesel olması, bu kurmaca yapıtın Tarantino’nun Amerikan sinemasının ilk ‘ırkçı’ eserlerinden “Bir Ulusun Doğuşu”nun (“The Birth of a Nation”) Alman versiyonunu inşa etmesi olarak da algılanabilir rahatlıkla.
2. DÜNYA SAVAŞI DÖNEMİNDEKİ 'SİNEMA' SORUNUYLA İLGİLİ BİR FİLM
Yani aslında Tarantino, hikaye kurgusuyla da oynamadan sadece bir-iki flashbackle yetindiği bu ilk filminde, 2. Dünya Savaşı dönemi filmi çekerse bunun o yılların sinema düzeni üzerine kurulu olacağını gösteriyor.
Zira Goebbels’i bile ‘Almanya’nın en büyük yapımcısı’ olarak tanıtıp durumla dalgasını geçmesi, dönemin ‘Hitler hakimiyetindeki’ sinemasında olanları özetlemeye yarıyor. Öyle ki Marlene Dietrich’den esinlenerek oluşturan Diane Kruger’ın oyuncu karakterini de aslında bu duruma karşıt kişi olarak konumlandırıyor. Araya bir ‘Külkedisi’ göndermesi sokması da cinliğini kanıtlıyor elbette.
Tabii aktif/pasif izleyici meselesine müdahalesi de bir hayli ilgi çekici. Tarantino’nun esas amacı olan ‘hikayeyi izle’ye katkı yapması açısından önemli olduğu söylenebilir. Zira savaş filmlerinde gördüğümüz ‘bir asker grubunun baskını’ meselesi, burada alaycı bir şekilde tersine çevriliyor. Tarantino, De Palma’nın “Öldüren Kadın”da (“Femme Fatale”) Cannes Film Festivali açılışında çektiği sahneyi andıran girişin ardından tempoyu sinsice düşürüyor.
Zira esas amacı, sinema dünyasında neler olduğunu açıklamak aslında. İzleyiciye ‘istediğini vermeyen Godardiyen numara’nın ardından, ‘hikayeyi ve diyalogları takip et!’e yönlendirerek sinefil kurnazlığını sergiliyor. Leni Riefenstahl-Hitler birlikteliği üzerine çok şey söylemeyi beceren Tarantino, öne çıkan ‘Alman çavuşu’ karakterini ‘film yıldızı’ yaparak da öyküsünün cinliğini ortaya koyuyor.
Bu doğrultuda da “Soysuzlar Çetesi”, sinefil bir beynin savaş filmi olarak algılanabilir. Bu sebeple de bu kadar az üslup oyunuyla çekilmesi garip karşılanmamalı belki de. Ancak Tarantino’nun ‘en kişisel işi’ olarak beynimize kazınacağına şüphe yok. Yine de ileride bir ‘spagetti korku’, bir de ‘triad filmi’ çekmesini bekliyoruz yönetmenin.