'ASLAN KRAL': ÇAĞA AYAK UYDURAN BİR 'ASLAN KRAL'
FİLMİN NOTU: 5.9
|

1990’ların iki boyutlu animasyon klasiği “Aslan Kral”ın 25 sene sonra gelen yeniden çevrimi. 2019 tarihli “Aslan Kral” (“The Lion King”), doğal, gerçekçi ve yepyeni olmak için çabaladıklarıyla ‘android kuşağı’nı tatmin edecek seviyede.
2016 MODEL ORMAN ÇOCUĞU’NUN YARATTIĞI DEVRİMİ DEVAM ETTİRİYOR
Jon Favreau, “The Jungle Book” (2016) ile yıllardır aranan ‘Orman Çocuğu’ uyarlamasına imza atmıştı. Animasyondan görünürde live-action’a transfer olan efsane, bir gerçek oyuncunun yanında etrafta konuşan hayvanların ses tonlarıyla da ‘doğa/hayvan belgeseli’ni maceraya ortak ediyordu. Bunun sonucunda da ortaya ‘fotorealistik animasyon’ teknolojisinde devrim niteliğinde bir iş çıkıyordu.
1994’te Disney’in ticari ürüne dönüştürdüğü “Aslan Kral” (“The Lion King”), ondan 25 yıl sonra yeni bir jenerasyonla buluşuyor. Chiwetel Ejiofor, Alfre Woodard, Seth Rogen, James Earl Jones gibi isimlerin seslendirme kadrosuna gelmeleri de siyah-beyaz eşitliğini vurguluyor. Siyahi çocuk şarkıcı JD McCary’nin, ilk versiyonda Matthew Broderick’in seslendirdiği Simba’ya kattıkları da politik açıdan doğru duruyor.
‘MICROCOSMOS’UN BİLGİSAYAR ANİMASYONU ŞUBESİ GİBİ
Aslında ‘photorealism’ teknolojisi üzerinden yürürken ‘görünüm’ olarak “Çayırın Sakinleri”ni (“Microcosmos”, 1996) animasyonla birleştiren bir yaklaşım var. Doğanın çeşitli yerlerinden alınan görüntüler yürüyen hayvanlarla eşleşiyor. İşin içine VR, hareket yakalama, video oyunu gibi teknikler de dahil oluyor. Genelde Hakuna Matata gibi ilk animasyonda tempoyu yükselten şarkılar devreye girdiğinde kamera geride durup olup biteni izliyor.
Bu da aslında animasyonun 7’den 70’e herkese hitap etmesine alan açmak için yapılmış. İlk animasyonda ‘rengarenk’ doku, büyük oranda hayal dünyasını da öne çıkaran bir çocuksuluk yükleniyordu. Simba’nın sürekli yolları tepmesi, ders alması öne çıkarılıyordu. Bu durum da ister istemez buradaki gözlem gücüne anlam katmış.
FAVREAU, DAHA ÇOK FOTOREALİSTİK ANİMASYON ÜRETMELİ!
“Aslan Kral” bu kez gerçekçi ve doğal hale gelmiş. Sanki belgesel damarını da devreye sokan bir algı var. Ama hikaye ilk filmde 88 dakikayken burada 118 dakikaya çekildiğinde epik duramamış. Bir kalem problemi devreye giriyor. Stüdyoların böylesi sıkıcı ve gözlem gücü olan bir animasyonu kabul etmesi ilginç ve şaşırtıcı.
Popüler kültürde böylesi iddialı teknolojilerin benimsenmesine açız. Favreau’nun live-action-animasyon arası vizyonu, Zemeckis’in ‘hareket yakalama animasyonu’ teknolojisinden bu yana alanda gördüğümüz en ufuk açıcı yaklaşımlardan biri. Stüdyolarda iz bırakamayan yönetmen, bu alanda uzmanlığını devam ettirmeli! ‘Fotorealistik animasyon’ teknolojisiyle daha çok üretim yapmalı! "Aslan Kral", "Orman Çocuğu" gibi devrimci olmasa da teknolojisiyle hayran bırakıyor.
2016 MODEL ORMAN ÇOCUĞU’NUN YARATTIĞI DEVRİMİ DEVAM ETTİRİYOR
Jon Favreau, “The Jungle Book” (2016) ile yıllardır aranan ‘Orman Çocuğu’ uyarlamasına imza atmıştı. Animasyondan görünürde live-action’a transfer olan efsane, bir gerçek oyuncunun yanında etrafta konuşan hayvanların ses tonlarıyla da ‘doğa/hayvan belgeseli’ni maceraya ortak ediyordu. Bunun sonucunda da ortaya ‘fotorealistik animasyon’ teknolojisinde devrim niteliğinde bir iş çıkıyordu.
1994’te Disney’in ticari ürüne dönüştürdüğü “Aslan Kral” (“The Lion King”), ondan 25 yıl sonra yeni bir jenerasyonla buluşuyor. Chiwetel Ejiofor, Alfre Woodard, Seth Rogen, James Earl Jones gibi isimlerin seslendirme kadrosuna gelmeleri de siyah-beyaz eşitliğini vurguluyor. Siyahi çocuk şarkıcı JD McCary’nin, ilk versiyonda Matthew Broderick’in seslendirdiği Simba’ya kattıkları da politik açıdan doğru duruyor.
‘MICROCOSMOS’UN BİLGİSAYAR ANİMASYONU ŞUBESİ GİBİ
Aslında ‘photorealism’ teknolojisi üzerinden yürürken ‘görünüm’ olarak “Çayırın Sakinleri”ni (“Microcosmos”, 1996) animasyonla birleştiren bir yaklaşım var. Doğanın çeşitli yerlerinden alınan görüntüler yürüyen hayvanlarla eşleşiyor. İşin içine VR, hareket yakalama, video oyunu gibi teknikler de dahil oluyor. Genelde Hakuna Matata gibi ilk animasyonda tempoyu yükselten şarkılar devreye girdiğinde kamera geride durup olup biteni izliyor.
Bu da aslında animasyonun 7’den 70’e herkese hitap etmesine alan açmak için yapılmış. İlk animasyonda ‘rengarenk’ doku, büyük oranda hayal dünyasını da öne çıkaran bir çocuksuluk yükleniyordu. Simba’nın sürekli yolları tepmesi, ders alması öne çıkarılıyordu. Bu durum da ister istemez buradaki gözlem gücüne anlam katmış.
FAVREAU, DAHA ÇOK FOTOREALİSTİK ANİMASYON ÜRETMELİ!
“Aslan Kral” bu kez gerçekçi ve doğal hale gelmiş. Sanki belgesel damarını da devreye sokan bir algı var. Ama hikaye ilk filmde 88 dakikayken burada 118 dakikaya çekildiğinde epik duramamış. Bir kalem problemi devreye giriyor. Stüdyoların böylesi sıkıcı ve gözlem gücü olan bir animasyonu kabul etmesi ilginç ve şaşırtıcı.
Popüler kültürde böylesi iddialı teknolojilerin benimsenmesine açız. Favreau’nun live-action-animasyon arası vizyonu, Zemeckis’in ‘hareket yakalama animasyonu’ teknolojisinden bu yana alanda gördüğümüz en ufuk açıcı yaklaşımlardan biri. Stüdyolarda iz bırakamayan yönetmen, bu alanda uzmanlığını devam ettirmeli! ‘Fotorealistik animasyon’ teknolojisiyle daha çok üretim yapmalı! "Aslan Kral", "Orman Çocuğu" gibi devrimci olmasa da teknolojisiyle hayran bırakıyor.
'ZAVALLI': SİNEMAYA SIRA DIŞI BİR AVUKAT ARMAĞAN EDİYOR
FİLMİN NOTU: 6.8
|

Babis Makridis, 2012’deki ‘taşıyıcı şoför’den sonra şimdi de eşine zor rastlanacak bir ‘kirli avukat’ tiplemesinin izini sürüyor. “Zavallı” (“Oiktos”), Lanthimos filmlerinin yan bölümü izlenimi bırakan bir rahatsız edicilik servis ederek kendi yolunu belirliyor.
FILIPPOU EKOLÜ DİYEBİLİR MİYİZ?
Yunan Yeni Dalgası’nda Efthymis Filippou olmazsa olmaz senaristtir. Onun öyküleri ve senaryoları Lanthimos’u başka bir seviyeye taşımıştır. Filippou, “L” (2012) ve “Zavallı”da (“Oiktos”, 2018) Babis Makridis’le de çalıştı. Onun yaklaşımına yakın seyreden, ‘taşıyıcı’ ve ‘avukat’ karakterlerini sinemaya kazandırdı.
Bunların ‘rahatsız edici’ ve ‘absürd’ olması da aslında Lanthimos filmlerinin yan karakterlerinin başrole yerleştirildiği bir dünyaya alan açıyor. Merkezdeki tek tiplemenin üzerinden de auteur’e dönüşen yönetmenin ‘toplu hissiyatın sıra dışılığı’na olan inancı farklılaşıyor. Böylece kült karakterlerin hakimiyet kurduğu Makridis filmleri başka bir yaklaşımın sözünü veriyor.
ALIŞKANLIKLARI YIKAN AVUKAT TİPLEMESİYLE KÜLT OLACAKTIR
“Zavallı”, cümlelerden oluşan epizot başlıklarıyla edebi, karakterin vukuatlarıyla absürd ve öldürücü olabiliyor. Buradaki ‘acı çekerek cinayet işleme’ durumundan da aslında ufuk açıcı bir delilik ortaya çıkabiliyor. Klasik algıyı yıkan olağan dışı açılar da bu sayede bir anlam kazanabiliyor. Yannis Drakopoulos’un mucizevi performansı ise iz bırakacak seviyede.
Filippou-Makridis birlikteliklerinde özellikle “L”de Yunanistan’ın mizahi “Sürücü”sü (“The Driver”, 1978) devreye girmişti. Burada da “Şeytanın Avukatı”nda (“The Devil’s Advocate”, 1997) Al Pacino’nun canlandırdığı şeytanla bağlantı kuran avukat John Milton’ın Yunan kardeşini izliyoruz sanki. Bunu takiben bize de ‘mahkeme filmleri’ arasında sivrilecek absürd ve rahatsız edici bir film izlemek düşüyor.
Avukatlığın sıkıcı olduğu bir ülke portresinde sürekli birilerini öldüren ve kendi absürd yönelimiyle bunu gerilimli hale getiren tipleme fikri çok parlak. Ekonomik krizin de yaşattığı mağduriyeti açığa çıkarıyor. Makridis’in beyaz dokusu ise onu yabancılaştırıcı bir noktaya taşıyor. “Zavallı”, alışkanlıkları yıkan katil prototipiyle dikkat çekiyor ve kült olacaktır.
FILIPPOU EKOLÜ DİYEBİLİR MİYİZ?
Yunan Yeni Dalgası’nda Efthymis Filippou olmazsa olmaz senaristtir. Onun öyküleri ve senaryoları Lanthimos’u başka bir seviyeye taşımıştır. Filippou, “L” (2012) ve “Zavallı”da (“Oiktos”, 2018) Babis Makridis’le de çalıştı. Onun yaklaşımına yakın seyreden, ‘taşıyıcı’ ve ‘avukat’ karakterlerini sinemaya kazandırdı.
Bunların ‘rahatsız edici’ ve ‘absürd’ olması da aslında Lanthimos filmlerinin yan karakterlerinin başrole yerleştirildiği bir dünyaya alan açıyor. Merkezdeki tek tiplemenin üzerinden de auteur’e dönüşen yönetmenin ‘toplu hissiyatın sıra dışılığı’na olan inancı farklılaşıyor. Böylece kült karakterlerin hakimiyet kurduğu Makridis filmleri başka bir yaklaşımın sözünü veriyor.
ALIŞKANLIKLARI YIKAN AVUKAT TİPLEMESİYLE KÜLT OLACAKTIR
“Zavallı”, cümlelerden oluşan epizot başlıklarıyla edebi, karakterin vukuatlarıyla absürd ve öldürücü olabiliyor. Buradaki ‘acı çekerek cinayet işleme’ durumundan da aslında ufuk açıcı bir delilik ortaya çıkabiliyor. Klasik algıyı yıkan olağan dışı açılar da bu sayede bir anlam kazanabiliyor. Yannis Drakopoulos’un mucizevi performansı ise iz bırakacak seviyede.
Filippou-Makridis birlikteliklerinde özellikle “L”de Yunanistan’ın mizahi “Sürücü”sü (“The Driver”, 1978) devreye girmişti. Burada da “Şeytanın Avukatı”nda (“The Devil’s Advocate”, 1997) Al Pacino’nun canlandırdığı şeytanla bağlantı kuran avukat John Milton’ın Yunan kardeşini izliyoruz sanki. Bunu takiben bize de ‘mahkeme filmleri’ arasında sivrilecek absürd ve rahatsız edici bir film izlemek düşüyor.
Avukatlığın sıkıcı olduğu bir ülke portresinde sürekli birilerini öldüren ve kendi absürd yönelimiyle bunu gerilimli hale getiren tipleme fikri çok parlak. Ekonomik krizin de yaşattığı mağduriyeti açığa çıkarıyor. Makridis’in beyaz dokusu ise onu yabancılaştırıcı bir noktaya taşıyor. “Zavallı”, alışkanlıkları yıkan katil prototipiyle dikkat çekiyor ve kült olacaktır.
'GLORIA BELL': ÖZÜNE SAYGIDA KUSUR ETMEYEN BİR YENİDEN ÇEVRİM
FİLMİN NOTU: 5.5
|

2013’te Pinochet’nin silikleştirdiği orta yaşlı kadın portresi üzerinden devreye giren özgürlükçü feminist haykırışın yerini Reagan’ın muhafazakarlığıyla gençlik yıllarını geçirmiş bir tipleme alıyor. “Gloria Bell” (2018), Moore’un müthiş performansı bir yana Lelio’nun orijinal filmi bilerek hareket etmesinin de faydasını görüyor.
İKİNCİ İNGİLİZCE DENEME
Şili sinemasının sıra dışı yönetmeni Sebastián Lelio’yu, 2005’te sinemaya girse de “Gloria”dan (2013) bağımsız düşünmek imkansız. Onun sayesinde ‘uluslararası kariyer’e geçiş yaptı ve ABD’ye transfer oldu. “Muhteşem Kadın” (“Una Mujer Fantástica”, 2017) ile gelen ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ Oscar’ı ise her şeyin tuzu biberi oldu.
Ama sinemacı İngilizce çektiği filmlerde genelde tökezledi. Yahudi cemiyetinin arasına sızan “İtaatsizlik” (“Disobedience”, 2016) LGBTİ+ kitlesini tatmin edebilecek seviyede değildi. McAdams ile Weisz’ın uyumsuzluğundan çeken ilk İngilizce deneme olarak sinema tarihinin yaprakları arasındaki yerini aldı. Tutmamışlık çok barizdi.
ŞİLİ GECE KÜLUPLERİNDEN AMERİKAN BANLİYÖSÜNE
“Gloria Bell”, bugüne değin sıra dışı yönetmenin İngilizce çektiği en iyi film. Orta yaşlı bir kadının haykırışını, Pinochet rejiminin silikleştirmesi üzerine kurulu karakterin külte dönüştüğü tartışılmaz. Bu duruma destek olan bir Paulina Garcia burada yok. Ama Julianne Moore, ‘Gloria Bell’i bir seviyeye taşıyor. Moore ile Turturro’nun ilişkisi esas filmdeki gerilimin yerine romantik-komediyi devreye sokuyor. Sanki Reagan döneminde gençliğini yaşayıp muhafazakarlığı gördükten sonra Obama sonrası yılların rahatlama refleksi ‘alaycılık’la canlanıyor. Trump’a karşı gelen bir özgürlükçü refleks eşliğinde hem de…
İlkine göre daha iddialı seks sahnesi ister istemez özgürlükçüğün yol açtığı haykırış gibi. Bu da Pinochet rejiminin silikleştirdiği ruhu ‘sallanan kamera gerçekçiliği’ ile kavrayıp anti-kahramanlaştıran algıyı buraya çeviriyor. Yine loş bir ışık var ve Amerikan banliyösünde kendi özel hayatını ve gece kulüplerine kaçış da 80’lerin ruhunu canlandırma adına devreye giriyor. Görüntü yönetmeni olarak Benjamin Echazarreta’nın yerine Natasha Braier’ın gelmesi bir şey değiştirmemiş, aynı tutarlılık var.
TRUMP VE #METOO DÖNEMİNDEN ORTA YAŞ İSYANI
Lelio’nun hikayesi başarılı senarist Alice Johnson Boher sayesinde ABD’ye transfer edilebilmiş. Karakterler ve diyalogların becerisi Trump ve #metoo döneminde canlanan bu özgürlükçü hikayeye çok şey katıyor, ‘Gloria Bell’i de parlatıyor. Elbette “Gloria” kadar akılda kalacak ve Şili sinemasının yanında Amerikan sineması tarihine geçecek bir isyan yok burada.
Ama duygusuyla, ritmiyle, mizahıyla, gerilimiyle, şarkılarıyla ve yine “Flashdance”e (1983) saygısıyla Trump dönemi fonlu bir orta yaş bunalımı canlanıyor. Pinochet’nin ciddiyetinin yerini kendiyle dalga geçme ve kara komediye kaykılma ihtimali alıyor. Hollywood’da anca ‘kötü kadın’ olabilecek bir tipleme bu sayede merkezde kendi ruhunu arama şansını buluyor. Moore’un mucizevi dokunuşundan da destek alıyor çokça. Turturro’nun ona katkısı orijinal filmden başka bir boyutta kalıcılık getiriyor.
İKİNCİ İNGİLİZCE DENEME
Şili sinemasının sıra dışı yönetmeni Sebastián Lelio’yu, 2005’te sinemaya girse de “Gloria”dan (2013) bağımsız düşünmek imkansız. Onun sayesinde ‘uluslararası kariyer’e geçiş yaptı ve ABD’ye transfer oldu. “Muhteşem Kadın” (“Una Mujer Fantástica”, 2017) ile gelen ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ Oscar’ı ise her şeyin tuzu biberi oldu.
Ama sinemacı İngilizce çektiği filmlerde genelde tökezledi. Yahudi cemiyetinin arasına sızan “İtaatsizlik” (“Disobedience”, 2016) LGBTİ+ kitlesini tatmin edebilecek seviyede değildi. McAdams ile Weisz’ın uyumsuzluğundan çeken ilk İngilizce deneme olarak sinema tarihinin yaprakları arasındaki yerini aldı. Tutmamışlık çok barizdi.
ŞİLİ GECE KÜLUPLERİNDEN AMERİKAN BANLİYÖSÜNE
“Gloria Bell”, bugüne değin sıra dışı yönetmenin İngilizce çektiği en iyi film. Orta yaşlı bir kadının haykırışını, Pinochet rejiminin silikleştirmesi üzerine kurulu karakterin külte dönüştüğü tartışılmaz. Bu duruma destek olan bir Paulina Garcia burada yok. Ama Julianne Moore, ‘Gloria Bell’i bir seviyeye taşıyor. Moore ile Turturro’nun ilişkisi esas filmdeki gerilimin yerine romantik-komediyi devreye sokuyor. Sanki Reagan döneminde gençliğini yaşayıp muhafazakarlığı gördükten sonra Obama sonrası yılların rahatlama refleksi ‘alaycılık’la canlanıyor. Trump’a karşı gelen bir özgürlükçü refleks eşliğinde hem de…
İlkine göre daha iddialı seks sahnesi ister istemez özgürlükçüğün yol açtığı haykırış gibi. Bu da Pinochet rejiminin silikleştirdiği ruhu ‘sallanan kamera gerçekçiliği’ ile kavrayıp anti-kahramanlaştıran algıyı buraya çeviriyor. Yine loş bir ışık var ve Amerikan banliyösünde kendi özel hayatını ve gece kulüplerine kaçış da 80’lerin ruhunu canlandırma adına devreye giriyor. Görüntü yönetmeni olarak Benjamin Echazarreta’nın yerine Natasha Braier’ın gelmesi bir şey değiştirmemiş, aynı tutarlılık var.
TRUMP VE #METOO DÖNEMİNDEN ORTA YAŞ İSYANI
Lelio’nun hikayesi başarılı senarist Alice Johnson Boher sayesinde ABD’ye transfer edilebilmiş. Karakterler ve diyalogların becerisi Trump ve #metoo döneminde canlanan bu özgürlükçü hikayeye çok şey katıyor, ‘Gloria Bell’i de parlatıyor. Elbette “Gloria” kadar akılda kalacak ve Şili sinemasının yanında Amerikan sineması tarihine geçecek bir isyan yok burada.
Ama duygusuyla, ritmiyle, mizahıyla, gerilimiyle, şarkılarıyla ve yine “Flashdance”e (1983) saygısıyla Trump dönemi fonlu bir orta yaş bunalımı canlanıyor. Pinochet’nin ciddiyetinin yerini kendiyle dalga geçme ve kara komediye kaykılma ihtimali alıyor. Hollywood’da anca ‘kötü kadın’ olabilecek bir tipleme bu sayede merkezde kendi ruhunu arama şansını buluyor. Moore’un mucizevi dokunuşundan da destek alıyor çokça. Turturro’nun ona katkısı orijinal filmden başka bir boyutta kalıcılık getiriyor.
'İMPARATOR: YERALTI DÜNYASININ HÜKÜMDARI': 2010'LARIN VIDOCQ FİLMİ ÖNERİSİ TUTUYOR MU?
FİLMİN NOTU: 3.9
|

Son 20 yılda Fransız popüler sinemasında memuriyetiyle dikkat çeken Jean-François Richet bu kez bir Vidocq filmine imza atıyor. “İmparator: Yeraltı Dünyasının Hükümdarı” (“L’Empereur de Paris”), daha ziyade bir mini dizi projesinin pilot bölümü gibi.
CHANDLER VE HAMMETT’IN VELİAHTI
Eugene François-Vidocq, Raymond Chandler ve Dashiell Hammett gibi Amerikan hard- boiled dedektiflik romanı yazarlarına ilham kaynaklığı yapmış bir isimdir. 18. yüzyılın sonunda suçlu olarak geldiği Paris’te cinayetleri çözmeye başlayarak ‘efsanevi bir özel dedektif’e dönüşmüştü. 20. yüzyılın ilk yarısında çeşitli filmlere malzeme oldu, ama o filmler çok öne çıkmadı.
Sadece 1946’da Douglas Sirk’ün “A Scandal in Paris”inde George Sanders tarafından canlandırılarak popüler bir sahne temsiliyle anılma şansına kavuştu. 1967’de Fransa’da ‘Vidocq’ için üretilen dizi ise onun marka değerinin popüler kültürde önemsenmesini sağlamıştı.
PITOF’UN GETİRDİĞİ HEYECANI GETİRMEKTEN UZAK
2001’de Pitof, sinemaya ‘reklam/video klip arka planı’ ile giriş yaparken, o karakterin dünyasını da ‘steampunk teknolojisi’nden beslenen bir seri katil filminin orta yerine yerleştirdi. Kendi suçlu geçmişiyle yüzleşen Gérard Depardieu’nün canlandırdığı tiplemenin ‘aynalı öteki’ ile mücadelesi anlamlı bir metaforik dile malzeme edildi. Ama filmin SONY’nin saniyede 24 kare çekim yapan yeni dijital kamerasıyla çekilmesiydi esas mevzu... Onun getirdiği yüksek çözünürlük hissi en azından bir ‘deneme’ olarak kayıtlara geçen eli yüzü düzgün bir yapıtı duyurmuştu.
Önceki yüzyılların Paris’i bu sayede dijitalize edilip büyük oranda doğru bir şekilde güncelleştirilmişti. Ondan 17 yıl sonra Richet, Pitof’un döneminde ABD’ye transfer olan bir yönetmen kimliğiyle (bkz. “Baskın / Assault on Precinct 13”, 2005) ve 2016’daki “Kan Bağı”nın (“Blood Father”, 2016) başarısını takiben bir ‘dedektiflik filmi’ne imza atıyor. Başrolde Vidocq’u Depardieu yerine Cassell canlandırıyor. Ona Alman Diehl ve Ukraynalı Kurylenko, Fransızca konuşarak zoraki eşlik ediyor.
HANTAL VE DEMODE BİR DEDEKTİFLİK FİLMİ
Açıkçası bu yüzyılın başında Jack the Ripper’ın çizgi romansı versiyonu “Cehennemden Gelen”le (“From Hell”, 2001) rekabete giren algı yok artık. Daha ziyade sanat yönetimi ve kurgusunu da düşününce bir mini dizi havası veriliyor. Görüntü yönetimi o kadar da parlamıyor. “İmparator: Yeraltı Dünyasının Hükümdarı”nın ne çekici bir hikayesi ne de oyalayıcı bir görsel zekası var. Aksine olup bitenlerle Vidocq’un klasik hikayesine adapte olmamızı istiyor Richet. 1930’ların sinema zihniyetinin ötesine taşınmayan geri kalmış bir uyarlama zihniyeti canlanıyor.
Ama bu durum çok da sonuç vermeyen bir noktaya açılıyor. Hantal dedektiflik filmi, 2010’lara göre fazla demode duruyor. 2001’in o çizgi romansı ve enerjik tadı burada yok. Orada bir ayna üzerinden yürüyen ‘suçlu/katil arayışı’ da burada gizemli bir seyir sürecine taşınmıyor. Yeni Vidocq filminin hatası ‘klasik ve gerçekçi durma’ hevesi olmuş. Richet, dokuzuncu uzun metrajında olgunluğunu gösterme şansına erişemiyor, sadece olup bitene eşlik edip memuriyet yapmakla kalıyor.
CHANDLER VE HAMMETT’IN VELİAHTI
Eugene François-Vidocq, Raymond Chandler ve Dashiell Hammett gibi Amerikan hard- boiled dedektiflik romanı yazarlarına ilham kaynaklığı yapmış bir isimdir. 18. yüzyılın sonunda suçlu olarak geldiği Paris’te cinayetleri çözmeye başlayarak ‘efsanevi bir özel dedektif’e dönüşmüştü. 20. yüzyılın ilk yarısında çeşitli filmlere malzeme oldu, ama o filmler çok öne çıkmadı.
Sadece 1946’da Douglas Sirk’ün “A Scandal in Paris”inde George Sanders tarafından canlandırılarak popüler bir sahne temsiliyle anılma şansına kavuştu. 1967’de Fransa’da ‘Vidocq’ için üretilen dizi ise onun marka değerinin popüler kültürde önemsenmesini sağlamıştı.
PITOF’UN GETİRDİĞİ HEYECANI GETİRMEKTEN UZAK
2001’de Pitof, sinemaya ‘reklam/video klip arka planı’ ile giriş yaparken, o karakterin dünyasını da ‘steampunk teknolojisi’nden beslenen bir seri katil filminin orta yerine yerleştirdi. Kendi suçlu geçmişiyle yüzleşen Gérard Depardieu’nün canlandırdığı tiplemenin ‘aynalı öteki’ ile mücadelesi anlamlı bir metaforik dile malzeme edildi. Ama filmin SONY’nin saniyede 24 kare çekim yapan yeni dijital kamerasıyla çekilmesiydi esas mevzu... Onun getirdiği yüksek çözünürlük hissi en azından bir ‘deneme’ olarak kayıtlara geçen eli yüzü düzgün bir yapıtı duyurmuştu.
Önceki yüzyılların Paris’i bu sayede dijitalize edilip büyük oranda doğru bir şekilde güncelleştirilmişti. Ondan 17 yıl sonra Richet, Pitof’un döneminde ABD’ye transfer olan bir yönetmen kimliğiyle (bkz. “Baskın / Assault on Precinct 13”, 2005) ve 2016’daki “Kan Bağı”nın (“Blood Father”, 2016) başarısını takiben bir ‘dedektiflik filmi’ne imza atıyor. Başrolde Vidocq’u Depardieu yerine Cassell canlandırıyor. Ona Alman Diehl ve Ukraynalı Kurylenko, Fransızca konuşarak zoraki eşlik ediyor.
HANTAL VE DEMODE BİR DEDEKTİFLİK FİLMİ
Açıkçası bu yüzyılın başında Jack the Ripper’ın çizgi romansı versiyonu “Cehennemden Gelen”le (“From Hell”, 2001) rekabete giren algı yok artık. Daha ziyade sanat yönetimi ve kurgusunu da düşününce bir mini dizi havası veriliyor. Görüntü yönetimi o kadar da parlamıyor. “İmparator: Yeraltı Dünyasının Hükümdarı”nın ne çekici bir hikayesi ne de oyalayıcı bir görsel zekası var. Aksine olup bitenlerle Vidocq’un klasik hikayesine adapte olmamızı istiyor Richet. 1930’ların sinema zihniyetinin ötesine taşınmayan geri kalmış bir uyarlama zihniyeti canlanıyor.
Ama bu durum çok da sonuç vermeyen bir noktaya açılıyor. Hantal dedektiflik filmi, 2010’lara göre fazla demode duruyor. 2001’in o çizgi romansı ve enerjik tadı burada yok. Orada bir ayna üzerinden yürüyen ‘suçlu/katil arayışı’ da burada gizemli bir seyir sürecine taşınmıyor. Yeni Vidocq filminin hatası ‘klasik ve gerçekçi durma’ hevesi olmuş. Richet, dokuzuncu uzun metrajında olgunluğunu gösterme şansına erişemiyor, sadece olup bitene eşlik edip memuriyet yapmakla kalıyor.
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
ALADDIN: 4.5
AMERİKAN SOYGUNU (AMERICAN ANIMALS): 5.4
ANNA: 3.3
ANNABELLE 3: 4.5
ARKADAŞIMIN AŞKI (AMOUREUX DE MA FEMME): 3.4
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
ATEŞLE OYNAYANLAR (JOUEURS): 5.3
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
COLETTE: 5.5
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GÜLLER: 3.3
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HOTEL MUMBAI: 4.5
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
KÜL EN SAF BEYAZDIR (ASH IS PUREST WHITE): 6.1
LAUREL İLE HARDY (STAN AND OLLIE): 4.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
ÖLÜMCÜL SULAR (CRAWL): 3.5
ÖRÜMCEK-ADAM: EVDEN UZAKTA (SPIDER-MAN: FAR FROM HOME): 5.4
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TOLKIEN: 5.8
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YESTERDAY: 5.5
YUVAYA DÖNÜŞ: 2.8
ALADDIN: 4.5
AMERİKAN SOYGUNU (AMERICAN ANIMALS): 5.4
ANNA: 3.3
ANNABELLE 3: 4.5
ARKADAŞIMIN AŞKI (AMOUREUX DE MA FEMME): 3.4
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
ATEŞLE OYNAYANLAR (JOUEURS): 5.3
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
COLETTE: 5.5
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GÜLLER: 3.3
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HOTEL MUMBAI: 4.5
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
KÜL EN SAF BEYAZDIR (ASH IS PUREST WHITE): 6.1
LAUREL İLE HARDY (STAN AND OLLIE): 4.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
ÖLÜMCÜL SULAR (CRAWL): 3.5
ÖRÜMCEK-ADAM: EVDEN UZAKTA (SPIDER-MAN: FAR FROM HOME): 5.4
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TOLKIEN: 5.8
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YESTERDAY: 5.5
YUVAYA DÖNÜŞ: 2.8