AKIL HASTANESİ CAZ MÜZİKALİ NİYETİNE HOLLYWOOD
FİLMİN NOTU: 7.9
|
Chazelle’in beşinci uzunu, sinir krizinin eşiğindeki karakterlerle örülü destansı bir caz müzikali. Caz Çağı Hollywood’unun Fosse-De Mille-Peckinpah kırması kontrolden çıkmasının fişek gibi filmi. ‘Acid bir akıl hastanesi filmi’, ‘destansı bir sirk filmi’, ‘nevrotik bir müzikal’, ‘şehvet yüklü bir parti filmi’, ‘pastoral bir meta-film’, ‘karanlık bir kabus’ gibi ibarelerle anılabilecek bir sinema resitali.
‘LA LA LAND’E 1920’LERDEN KARDEŞ GELİYOR!
Damien Chazelle “Aşıklar Şehri”nde (“La La Land”, 2016) Hollywood’da müzikalin altın çağını mercek altına almıştı. O dönemin starlarını, bir caz piyanisti ile bir oyuncuyu ‘zaman yolculuğu’na müthiş bir sahicilikle çıkarmıştı. Coppola’nın gizli başyapıtı “Yürekten Biri” (“One from The Heart”, 1981), Demy’nin “Cherbourg Şemsiyeleri” (“Les Parapluies de Cherbourg”, 1964) ile “Grease” (1978) kırması bir De Palma/Tarantino cinliğini bu türde görülmedik bir şekle sokulmuştu esasen. Sinema fetişizmi taptazeydi.
Büyüleyici ve dönem geçtikçe değerini arttıran bir sinefil hazinesiydi o. Peri masalı müzikali ile şov müzikali iç içe geçiyordu orada. 50’li, 60’lı yıllardan nefes aldırıyordu. Yönetmen burada sahne arkası müzikali ile caz müzikalini birleştiriyor. 1920’li, 30’lu yıllar Caz Çağı’nın göbeğinde oyunbaz bir caz müzikali tasarlıyor. Ona kardeş olarak gelen bir filme imza atıyor, ama daha melankolik bir şekilde…
AKIL HASTANESİ NİYETİNE HOLLYWOOD
Bunun başını ve sonunu ise incelikli hamlelerle görkemli hale getirmek için uğraşıyor aslında. Kontrolden çıkmışlığıyla destek veren isim ‘Babylon’ fazlasıyla epik duruyor. Bu duruşun altını dolduruyor. Esas 1926’da Hollywood çölüne giriş ve Manny Torres’in bir yönetmen asistanı olarak Meksika kimliğiyle herkesle mücadeleye girmesi bir şeylerin göstergesi.
Aslında Düşler Ülkesi’ni bir ‘akıl hastanesi’ ya da ‘tımarhane’ olarak tasarlamış burada Chazelle. Bu yapısal tercihin ‘karmaşa’dan ve ‘dağınıklık’tan güç aldığı muhakkak. Ama esasen kontrolden çıkan ve sinir krizinin eşiğindeki oyuncuların/karakterlerin ‘epik bir kara komedi’nin malzemesi olduğuna tanıklık ediyoruz.
FİŞEK GİBİ BİR FİLM İÇİNDE FİLM KAFASI!
Fişek gibi bir film içinde film halet-i ruhiyesine adapte oluyoruz. Bu durum karşısında Margot Robbie ise adeta 8-10 tiplemeye bürünerek “I’m Not There”deki (2007) hissiyat gibi bir junkie Hollywood oyuncusuna dönüşüyor. Bu saykodelik kafanın devasa bir parti sekansıyla başlaması ise şaşırtıcı değil.
İskandinav görüntü büyücüsü Linus Sandgren, ‘sinemaskop’ta 2.35:1’de bir rüyanın, karanlık bir kabusun orta yerinde buluyor kendini. Onun asap bozucu kaydırmalarıyla da allak bullak olmamıza sebebiyet veriyor. Arkadan aslında ‘sinir krizi’nin tezahürleri ile bir şekilde Hollywood’a dair filmlerin entelektüel dokunuşlu Trier’nin “Gerizekalılar”ı (“Idioterne”, 1998), Has’ın “The Hourglass Sanatorium”u (1973), Maddin’in “Tales From Gimli Hospital”i (1988) soyundan ‘ütopik’ yürüyebiliyor. “Sucker Punch”la (2011) “The Player”ı (1992) birleştiriyor hissi de bırakmıyor değil.
ACİD BİR PARTİ FİLMİ GİBİ BAŞLIYOR
Justin Hurwitz’in besteleri Bob Fosse’un müzikal geleneğini akla getiriyor. Li Jun Li’nin Lady Fay Zhu’sunun onun “Cabaret”sindeki (1972) Liza Minelli’nin Sally Bowles’unun, 1931’in Weimar Cumhuriyeti’ne ışınlanmasını hatırlatıyor çokça. Bu ince dokunuş taze duruyor.
Peckinpah-Ferreri kırması ‘acid bir parti filmi’ olarak başlıyor yapıt. Belki Sorrentino’nun “Muhteşem Güzellik”ini (“La Grande Bellezza”, 2013), Scorsese’nin “Para Avcısı”nı (“The Wolf of Wall Street”, 2013), PTA’nın “Ateşli Geceler”ini (“Boogie Nights”, 1997) akla getiriyor. Ancak zamanla bir ‘tımarhane caz müzikali’ne dönüşüyor.
FOSSE’UN ‘ALL THAT JAZZ’İNE IŞINLANIYORUZ ÇOKÇA
Bu da aslında fazlasıyla Caz Çağı’nın grup seks, kokain yüklü kontrolden çıkmış dünyasına atıfta bulunma getiriyor. Tom Cross’un hip-hop kurgu destekli bir şekilde yaptıkları, enerjik montaj sekansları mucizevi hale getiriyor. Bu durum karşısında ister istemez caz dansını sinemaya sokan Fosse’un biyografik eseri “All That Jazz”e (1979) ışınlanıyoruz. Final sekansı da onun görkemli bitirişine atıf.
Ama bazen de Walsh’un “Kükreyen Yirmiler”indeki (“Roaring Twenties”, 1939) belgesel-kurmaca kırması ‘haber filmi’ halet-i ruhiye de akla gelebiliyor. Bu durum karşısında aslında ‘parti mekanı ve İtalyan Babylon’un zevk-sefa üzerinden ‘Babylon Berlin’ dizisini de atıfları arasına aldığı söylenebilir. 1.33:1 formatından sessiz dönemin retro dokusu aslında ayrı bir sinemasal lezzet katıyor 35 mm çekilmiş bir şekilde.
B.DEMILLE USULÜ EPİK BİR META-PANAYIR
Bu durum destansı kara komediyi anlamlı hale getiriyor. Filmin ikinci düzlüğünde pastoral film çekim sahnelerinde özellikle ‘yemek arası’, ‘bir saat atlama’ gibi zekilikler aslında ‘akıl hastalığı’ ile ‘saykodeli’ arasında gidip gelmeye sebebiyet veriyor.
Ama o bölümlerin Cecil B. DeMille’in lens kullanımından çıkıp geldiğini söylemek lazım büyük oranda. “The Greatest Showman on Earth” (1952) misali epik bir sirk filmine kayma var orada. Hollywood’u o yapısal dünyanın içinde hissettirme canlanıyor. Bunun fazlasıyla stilize bir şekilde gerçekleştirildiği de bir gerçek.
AL JOLSON VE OSCAR MICHAUX İLE IRK FİLMLERİ TARTIŞMALARI
Chazelle’in iki saate yaklaşınca ise Calva’nın Meksikalı karakteri üzerinden ırk filmlerine atıfta bulunarak aslında Oscar Micheaux’ya selam çakması da çok alaycı ve keyifli duruyor. Bu durum asid kafanın daha ziyade ‘Düşler Ülkesi’nin kontrolden çıkarmasına alan açtığını, anti-kahramanların halet-i ruhiyesine dikkat çektiği görülüyor.
“Caz Muganisi” (“The Jazz Singer”, 1927) galasındaki boyanarak siyaha boyanan ‘trompetçi kimliği’ne dair yorumlar ise cezbedici. Chazelle’in 1950’ler, 1960’lara saygı duruşu filminden sonra burada 1920’lerdeki geçiş yıllarında, sesli-sessiz arasındaki sıkışmışlığa dikkat çekerken melankolik ve karanlık durduğu, alaycılık depoladığı söylenebilir.
SİNEFİLLERİN KAFAYI YEDİĞİ BİR YAPBOZ
Bu da destansı ve acid bir caz müzikali niyetine Hollywood’u deneyimletiyor. Bir başka sinefil rüyası ya da pazılını elimize veriyor. De Palma-Tarantino’vari bir yapboza dönüştürüyor. David Lynch’in “Mulholland Çıkmazı”vari (“Mulholland Dr., 2001) karanlık dehlizlere giriş ise ‘parti’lere Peckinpah’’vari bir şiddet algısı getiriyor. “Patt Garrett ve Billy the Kid”deki (“Patt Garrett & The Billy The Kid”, 1973) köpek dövüşü sahnelerinin bir tezahürünü burada görüyoruz. Film çekimi anlarında onun stilize dünyasına da açılma var.
Filmin kapanış sekansındaki sürpriz 1952’ye zıplama ise sinema salonunda izleme sonrası aslında ‘sinefiller akıl hastasıdır’ dedirten bir nokta koyma gerçekleşiyor. “La La Land”de peri masalı müzikali üzerinden görkemli Minelli klasiği “An American in Paris”e (1951) atıfta bulunulmuştu. Burada ise ‘Babylon bir sinefil yapbozu’ demeye kadar gidiyor. “Singin’ in the Rain”i (1952), yani sesin dönüşümüne dair meta-müzikalin sarhoş edici saygı duruşu değerli.
HOLLYWOOD’A DAİR BİR ÇADIR YARATIYOR
Robbie’nin fazlasıyla yakıp yıktığı bir Clara Bow etkili karakterin “Once Upon a time in Hollywod”daki (2019) Sharon Tate’den daha derin olduğu muhakkak. Onun çok fazla ruha girebildiği halini deneyimlerken ise aslında ‘sahne arkası müzikali’ niyetine oynanıp caz müzikalinde estetik sonuç aldığı yapı’ daha da manidar.
Büyük oradan da bir çadır ya da elipse benziyor. 1920’lerin Caz Çağı’nın içilme ve kontrolden çıkmasını deli işi bir Hollywood tımarhanesine dönüştürüyor Chazelle. Bu akıl hastanesinin her dönemde yeniden canlanabildiği ve bilinçaltı oyuklarına adapte olduğu bir düzen var daha ziyade.
ZAMAN YOLCULUĞUNA VERTOV-LYNCH KIRMASI ÇIKARIYOR
Araya girebilen 1.33:1 retro dokularda ise Robbie nefes kesiyor. Pitt ise John Gilbert’e selam çakarak aslında ruhuna ruh katıyor. Fazlasıyla Valentino’yla rekabete giren bir keş ruhla nefes alıp veriyor bu sayede. Katherine Waterstone, Spike Jonze, Joe D’Alessandro, Samara Weaving bütüne tuhaf tatlar katıyor. Tobey Maguire’ın Charlie Chaplin esintisi, Fatty Arbuckle göndermesi de mest ediyor. Gerçek bir sinefil hazinesi!
Ryan Murphy’nin ‘Hollywood’ dizisinin Tarantino ve Coenler’i (“Hail Ceasar”) fazlasıyla solladığı bir beş yıllık süreçte Chazelle de yeniden dirilebilen bir Hollywood modeli yaratma hedefini koyuyor. Şehvet yüklü Hollywood insanlarının konrolden çıkmasıyla ‘kara komedi’si de, ‘melankoli’si de bize tesir eden bir dünyayla bizi selamlıyor. Zaman yolculuğuna bu kez 1952’den yapıyor. Ama saygı duruşundan ziyade 1920’ler eleştirisi devreye giriyor.
Fosse-DeMille-Peckinpah arası yapı ikonik final sekansında Vertov-Lynch arası bir oyuğa girmeyle finalleniyor. Chazelle’in bu iddialı eğilimi dikkat çekici. Vertov’un Sovyet Montajı döneminde yaptıklarını hatırlatıp heyecanlandırıyor.
‘LA LA LAND’E 1920’LERDEN KARDEŞ GELİYOR!
Damien Chazelle “Aşıklar Şehri”nde (“La La Land”, 2016) Hollywood’da müzikalin altın çağını mercek altına almıştı. O dönemin starlarını, bir caz piyanisti ile bir oyuncuyu ‘zaman yolculuğu’na müthiş bir sahicilikle çıkarmıştı. Coppola’nın gizli başyapıtı “Yürekten Biri” (“One from The Heart”, 1981), Demy’nin “Cherbourg Şemsiyeleri” (“Les Parapluies de Cherbourg”, 1964) ile “Grease” (1978) kırması bir De Palma/Tarantino cinliğini bu türde görülmedik bir şekle sokulmuştu esasen. Sinema fetişizmi taptazeydi.
Büyüleyici ve dönem geçtikçe değerini arttıran bir sinefil hazinesiydi o. Peri masalı müzikali ile şov müzikali iç içe geçiyordu orada. 50’li, 60’lı yıllardan nefes aldırıyordu. Yönetmen burada sahne arkası müzikali ile caz müzikalini birleştiriyor. 1920’li, 30’lu yıllar Caz Çağı’nın göbeğinde oyunbaz bir caz müzikali tasarlıyor. Ona kardeş olarak gelen bir filme imza atıyor, ama daha melankolik bir şekilde…
AKIL HASTANESİ NİYETİNE HOLLYWOOD
Bunun başını ve sonunu ise incelikli hamlelerle görkemli hale getirmek için uğraşıyor aslında. Kontrolden çıkmışlığıyla destek veren isim ‘Babylon’ fazlasıyla epik duruyor. Bu duruşun altını dolduruyor. Esas 1926’da Hollywood çölüne giriş ve Manny Torres’in bir yönetmen asistanı olarak Meksika kimliğiyle herkesle mücadeleye girmesi bir şeylerin göstergesi.
Aslında Düşler Ülkesi’ni bir ‘akıl hastanesi’ ya da ‘tımarhane’ olarak tasarlamış burada Chazelle. Bu yapısal tercihin ‘karmaşa’dan ve ‘dağınıklık’tan güç aldığı muhakkak. Ama esasen kontrolden çıkan ve sinir krizinin eşiğindeki oyuncuların/karakterlerin ‘epik bir kara komedi’nin malzemesi olduğuna tanıklık ediyoruz.
FİŞEK GİBİ BİR FİLM İÇİNDE FİLM KAFASI!
Fişek gibi bir film içinde film halet-i ruhiyesine adapte oluyoruz. Bu durum karşısında Margot Robbie ise adeta 8-10 tiplemeye bürünerek “I’m Not There”deki (2007) hissiyat gibi bir junkie Hollywood oyuncusuna dönüşüyor. Bu saykodelik kafanın devasa bir parti sekansıyla başlaması ise şaşırtıcı değil.
İskandinav görüntü büyücüsü Linus Sandgren, ‘sinemaskop’ta 2.35:1’de bir rüyanın, karanlık bir kabusun orta yerinde buluyor kendini. Onun asap bozucu kaydırmalarıyla da allak bullak olmamıza sebebiyet veriyor. Arkadan aslında ‘sinir krizi’nin tezahürleri ile bir şekilde Hollywood’a dair filmlerin entelektüel dokunuşlu Trier’nin “Gerizekalılar”ı (“Idioterne”, 1998), Has’ın “The Hourglass Sanatorium”u (1973), Maddin’in “Tales From Gimli Hospital”i (1988) soyundan ‘ütopik’ yürüyebiliyor. “Sucker Punch”la (2011) “The Player”ı (1992) birleştiriyor hissi de bırakmıyor değil.
ACİD BİR PARTİ FİLMİ GİBİ BAŞLIYOR
Justin Hurwitz’in besteleri Bob Fosse’un müzikal geleneğini akla getiriyor. Li Jun Li’nin Lady Fay Zhu’sunun onun “Cabaret”sindeki (1972) Liza Minelli’nin Sally Bowles’unun, 1931’in Weimar Cumhuriyeti’ne ışınlanmasını hatırlatıyor çokça. Bu ince dokunuş taze duruyor.
Peckinpah-Ferreri kırması ‘acid bir parti filmi’ olarak başlıyor yapıt. Belki Sorrentino’nun “Muhteşem Güzellik”ini (“La Grande Bellezza”, 2013), Scorsese’nin “Para Avcısı”nı (“The Wolf of Wall Street”, 2013), PTA’nın “Ateşli Geceler”ini (“Boogie Nights”, 1997) akla getiriyor. Ancak zamanla bir ‘tımarhane caz müzikali’ne dönüşüyor.
FOSSE’UN ‘ALL THAT JAZZ’İNE IŞINLANIYORUZ ÇOKÇA
Bu da aslında fazlasıyla Caz Çağı’nın grup seks, kokain yüklü kontrolden çıkmış dünyasına atıfta bulunma getiriyor. Tom Cross’un hip-hop kurgu destekli bir şekilde yaptıkları, enerjik montaj sekansları mucizevi hale getiriyor. Bu durum karşısında ister istemez caz dansını sinemaya sokan Fosse’un biyografik eseri “All That Jazz”e (1979) ışınlanıyoruz. Final sekansı da onun görkemli bitirişine atıf.
Ama bazen de Walsh’un “Kükreyen Yirmiler”indeki (“Roaring Twenties”, 1939) belgesel-kurmaca kırması ‘haber filmi’ halet-i ruhiye de akla gelebiliyor. Bu durum karşısında aslında ‘parti mekanı ve İtalyan Babylon’un zevk-sefa üzerinden ‘Babylon Berlin’ dizisini de atıfları arasına aldığı söylenebilir. 1.33:1 formatından sessiz dönemin retro dokusu aslında ayrı bir sinemasal lezzet katıyor 35 mm çekilmiş bir şekilde.
B.DEMILLE USULÜ EPİK BİR META-PANAYIR
Bu durum destansı kara komediyi anlamlı hale getiriyor. Filmin ikinci düzlüğünde pastoral film çekim sahnelerinde özellikle ‘yemek arası’, ‘bir saat atlama’ gibi zekilikler aslında ‘akıl hastalığı’ ile ‘saykodeli’ arasında gidip gelmeye sebebiyet veriyor.
Ama o bölümlerin Cecil B. DeMille’in lens kullanımından çıkıp geldiğini söylemek lazım büyük oranda. “The Greatest Showman on Earth” (1952) misali epik bir sirk filmine kayma var orada. Hollywood’u o yapısal dünyanın içinde hissettirme canlanıyor. Bunun fazlasıyla stilize bir şekilde gerçekleştirildiği de bir gerçek.
AL JOLSON VE OSCAR MICHAUX İLE IRK FİLMLERİ TARTIŞMALARI
Chazelle’in iki saate yaklaşınca ise Calva’nın Meksikalı karakteri üzerinden ırk filmlerine atıfta bulunarak aslında Oscar Micheaux’ya selam çakması da çok alaycı ve keyifli duruyor. Bu durum asid kafanın daha ziyade ‘Düşler Ülkesi’nin kontrolden çıkarmasına alan açtığını, anti-kahramanların halet-i ruhiyesine dikkat çektiği görülüyor.
“Caz Muganisi” (“The Jazz Singer”, 1927) galasındaki boyanarak siyaha boyanan ‘trompetçi kimliği’ne dair yorumlar ise cezbedici. Chazelle’in 1950’ler, 1960’lara saygı duruşu filminden sonra burada 1920’lerdeki geçiş yıllarında, sesli-sessiz arasındaki sıkışmışlığa dikkat çekerken melankolik ve karanlık durduğu, alaycılık depoladığı söylenebilir.
SİNEFİLLERİN KAFAYI YEDİĞİ BİR YAPBOZ
Bu da destansı ve acid bir caz müzikali niyetine Hollywood’u deneyimletiyor. Bir başka sinefil rüyası ya da pazılını elimize veriyor. De Palma-Tarantino’vari bir yapboza dönüştürüyor. David Lynch’in “Mulholland Çıkmazı”vari (“Mulholland Dr., 2001) karanlık dehlizlere giriş ise ‘parti’lere Peckinpah’’vari bir şiddet algısı getiriyor. “Patt Garrett ve Billy the Kid”deki (“Patt Garrett & The Billy The Kid”, 1973) köpek dövüşü sahnelerinin bir tezahürünü burada görüyoruz. Film çekimi anlarında onun stilize dünyasına da açılma var.
Filmin kapanış sekansındaki sürpriz 1952’ye zıplama ise sinema salonunda izleme sonrası aslında ‘sinefiller akıl hastasıdır’ dedirten bir nokta koyma gerçekleşiyor. “La La Land”de peri masalı müzikali üzerinden görkemli Minelli klasiği “An American in Paris”e (1951) atıfta bulunulmuştu. Burada ise ‘Babylon bir sinefil yapbozu’ demeye kadar gidiyor. “Singin’ in the Rain”i (1952), yani sesin dönüşümüne dair meta-müzikalin sarhoş edici saygı duruşu değerli.
HOLLYWOOD’A DAİR BİR ÇADIR YARATIYOR
Robbie’nin fazlasıyla yakıp yıktığı bir Clara Bow etkili karakterin “Once Upon a time in Hollywod”daki (2019) Sharon Tate’den daha derin olduğu muhakkak. Onun çok fazla ruha girebildiği halini deneyimlerken ise aslında ‘sahne arkası müzikali’ niyetine oynanıp caz müzikalinde estetik sonuç aldığı yapı’ daha da manidar.
Büyük oradan da bir çadır ya da elipse benziyor. 1920’lerin Caz Çağı’nın içilme ve kontrolden çıkmasını deli işi bir Hollywood tımarhanesine dönüştürüyor Chazelle. Bu akıl hastanesinin her dönemde yeniden canlanabildiği ve bilinçaltı oyuklarına adapte olduğu bir düzen var daha ziyade.
ZAMAN YOLCULUĞUNA VERTOV-LYNCH KIRMASI ÇIKARIYOR
Araya girebilen 1.33:1 retro dokularda ise Robbie nefes kesiyor. Pitt ise John Gilbert’e selam çakarak aslında ruhuna ruh katıyor. Fazlasıyla Valentino’yla rekabete giren bir keş ruhla nefes alıp veriyor bu sayede. Katherine Waterstone, Spike Jonze, Joe D’Alessandro, Samara Weaving bütüne tuhaf tatlar katıyor. Tobey Maguire’ın Charlie Chaplin esintisi, Fatty Arbuckle göndermesi de mest ediyor. Gerçek bir sinefil hazinesi!
Ryan Murphy’nin ‘Hollywood’ dizisinin Tarantino ve Coenler’i (“Hail Ceasar”) fazlasıyla solladığı bir beş yıllık süreçte Chazelle de yeniden dirilebilen bir Hollywood modeli yaratma hedefini koyuyor. Şehvet yüklü Hollywood insanlarının konrolden çıkmasıyla ‘kara komedi’si de, ‘melankoli’si de bize tesir eden bir dünyayla bizi selamlıyor. Zaman yolculuğuna bu kez 1952’den yapıyor. Ama saygı duruşundan ziyade 1920’ler eleştirisi devreye giriyor.
Fosse-DeMille-Peckinpah arası yapı ikonik final sekansında Vertov-Lynch arası bir oyuğa girmeyle finalleniyor. Chazelle’in bu iddialı eğilimi dikkat çekici. Vertov’un Sovyet Montajı döneminde yaptıklarını hatırlatıp heyecanlandırıyor.