BiZE DE BEKLERiZ #34: SOMERSAULT
16/10/2012 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 7.5
|
2000’lerde Yeni Avustralya sinemasının ‘stilize’ çıkışının mihenk taşlarından olan “Somersault”, 15 yaşındaki bir kızın ergenliğe geçiş hikayesini özgür bir ruhla kavrıyor. Abbie Cornish ile Sam Worhington’un çıkış filmi olarak anılabilecek eser, bu duyguya cesur sahneler, yatıştırıcı-hipnotize edici müzikler ve unutulmaz görüntü yönetimiyle ayak uyduruyor. Burada senaryosal sorun gibi gözüken sinemasal özellikler ise belli ki bu sene büyüme hikayesini siyasi bir portföye oturtan “Savaşın Gölgesinde” (“Lore”) ile gündeme gelen Cate Shortland’ın bu ilk filminden sonra sinema perdesinden uzaklaşmasına yol açmış. Ama “Somersault”un 2000’lerde ‘genç kadın bireylerin cinsel uyanış hikayelerinin en dinamik ve cüretkarlarından’ olduğunu değiştirmiyor bu durum.
Masmavi bir sazlık görüntüsü ve arkadan yükselen hafif hipnotik bir müzik... Flulaşmış bir birey ve sis basmış bir coğrafya... Her şey hayatını bütün masumiyetiyle idame ettiren Heidi’nin etrafında bu ‘flu’luktan ‘net’liğe çıkma arayışı için aslında. Zira onun net gördüğü ilk karakter, evinde TV izleyen üvey babası. Bu yabancılaştırıcı halet-i ruhiye ise ‘kıpkırmızı’ renklerle her şeyi özetlemeye yetiyor.
Cinsel arayış adına küçümsenmeyecek noktalara ulaşıyor
Cate Shortland burada 15 yaşında ergenlik kulvarlarını tek tek atlamak ve kadın olmak isteyen Heidi’nin gözünden bir ‘cinsel arayış/uyanış’ hikayesinin izini sürüyor. Yönetmenin bunu bir varoluş mücadelesine çevirirken geçtiği eşikler ise hiç ama hiç küçümsenecek cinsten değil. Zira ‘Somersault’ isminin yüzde yüz çevirisi ‘perende atma’nın peşinde olan bu karakterin bunu yapmak için de çok kolay, hemen atlanabilecek basamaklar yok önünde.
Bir bakıma filmin ensest, üçlü ilişki, biseksüellik gibi kavramlar üzerinden ana karakterinin varoluş yolculuğuna odaklanma arzusunda da bunlar devreye giriyor. Avusralya sinemasının birinci kuşağında ‘Yeni Dalga’ temsilcisi olarak da anılan Peter Weir, Gillian Armstrong ve George Miller gibi sonradan Hollywood’a transfer olacak isimler üremişti. 90’larda çıkan John Hillcoat ve Baz Luhrmann gibi ‘ikinci kuşak’ olarak görülebilecek isimlerin her zaman özgür bir ruhla donatılıp bir yol aradığı döneminin devamında ise ‘dinamik’ bir akım devreye girdi. “Somersault”, büyük oranda 2000’lerde filizlenen Yeni Avustralya sinemasının “2.37” (2006) ve “Look Both Ways” (2005) ile birlikte en çok önemsenen filmi ya da mihenk taşı.
İzole edilmişlik, stilize Avustralya sineması yetisiyle donatılıyor
Bunu hak ederek ayakları üzerinde durmaya çalışırken de cesur adımlar atıyor. Öncelikle 16 yaşındaki Abbie Cornish’in karakterine kattığı ruh, ardından bu temelden ortaya çıkan görsel yükseliş ve stilize örgü konusunda büyük hareketlenmelerle ilerliyor. Zira bu ülke sineması eğiliminde yavaş çekim uyumunun, dingin el-omuz kamerasının, renk filtrelerinin, çok yakın planların, detay planların, ses efektlerinin ve minimal müzik kullanımının rolü büyük. Bunların ‘teleobjektif’e yakın lensler üzerinden yarattığı stilize doku da büyük ölçüde bizi Leone, Woo, Hu, Mann gibi isimlere götürüyor ve ‘yarı hipnotik yarı operamsı’ bir havayı harekete geçiriyor.
Bu durum fazlasıyla suç kokunca da aslında “Hayvan Krallığı” (“Animal Kingdom”, 2010) ve “Snowtown” (2011) gibi bu eğilimli örneklerle yüzleşiyoruz. Zira buradaki stil arayışının kaynağında fluluktan, kafa karışıklığından çıkmak isteyen ve kendi izole edilmişliğini atıp sorunlarını çözmüş bir şekilde ergenliğe geçişi tamamlama arzusunda bir Heidi var. Cinsellik ya da cinsel macera onun için eşik atlamanın adresine dönüşüyor.
Filtreler baskın bir rol oynuyor
Shortland de en az Jane Campion, Chantal Akerman, Agnès Varda ve Márta Mészáros kadar kadın yönetmenlerin feminist duygusunu iyi kavrıyor. Erkek karakterleri onun hayatının parçası olarak konumlandırıyor. Bu noktada filmin tonu da zaman zaman montaj sekanslarla ve filtrelerin dolgunluğuyla yükseltiyor. Ama daha ziyade ‘drama’ öne çıkınca ‘Amerikan bağımsız karakter dramaları’nın ruhu üzerimize üzerimize geliyor.
Dört seks sahnesinin gerekli samimiyet, vahşilik ve çıplaklıkla doğru tonlarda sarılması bir tarafa, mavi, kırmızı ve yeşil renk filtrelerinin ruh halindeki çıkışsızlığı devreye soktuğu net. Mavinin bir flulaşmayı, çoğunlukla ‘melankolikleşme’yi vurguladığı kesinken, kırmızının ‘tutku’nun rengine dönüştüğü görülebiliyor. Diğer renkler ise Robert Humphreys’in öznel evrenin dokusunda yer yer devreye soktuğu anları anlatmaya yarıyor.
Yan karakterleri kaybederken öznel bir bakışı harekete geçiriyor
Tabii Decoder Ring’in iz bırakan bestelerinin de filmin bu ‘perende’ haline büyük oranda tesir ettiği kesin. Ancak belli ki Cate Shortland’in bu filmden beri ‘sinema perdesi’ görememesi (bu yıl Avustralya’nın ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında Oscar aday adayı olan “Savaşın Gölgesinde”ye kadar) burada dramatik çatışmaların atlayarak gerçekleşmesinden, senaryoda esler verilmesinden kaynaklanıyor. Zira eğer bir ayrılık veya ayrılık belirtisi olursa karakterler arasına ufak veya büyük çaplı bir çatışmanın yerleştirilmesi ana senaryo kuralıdır.
Ancak “Somersault”, görsel tutkusuna kapılıp bunları bilerek atlamış. Böylece senaryonun kaybolan karakterlerin peşinden gitmeyip belli yan karakterleri de içeriye yedirmeden 16 yaşındaki kızın izinden, öznel bir yaklaşımla bir şeyler söyleme arzusunu ortaya koymuş. Bunu yaparken bunları da az veya çok içeriye yedirmeliymiş. Nihayetinde cesaretiyle Abbie Cornish’i de 22 yaşında sinema sahnesine armağan ederken feminist okumalarıyla da dikkat çeken bir eser çıkarıyor karşımıza. Biçimci ruhuyla da cinsel arayış cüretiyle de anılası bir yapıta dönüşüyor. Zira böylesi bir yönetmenlik yaklaşımını yedinci sanatın tarihine bakınca kadın yönetmenlerde görmek çok da kolay değil.
Masmavi bir sazlık görüntüsü ve arkadan yükselen hafif hipnotik bir müzik... Flulaşmış bir birey ve sis basmış bir coğrafya... Her şey hayatını bütün masumiyetiyle idame ettiren Heidi’nin etrafında bu ‘flu’luktan ‘net’liğe çıkma arayışı için aslında. Zira onun net gördüğü ilk karakter, evinde TV izleyen üvey babası. Bu yabancılaştırıcı halet-i ruhiye ise ‘kıpkırmızı’ renklerle her şeyi özetlemeye yetiyor.
Cinsel arayış adına küçümsenmeyecek noktalara ulaşıyor
Cate Shortland burada 15 yaşında ergenlik kulvarlarını tek tek atlamak ve kadın olmak isteyen Heidi’nin gözünden bir ‘cinsel arayış/uyanış’ hikayesinin izini sürüyor. Yönetmenin bunu bir varoluş mücadelesine çevirirken geçtiği eşikler ise hiç ama hiç küçümsenecek cinsten değil. Zira ‘Somersault’ isminin yüzde yüz çevirisi ‘perende atma’nın peşinde olan bu karakterin bunu yapmak için de çok kolay, hemen atlanabilecek basamaklar yok önünde.
Bir bakıma filmin ensest, üçlü ilişki, biseksüellik gibi kavramlar üzerinden ana karakterinin varoluş yolculuğuna odaklanma arzusunda da bunlar devreye giriyor. Avusralya sinemasının birinci kuşağında ‘Yeni Dalga’ temsilcisi olarak da anılan Peter Weir, Gillian Armstrong ve George Miller gibi sonradan Hollywood’a transfer olacak isimler üremişti. 90’larda çıkan John Hillcoat ve Baz Luhrmann gibi ‘ikinci kuşak’ olarak görülebilecek isimlerin her zaman özgür bir ruhla donatılıp bir yol aradığı döneminin devamında ise ‘dinamik’ bir akım devreye girdi. “Somersault”, büyük oranda 2000’lerde filizlenen Yeni Avustralya sinemasının “2.37” (2006) ve “Look Both Ways” (2005) ile birlikte en çok önemsenen filmi ya da mihenk taşı.
İzole edilmişlik, stilize Avustralya sineması yetisiyle donatılıyor
Bunu hak ederek ayakları üzerinde durmaya çalışırken de cesur adımlar atıyor. Öncelikle 16 yaşındaki Abbie Cornish’in karakterine kattığı ruh, ardından bu temelden ortaya çıkan görsel yükseliş ve stilize örgü konusunda büyük hareketlenmelerle ilerliyor. Zira bu ülke sineması eğiliminde yavaş çekim uyumunun, dingin el-omuz kamerasının, renk filtrelerinin, çok yakın planların, detay planların, ses efektlerinin ve minimal müzik kullanımının rolü büyük. Bunların ‘teleobjektif’e yakın lensler üzerinden yarattığı stilize doku da büyük ölçüde bizi Leone, Woo, Hu, Mann gibi isimlere götürüyor ve ‘yarı hipnotik yarı operamsı’ bir havayı harekete geçiriyor.
Bu durum fazlasıyla suç kokunca da aslında “Hayvan Krallığı” (“Animal Kingdom”, 2010) ve “Snowtown” (2011) gibi bu eğilimli örneklerle yüzleşiyoruz. Zira buradaki stil arayışının kaynağında fluluktan, kafa karışıklığından çıkmak isteyen ve kendi izole edilmişliğini atıp sorunlarını çözmüş bir şekilde ergenliğe geçişi tamamlama arzusunda bir Heidi var. Cinsellik ya da cinsel macera onun için eşik atlamanın adresine dönüşüyor.
Filtreler baskın bir rol oynuyor
Shortland de en az Jane Campion, Chantal Akerman, Agnès Varda ve Márta Mészáros kadar kadın yönetmenlerin feminist duygusunu iyi kavrıyor. Erkek karakterleri onun hayatının parçası olarak konumlandırıyor. Bu noktada filmin tonu da zaman zaman montaj sekanslarla ve filtrelerin dolgunluğuyla yükseltiyor. Ama daha ziyade ‘drama’ öne çıkınca ‘Amerikan bağımsız karakter dramaları’nın ruhu üzerimize üzerimize geliyor.
Dört seks sahnesinin gerekli samimiyet, vahşilik ve çıplaklıkla doğru tonlarda sarılması bir tarafa, mavi, kırmızı ve yeşil renk filtrelerinin ruh halindeki çıkışsızlığı devreye soktuğu net. Mavinin bir flulaşmayı, çoğunlukla ‘melankolikleşme’yi vurguladığı kesinken, kırmızının ‘tutku’nun rengine dönüştüğü görülebiliyor. Diğer renkler ise Robert Humphreys’in öznel evrenin dokusunda yer yer devreye soktuğu anları anlatmaya yarıyor.
Yan karakterleri kaybederken öznel bir bakışı harekete geçiriyor
Tabii Decoder Ring’in iz bırakan bestelerinin de filmin bu ‘perende’ haline büyük oranda tesir ettiği kesin. Ancak belli ki Cate Shortland’in bu filmden beri ‘sinema perdesi’ görememesi (bu yıl Avustralya’nın ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında Oscar aday adayı olan “Savaşın Gölgesinde”ye kadar) burada dramatik çatışmaların atlayarak gerçekleşmesinden, senaryoda esler verilmesinden kaynaklanıyor. Zira eğer bir ayrılık veya ayrılık belirtisi olursa karakterler arasına ufak veya büyük çaplı bir çatışmanın yerleştirilmesi ana senaryo kuralıdır.
Ancak “Somersault”, görsel tutkusuna kapılıp bunları bilerek atlamış. Böylece senaryonun kaybolan karakterlerin peşinden gitmeyip belli yan karakterleri de içeriye yedirmeden 16 yaşındaki kızın izinden, öznel bir yaklaşımla bir şeyler söyleme arzusunu ortaya koymuş. Bunu yaparken bunları da az veya çok içeriye yedirmeliymiş. Nihayetinde cesaretiyle Abbie Cornish’i de 22 yaşında sinema sahnesine armağan ederken feminist okumalarıyla da dikkat çeken bir eser çıkarıyor karşımıza. Biçimci ruhuyla da cinsel arayış cüretiyle de anılası bir yapıta dönüşüyor. Zira böylesi bir yönetmenlik yaklaşımını yedinci sanatın tarihine bakınca kadın yönetmenlerde görmek çok da kolay değil.
NE DURUMDA?
Ülkemizde festivallere dahi uğramadı. Sahibi yok. DVD’sinin bile çıkması zor gözüküyor. Avustralya sineması önemsenen bir alan olmadığı için filmin ‘mağdur’ olduğu söylenebilir.