'BİR ZAMANLAR... HOLLYWOOD'DA': SHARON TATE'E NE OLDU?
FİLMİN NOTU: 6
|
Tarantino, 9. filminde 60’ların sonu Hollywood’una saygı duruşunda bulunmak için yola çıkıyor. “Bir Zamanlar... Hollywood’da”, Manson Tarikatı’nın 1969’daki ev katliamını dublör-oyuncusu ilişkisinin ortasına yerleştiren bir Hollywood Hollywood'a bakıyor filmi.
90’LARDA, 2000’LERDE KLASİKLER BIRAKTI
Tarantino, ‘sinema fetişizmi’ yapmasıyla bilinen bir yönetmen. Aslında “Rezervuar Köpekleri” (“Reservoir Dogs”, 1992), “Ucuz Roman” (“Pulp Fiction”, 1994) ve “Jackie Brown” (1997), bunu diyaloglar üzerinden gerçekleştirmişti ve bir şekilde de hikaye kurgusunu bozarak ‘postmodern dönemin Orson Welles’i’ kimliğini üzerine geçirmişti. Aslında yapılan, ‘suç filmi’ örneklerindeki tiplemelere, formüllere ve ucuz öğelere alaycı bir şekil vermekti. Bu yapıtların ‘neo-noir’ türü içerisinde önemli bir yere yerleştiği görüldü. Özellikle ilk ikisi klasikleşti.
2000’lerin başında ise “Kill Bill” ile her bölümü geri planda kalmış bir türün ya da alt türün estetiğiyle çekilmiş, ‘spagetti western’den ‘Japon animesi’ne, ‘wuxia filmi’nden ‘chambara filmi’ne uzanan bir film modeli dokundu. Ciddi bir western aşkıyla üretilen filmde, Brian De Palma’nın ilk dönemiydi akla gelen... “Ölüm Geçirmez”de (“Death Proof”, 2007) istismar filmlerine saygı duruşunda bulunurken aslında ucuzluğun keyfini süren keyifli bir yapıt geliyordu.
2010’LARDAKİ ‘ALTERNATİF TARİHÇİ’ TARANTINO İŞLİYOR MU?
2009’da “Soysuzlar Çetesi” (“Inglourious Basterds”) yönetmenin İtalyanların ‘macaroni combat film’ türünü kendine göre yorumladığı epizodik bir hınzırlık abidesiydi. “Kill Bill” modelinin savaş filmi koluydu. Bunu yaparken Hitler’in konumunu ve işleyişini değiştirmesiyle de aslında ‘alternatif tarih’ arayışına start verdi. ‘Bir Zamanlar Nazi Kontrolündeki Fransa’ olarak başlaması da tesadüf değildi. 2010’lardaysa yönetmenin ‘politik açıdan doğru’ durma hedefi fazlasıyla ayyuka çıktı.
Amerikan İç Savaşı yıllarına kendi şeklini veren Zincirsiz (“Django Unchained”, 2012), kelimenin tam anlamıyla Obama döneminin aşırı hesaplı siyahi western istismar filmiydi. Ama işin ilginci 70’lerin başında Fassbinder “Whity”de (1971) ilk siyahi kovboyu devreye sokmuştu. Bu sebeple de tabuları yıkmanın ötesinde gereksiz uzayıp 165 dakikayı bularak aşırı hesap kaygısına kurban giden bir filmdi karşımıza çıkan.
“The Hateful Eight”, sonuyla Tarantino oyunbazlığı barındıran bir ‘whodunit outlaw western’i’ denemesiydi, tutarlıydı da. Ama tek mekana 168 dakikayı sıkıştırarak aşırı uzunluk problemi çekiyordu bir kez daha. Yönetmen, kurgucusu Sally Menke’nin de vefatı sonrası 2010’larda klasik Amerikan sinemasına kaykıldı.
YÖNETMENİN ‘GECEYARISI KOVBOYU’ MU?
“Bir Zamanlar… Hollywood’da” (“Once Upon a Time in… Hollywood”, 2019), Manson Tarikatı’nın 1969’da Hollywood tarihine damga vurmuş, Sharon Tate’in de eklendiği ev katliamını ele alan bir film. Bu gerçek olayı alternatif bir sinema evrenine transfer etme hedefiyle yola çıkıyor. İki açıdan avantajlı bir proje... Birincisi Manson Tarikatı, bugüne kadar kurmacada karşımıza çıkmamıştı. İkincisi, ‘dublörler’ sinemaya o kadar da ciddi bir miras bırakmadı.
Bu alanda “Tatlı Budala” (“The Party”, 1968), “The Stunt Man” (1980) ve “Ölüm Geçirmez” gibi filmler dışında akla gelen kalıcı bir eser yok. Bu sebeple burada ‘Bonanza’ gibi 50’lerin western dizilerinde oynayan B-tipi bir oyuncunun merkezi pozisyonu gayet yerinde. Rick Dalton (DiCaprio) ile Cliff Booth’un (Pitt) varlığıyla aslında baştan itibaren popüler kültürdeki ‘western’ ve ‘Nazi motifi’ algısına karşı çıkan bir ikili yaratılıyor.
Tarantino’nun dokuzuncu filmi, açılış sekansında DiCaprio’nun Nazileri alevli bir aletle öldürmesi de sanki “Soysuzlar Çetesi”nin devamında gelen bir ‘meta-western’ örneği gibi canlanıyor. Öte yandan “Ölüm Geçirmez”in dublör Mike’ını canlandıran Kurt Russell’ın anlatıcı sesinin yanı sıra bazı sahnelerde içeri girip Booth’a akıl vermesi de yönetmenin evreni adına konuşulacak detaylar.
Dalton’ın hınzır girişinin devamında Sergio Corbucci oyuncusuna dönüşüp, onun klasiklerinin afişlerinin yeniden yaratılmasına yol açması da zaten arşivlik sahneler getiriyor. Yönetmen 60’ların sonunda; hippi kültürünün, özgürlükçülüğün ve Yeni Hollywood’un ayyuka çıktığı atmosferde kendi “Geceyarısı Kovboyu”nu (“Midnight Cowboy”, 1969), “Sonsuz Ölüm”ünü (“Butch Cassidy and the Sundance Kid”, 1969) ya da ‘ikili’sini yaratma hedefiyle yola çıkmış.
‘HEDEFLER’İN BYRON ORLOK’UNUN WESTERN KARDEŞLERİ
Bunun için de temelde 2.35:1’i kullansa da 1.85:1 ile 1.33:1’i film yapılan periyoda göre yerleştirebiliyor. Robert Richardson’ın katkısı bu konuda çok klasik. Bunun ötesinde de film, ‘Hollywood Hollywood’a bakıyor’ formülü açısından da sanki Peter Bogdanovich imzalı “Hedefler”in (“Targets”, 1968) zamanı geçen B-tipi kült oyuncu Boris Karloff’u merkeze yerleştiren omurgasını akla getiriyor. Adeta Booth ile Dalton, oradaki Byron Orlok karakterinin western kardeşleri gibiler. Ama araya Margot Robbie’nin, Sharon Tate’in sokulmasıyla film, Altman klasiği “Oyuncu”vari (“The Player”, 1992) bir kesişen hayatlar filmi halini alıyor.
Polanski’nin hamile eşini kaybettiği seneden bir yıl önce satanist okült korku filmi “Rosemary’nin Bebeği”ni (“Rosemary’s Baby”, 1968) çekip Los Angeles’taki Manson Ailesi tehdidini de kast ettiği düşünülmüştü. Bu çıkış noktası olayı trajikleştirse de Tarantino bunun üzerine gitmemiş. Aksine tarikat filmlerinin korkuda arttığı günlerde Manson Tarikatı’nı ele almak da aslında ‘çok geç kalınmadı mı?’ dedirtiyor. Zira bu konuda kendine özgü bir model yaratan “Midsommar”ın (2019) çekildiği, bu meselenin korkuya ilerlediği yıllardayız. Bu sebeple 70’lerdeki “Soldaki Son Ev” (“The Last House on the Left”, 1972) misali ‘eve giren yabancı’ yaklaşımı çok yeni durmuyor, aksine “Ziyaretçiler”in (“The Strangers”, 2008) tedirgin ediciliğini anımsatmakla kalıyor.
‘SHARON TATE’İ KİM ÖLDÜRDÜ?’ SORUSUNA DAHA ÇOK KAFA YORULMALIYDI
Sharon Tate, hamileyken tecavüz edilip öldürülen bir karakter olarak tasvir edilmiyor. Aksine, onun inatla bacaklarının çekilmesinin ve ayaklarının fetişe malzeme edilmesinin üzerine giden bir görsel yaklaşım var. Tate, “Kill Bill”in kült Gelin’inden farksız bir alaycı Tarantino karakterine dönüşüyor. Elbette ‘B-tipi oyuncu ile onun dublörü’ ana karakterler olabilir. Tarantino geride kalmış anti-kahramanları sever. Ama bu durum da ister istemez gerçek tipleme olarak Tate’in merkezi olmamasını bir sorun haline getiriyor.
Manson Ailesi’nin kızlarının ilk girdiği sahnede “Bebekler Vadisi” (“Valley of the Dolls”, 1967) etkisi çok bariz, bu gönderme tutuyor. Sinema fetişizmini zirveye çıkarıyor. Mark Robson’ın “Bebekler Vadisi”, zaten es geçilse de ‘60’larda Los Angeles’ta yıldız olarak yaşama’ üzerine üretilmiş bir klasiktir. “Bir Zamanlar… Hollywood’da”nın bunun farkında olması, sinemacının 'görmezden gelinen filmler'e verdiği değeri bir kez daha ortaya koyuyor.
Ama onun ötesinde Roman Polanski, Steve McQueen isimlerinin arkadan gösterilip karikatürize edilmesi, filmin ciddi tonuna ve hedeflerine zararı veriyor. Bunlara yine zayıf bir oyuncu tarafından canlandırılan Bruce Lee de daha iddialı bir şekilde ekleniyor üstelik. Bu durum da yan karakterlerin Al Pacino haricinde işlevsiz olmasını sağlıyor. Tarantino sadece DiCaprio ve Pitt’e uğraşmış, diğer şöhretli karakterler ucuz oyunculara emanet edilmiş. Belki de ana karakterlerin B-tipi olmasının tersi istikamette ilerleyen bir tercih bu. Ama ‘parodi’ olarak yaptığının adını koymayınca da tonsal olarak Cem Yılmaz’ın “Arif v 216”da (2018) gerçekleştirdiğine hiç de arzu etmeden yanaşmak kaçınılmaz hale geliyor.
FİNALİ CİNSİYETÇİ VE KORKAK DURUYOR
Bu durum da ister istemez finale ilerleyen yolda, “Altın Hırsızları”nı (“The Wedding Crew”, 1968) izlemeye girilen sahne başta olmak üzere ‘öldürülecek şapşal, gereksiz rahatsız edici ve histerik kız’ haline gelen, kariyerinin başındaki bir ‘popüler kültür ikonu’ getiriyor. Tarantino, Sharon Tate’in cinayetine daha ahlaklı, sağduyulu ve feminist yaklaşabilirmiş. Onun cinayetinin olmamasını istiyor olabilir. Zira finalde tarihsel gerçeklikte müzisyen Dennis Wilson’ın Manson Tarikatı’nın bir bireyini onun evine getirmesine yol açtığı duygusal yakınlaşmayı (Qualley’nin tiplemesiyle) Brad Pitt yan evdeki kurmaca karakterlere götürüyor. Bu da iki sonuç çıkarıyor karşımıza: ‘Sharon Tate’in cinayetini es geçtiler, benim dünyamda o ölmedi’ ve ‘Sırada Sharon Tate var, ama size göstermeyeceğim’.
Ama filmin finalinin Hollywood’da dönen düzenin, sürekli devreye giren cinayetlerin, kıyımların olduğu dünyaya dair bir söylem için tasarlandığı çok açık. Polanski’nin “Rosemary’nin Bebeği” sebebiyle suçlu olduğunu da, onun Tate ile ilişkisini hiç göstermeden es geçen zihniyet doğru değil. Tarantino çok korkak davranınca tarihin en önemli cinayetlerinden birini perdede yansıtma fırsatını kaçırmış. Ama cinayeti göstermemeye çıkan ‘alternatif tarihçilik’ bu devirde mantıklı durmuyor. Aksine Weinstein’i ve #MeToo karşıtlarını mutlu ediyor. Manson Ailesi'nden ve bütün Hollywood'dan çekinme anlamına geliyor. Korkaklık belirtisi gibi gözüküyor.
Tate’e yapılan bu saygısızlık sebebiyle bir de ‘Sharon Tate biyografisi’ ihtiyacı doğuyor. ‘Pyscho-biddy film’ tiplemeleriyle teğet geçen histerik karakter problemli. Etkileyici “Bebekler Vadisi”nin başrolünün böylesi noktalara gelmesi çok da etik değil sanki. Bu durum da filme zarar veriyor.
UZUN SÜRE HANTALLIK PROBLEMİ GETİRİYOR
Tarantino’nun çok sevdiği zoom objektif kullanımına karşın inatla klasik bir kurgu için kasması, sadece sinemada film izleme anlarında biraz paralel kurguya meyletmesi, Tinsel Town ve Drive-In devreye girdiğinde başka bir boyutun, keyfin sözünü vermekle kalmasını sağlıyor. Bu da ister istemez “Bir Zamanlar… Hollywood’da”yı sadece bir tane hızlandırılmayan ekran bölme tekniğiyle hatırlatıyor. Sinemacı son döneminde gereksiz bir şekilde 150 dakikayı geçen filmlerine bir yenisini daha ekliyor. Hantal kurgu fazlasıyla göze batıyor.
Bunun ötesinde “Büyük Kaçış” (“The Great Escape”, 1964) esprisi, Sergio Corbucci filmleri derken dublörlük üzerinden yürüyen taraf eğlenceli. Bir sinefil keyfi barındırıyor. Ama filmin ciddi bir tartım problemi var. Klasiklik yolunda çok uzaması bir tarafa, Tate’in biyografisi olsa bu dönemde cuk oturabilirmiş. Bu da Tarantino’nun eserinin; “Hedefler” (1968), “Mulholland Çıkmazı” (“Mulholland Dr.”, 2001), “The Other Side of the Wind” (2018), “Sullivan’s Travels” (1941), “Sunset Boulevard” (1950), “Barton Fink” (1991), “Oyuncu” gibi klasikleşmiş ‘Hollywood Hollywood’a bakıyor’ filmleriyle yarışmasını engelliyor.
POLİTİK AÇIDAN HESAPLI TARANTINO’NUN ‘BİR ZAMANLAR AMERİKA’SI
“Bir Zamanlar… Hollywood’da”, Coenler’in klasik çekilmiş ve fazla kalıcı olmayacak alaycı Hollywood taşlaması “Hail, Caesar!” (2016) gibi ‘eli yüzü düzgün film’ seviyesinde kalıyor. Yeni kurtarılan devrimci Orson Welles klasiği “The Other Side of the Wind”ın iddialı haline yaklaşmaktan uzak. Elbette B-sınıfı western yıldızlarına, 60’ların sonu Hollywood’una ve daha nicesine göndermeler tatmin ediyor, ama bir model oluşturma söz konusu olduğunda ‘düşünen kafa’ olarak politik açıdan hesaplı ve yaşlanmış Tarantino beliriyor.
Kendisi için bir çeşit “Geceyarısı Kovboyu” çekiyor, ama western tutkusundan başka yerlere de odaklanmalı artık. Hınzır olacağım diye kasmak tarihsel bir hata getiriyor. Leone’nin “Batıda Kan Var”ı (“Once Upon a Time In the West”, 1968) sinema tarihinin en önemli 20-30 filminden birine dönüşürken 55’inde çektiği “Bir Zamanlar Amerika’sı” (“Once Upon a Time in America”, 1984) biraz fazla uzayıp sadece dört başı mamur bir destansı gangster filmi olarak kalmıştı. Sanki “Kill Bill”, Tarantino’nun “Batıda Kan Var”ıysa, 56’sında imza attığı “Bir Zamanlar… Hollywood’da” da “Bir Zamanlar Amerika’da”sı… Sadece sinemacıların belli bir yaştan sonra yeni gelişmelere adapte olamadıklarını, eski enerjilerini kaybettiklerini kanıtlamak için değerli!
90’LARDA, 2000’LERDE KLASİKLER BIRAKTI
Tarantino, ‘sinema fetişizmi’ yapmasıyla bilinen bir yönetmen. Aslında “Rezervuar Köpekleri” (“Reservoir Dogs”, 1992), “Ucuz Roman” (“Pulp Fiction”, 1994) ve “Jackie Brown” (1997), bunu diyaloglar üzerinden gerçekleştirmişti ve bir şekilde de hikaye kurgusunu bozarak ‘postmodern dönemin Orson Welles’i’ kimliğini üzerine geçirmişti. Aslında yapılan, ‘suç filmi’ örneklerindeki tiplemelere, formüllere ve ucuz öğelere alaycı bir şekil vermekti. Bu yapıtların ‘neo-noir’ türü içerisinde önemli bir yere yerleştiği görüldü. Özellikle ilk ikisi klasikleşti.
2000’lerin başında ise “Kill Bill” ile her bölümü geri planda kalmış bir türün ya da alt türün estetiğiyle çekilmiş, ‘spagetti western’den ‘Japon animesi’ne, ‘wuxia filmi’nden ‘chambara filmi’ne uzanan bir film modeli dokundu. Ciddi bir western aşkıyla üretilen filmde, Brian De Palma’nın ilk dönemiydi akla gelen... “Ölüm Geçirmez”de (“Death Proof”, 2007) istismar filmlerine saygı duruşunda bulunurken aslında ucuzluğun keyfini süren keyifli bir yapıt geliyordu.
2010’LARDAKİ ‘ALTERNATİF TARİHÇİ’ TARANTINO İŞLİYOR MU?
2009’da “Soysuzlar Çetesi” (“Inglourious Basterds”) yönetmenin İtalyanların ‘macaroni combat film’ türünü kendine göre yorumladığı epizodik bir hınzırlık abidesiydi. “Kill Bill” modelinin savaş filmi koluydu. Bunu yaparken Hitler’in konumunu ve işleyişini değiştirmesiyle de aslında ‘alternatif tarih’ arayışına start verdi. ‘Bir Zamanlar Nazi Kontrolündeki Fransa’ olarak başlaması da tesadüf değildi. 2010’lardaysa yönetmenin ‘politik açıdan doğru’ durma hedefi fazlasıyla ayyuka çıktı.
Amerikan İç Savaşı yıllarına kendi şeklini veren Zincirsiz (“Django Unchained”, 2012), kelimenin tam anlamıyla Obama döneminin aşırı hesaplı siyahi western istismar filmiydi. Ama işin ilginci 70’lerin başında Fassbinder “Whity”de (1971) ilk siyahi kovboyu devreye sokmuştu. Bu sebeple de tabuları yıkmanın ötesinde gereksiz uzayıp 165 dakikayı bularak aşırı hesap kaygısına kurban giden bir filmdi karşımıza çıkan.
“The Hateful Eight”, sonuyla Tarantino oyunbazlığı barındıran bir ‘whodunit outlaw western’i’ denemesiydi, tutarlıydı da. Ama tek mekana 168 dakikayı sıkıştırarak aşırı uzunluk problemi çekiyordu bir kez daha. Yönetmen, kurgucusu Sally Menke’nin de vefatı sonrası 2010’larda klasik Amerikan sinemasına kaykıldı.
YÖNETMENİN ‘GECEYARISI KOVBOYU’ MU?
“Bir Zamanlar… Hollywood’da” (“Once Upon a Time in… Hollywood”, 2019), Manson Tarikatı’nın 1969’da Hollywood tarihine damga vurmuş, Sharon Tate’in de eklendiği ev katliamını ele alan bir film. Bu gerçek olayı alternatif bir sinema evrenine transfer etme hedefiyle yola çıkıyor. İki açıdan avantajlı bir proje... Birincisi Manson Tarikatı, bugüne kadar kurmacada karşımıza çıkmamıştı. İkincisi, ‘dublörler’ sinemaya o kadar da ciddi bir miras bırakmadı.
Bu alanda “Tatlı Budala” (“The Party”, 1968), “The Stunt Man” (1980) ve “Ölüm Geçirmez” gibi filmler dışında akla gelen kalıcı bir eser yok. Bu sebeple burada ‘Bonanza’ gibi 50’lerin western dizilerinde oynayan B-tipi bir oyuncunun merkezi pozisyonu gayet yerinde. Rick Dalton (DiCaprio) ile Cliff Booth’un (Pitt) varlığıyla aslında baştan itibaren popüler kültürdeki ‘western’ ve ‘Nazi motifi’ algısına karşı çıkan bir ikili yaratılıyor.
Tarantino’nun dokuzuncu filmi, açılış sekansında DiCaprio’nun Nazileri alevli bir aletle öldürmesi de sanki “Soysuzlar Çetesi”nin devamında gelen bir ‘meta-western’ örneği gibi canlanıyor. Öte yandan “Ölüm Geçirmez”in dublör Mike’ını canlandıran Kurt Russell’ın anlatıcı sesinin yanı sıra bazı sahnelerde içeri girip Booth’a akıl vermesi de yönetmenin evreni adına konuşulacak detaylar.
Dalton’ın hınzır girişinin devamında Sergio Corbucci oyuncusuna dönüşüp, onun klasiklerinin afişlerinin yeniden yaratılmasına yol açması da zaten arşivlik sahneler getiriyor. Yönetmen 60’ların sonunda; hippi kültürünün, özgürlükçülüğün ve Yeni Hollywood’un ayyuka çıktığı atmosferde kendi “Geceyarısı Kovboyu”nu (“Midnight Cowboy”, 1969), “Sonsuz Ölüm”ünü (“Butch Cassidy and the Sundance Kid”, 1969) ya da ‘ikili’sini yaratma hedefiyle yola çıkmış.
‘HEDEFLER’İN BYRON ORLOK’UNUN WESTERN KARDEŞLERİ
Bunun için de temelde 2.35:1’i kullansa da 1.85:1 ile 1.33:1’i film yapılan periyoda göre yerleştirebiliyor. Robert Richardson’ın katkısı bu konuda çok klasik. Bunun ötesinde de film, ‘Hollywood Hollywood’a bakıyor’ formülü açısından da sanki Peter Bogdanovich imzalı “Hedefler”in (“Targets”, 1968) zamanı geçen B-tipi kült oyuncu Boris Karloff’u merkeze yerleştiren omurgasını akla getiriyor. Adeta Booth ile Dalton, oradaki Byron Orlok karakterinin western kardeşleri gibiler. Ama araya Margot Robbie’nin, Sharon Tate’in sokulmasıyla film, Altman klasiği “Oyuncu”vari (“The Player”, 1992) bir kesişen hayatlar filmi halini alıyor.
Polanski’nin hamile eşini kaybettiği seneden bir yıl önce satanist okült korku filmi “Rosemary’nin Bebeği”ni (“Rosemary’s Baby”, 1968) çekip Los Angeles’taki Manson Ailesi tehdidini de kast ettiği düşünülmüştü. Bu çıkış noktası olayı trajikleştirse de Tarantino bunun üzerine gitmemiş. Aksine tarikat filmlerinin korkuda arttığı günlerde Manson Tarikatı’nı ele almak da aslında ‘çok geç kalınmadı mı?’ dedirtiyor. Zira bu konuda kendine özgü bir model yaratan “Midsommar”ın (2019) çekildiği, bu meselenin korkuya ilerlediği yıllardayız. Bu sebeple 70’lerdeki “Soldaki Son Ev” (“The Last House on the Left”, 1972) misali ‘eve giren yabancı’ yaklaşımı çok yeni durmuyor, aksine “Ziyaretçiler”in (“The Strangers”, 2008) tedirgin ediciliğini anımsatmakla kalıyor.
‘SHARON TATE’İ KİM ÖLDÜRDÜ?’ SORUSUNA DAHA ÇOK KAFA YORULMALIYDI
Sharon Tate, hamileyken tecavüz edilip öldürülen bir karakter olarak tasvir edilmiyor. Aksine, onun inatla bacaklarının çekilmesinin ve ayaklarının fetişe malzeme edilmesinin üzerine giden bir görsel yaklaşım var. Tate, “Kill Bill”in kült Gelin’inden farksız bir alaycı Tarantino karakterine dönüşüyor. Elbette ‘B-tipi oyuncu ile onun dublörü’ ana karakterler olabilir. Tarantino geride kalmış anti-kahramanları sever. Ama bu durum da ister istemez gerçek tipleme olarak Tate’in merkezi olmamasını bir sorun haline getiriyor.
Manson Ailesi’nin kızlarının ilk girdiği sahnede “Bebekler Vadisi” (“Valley of the Dolls”, 1967) etkisi çok bariz, bu gönderme tutuyor. Sinema fetişizmini zirveye çıkarıyor. Mark Robson’ın “Bebekler Vadisi”, zaten es geçilse de ‘60’larda Los Angeles’ta yıldız olarak yaşama’ üzerine üretilmiş bir klasiktir. “Bir Zamanlar… Hollywood’da”nın bunun farkında olması, sinemacının 'görmezden gelinen filmler'e verdiği değeri bir kez daha ortaya koyuyor.
Ama onun ötesinde Roman Polanski, Steve McQueen isimlerinin arkadan gösterilip karikatürize edilmesi, filmin ciddi tonuna ve hedeflerine zararı veriyor. Bunlara yine zayıf bir oyuncu tarafından canlandırılan Bruce Lee de daha iddialı bir şekilde ekleniyor üstelik. Bu durum da yan karakterlerin Al Pacino haricinde işlevsiz olmasını sağlıyor. Tarantino sadece DiCaprio ve Pitt’e uğraşmış, diğer şöhretli karakterler ucuz oyunculara emanet edilmiş. Belki de ana karakterlerin B-tipi olmasının tersi istikamette ilerleyen bir tercih bu. Ama ‘parodi’ olarak yaptığının adını koymayınca da tonsal olarak Cem Yılmaz’ın “Arif v 216”da (2018) gerçekleştirdiğine hiç de arzu etmeden yanaşmak kaçınılmaz hale geliyor.
FİNALİ CİNSİYETÇİ VE KORKAK DURUYOR
Bu durum da ister istemez finale ilerleyen yolda, “Altın Hırsızları”nı (“The Wedding Crew”, 1968) izlemeye girilen sahne başta olmak üzere ‘öldürülecek şapşal, gereksiz rahatsız edici ve histerik kız’ haline gelen, kariyerinin başındaki bir ‘popüler kültür ikonu’ getiriyor. Tarantino, Sharon Tate’in cinayetine daha ahlaklı, sağduyulu ve feminist yaklaşabilirmiş. Onun cinayetinin olmamasını istiyor olabilir. Zira finalde tarihsel gerçeklikte müzisyen Dennis Wilson’ın Manson Tarikatı’nın bir bireyini onun evine getirmesine yol açtığı duygusal yakınlaşmayı (Qualley’nin tiplemesiyle) Brad Pitt yan evdeki kurmaca karakterlere götürüyor. Bu da iki sonuç çıkarıyor karşımıza: ‘Sharon Tate’in cinayetini es geçtiler, benim dünyamda o ölmedi’ ve ‘Sırada Sharon Tate var, ama size göstermeyeceğim’.
Ama filmin finalinin Hollywood’da dönen düzenin, sürekli devreye giren cinayetlerin, kıyımların olduğu dünyaya dair bir söylem için tasarlandığı çok açık. Polanski’nin “Rosemary’nin Bebeği” sebebiyle suçlu olduğunu da, onun Tate ile ilişkisini hiç göstermeden es geçen zihniyet doğru değil. Tarantino çok korkak davranınca tarihin en önemli cinayetlerinden birini perdede yansıtma fırsatını kaçırmış. Ama cinayeti göstermemeye çıkan ‘alternatif tarihçilik’ bu devirde mantıklı durmuyor. Aksine Weinstein’i ve #MeToo karşıtlarını mutlu ediyor. Manson Ailesi'nden ve bütün Hollywood'dan çekinme anlamına geliyor. Korkaklık belirtisi gibi gözüküyor.
Tate’e yapılan bu saygısızlık sebebiyle bir de ‘Sharon Tate biyografisi’ ihtiyacı doğuyor. ‘Pyscho-biddy film’ tiplemeleriyle teğet geçen histerik karakter problemli. Etkileyici “Bebekler Vadisi”nin başrolünün böylesi noktalara gelmesi çok da etik değil sanki. Bu durum da filme zarar veriyor.
UZUN SÜRE HANTALLIK PROBLEMİ GETİRİYOR
Tarantino’nun çok sevdiği zoom objektif kullanımına karşın inatla klasik bir kurgu için kasması, sadece sinemada film izleme anlarında biraz paralel kurguya meyletmesi, Tinsel Town ve Drive-In devreye girdiğinde başka bir boyutun, keyfin sözünü vermekle kalmasını sağlıyor. Bu da ister istemez “Bir Zamanlar… Hollywood’da”yı sadece bir tane hızlandırılmayan ekran bölme tekniğiyle hatırlatıyor. Sinemacı son döneminde gereksiz bir şekilde 150 dakikayı geçen filmlerine bir yenisini daha ekliyor. Hantal kurgu fazlasıyla göze batıyor.
Bunun ötesinde “Büyük Kaçış” (“The Great Escape”, 1964) esprisi, Sergio Corbucci filmleri derken dublörlük üzerinden yürüyen taraf eğlenceli. Bir sinefil keyfi barındırıyor. Ama filmin ciddi bir tartım problemi var. Klasiklik yolunda çok uzaması bir tarafa, Tate’in biyografisi olsa bu dönemde cuk oturabilirmiş. Bu da Tarantino’nun eserinin; “Hedefler” (1968), “Mulholland Çıkmazı” (“Mulholland Dr.”, 2001), “The Other Side of the Wind” (2018), “Sullivan’s Travels” (1941), “Sunset Boulevard” (1950), “Barton Fink” (1991), “Oyuncu” gibi klasikleşmiş ‘Hollywood Hollywood’a bakıyor’ filmleriyle yarışmasını engelliyor.
POLİTİK AÇIDAN HESAPLI TARANTINO’NUN ‘BİR ZAMANLAR AMERİKA’SI
“Bir Zamanlar… Hollywood’da”, Coenler’in klasik çekilmiş ve fazla kalıcı olmayacak alaycı Hollywood taşlaması “Hail, Caesar!” (2016) gibi ‘eli yüzü düzgün film’ seviyesinde kalıyor. Yeni kurtarılan devrimci Orson Welles klasiği “The Other Side of the Wind”ın iddialı haline yaklaşmaktan uzak. Elbette B-sınıfı western yıldızlarına, 60’ların sonu Hollywood’una ve daha nicesine göndermeler tatmin ediyor, ama bir model oluşturma söz konusu olduğunda ‘düşünen kafa’ olarak politik açıdan hesaplı ve yaşlanmış Tarantino beliriyor.
Kendisi için bir çeşit “Geceyarısı Kovboyu” çekiyor, ama western tutkusundan başka yerlere de odaklanmalı artık. Hınzır olacağım diye kasmak tarihsel bir hata getiriyor. Leone’nin “Batıda Kan Var”ı (“Once Upon a Time In the West”, 1968) sinema tarihinin en önemli 20-30 filminden birine dönüşürken 55’inde çektiği “Bir Zamanlar Amerika’sı” (“Once Upon a Time in America”, 1984) biraz fazla uzayıp sadece dört başı mamur bir destansı gangster filmi olarak kalmıştı. Sanki “Kill Bill”, Tarantino’nun “Batıda Kan Var”ıysa, 56’sında imza attığı “Bir Zamanlar… Hollywood’da” da “Bir Zamanlar Amerika’da”sı… Sadece sinemacıların belli bir yaştan sonra yeni gelişmelere adapte olamadıklarını, eski enerjilerini kaybettiklerini kanıtlamak için değerli!
'ACELE BABA ARANIYOR': MELİSA SÖZEN'İN HATRINA BELKİ...
FİLMİN NOTU: 2.7
|
Sınır dışı edilecek öğrencisini kurtarmak için kolları sıvayan bir öğretmenin çıkışsızlığının öyküsü… “Acele Baba Aranıyor”, Melisa Sözen’in hatırına izlense de anca TV seyircisini avcuna alabilecek kalibrede bir ticari Fransız filmi.
SÖZEN, İTİCİ GASTAMBIDE’E KARŞI ÇIKAMIYOR
Yeni milenyumda kendini kanıtlayan Melisa Sözen, Derviş Zaim’den Nuri Bilge Ceylan’a uzanan yönetmenlerle çalıştı. Ama “Acele Baba Aranıyor”da (“Damien Veut Changer Le Monde”, 2019) Fransızca bir rolde karşımıza çıkıyor. Film, büyük oranda Fransa’da sıkıntı çeken göçmenler üzerine bir komedi filmi.
Damien’ın hikayesi, hiç de sinemasal yansıtılmıyor. Üstelik onun üzerinden dönen olaylara da inanmıyoruz. Xavier de Choudens, anca TV seyircisini kavrayabilecek bir filme imza atmış. Bir ilkokul öğretmeninin, yasal evrakları olmayan öğrencisini kurtarma çabası bir ‘fedakarlık öyküsü’ne dönüşürken ne mesaj veriyor ne güldürüyor. Aksine anlamsız bir koşuşturmacadan farksız hale geliyor.
Bu trajik durumu biraz toparlayan ‘aşk imgesi’ olarak devreye girip, ‘sosyal sorumluluk komedisi’ni ‘romantik-komedi’ye çeviren Melisa Sözen olmuş. Olabildiğince gerçekçi oyuncu, gerçekten de filmi toparlamak için, profesyonel Fransızcası ile çok kasıyor. Ama başroldeki itici Franck Gastambide’ye karşı çıkamıyor. Esas problem de bu sanki!
SÖZEN, İTİCİ GASTAMBIDE’E KARŞI ÇIKAMIYOR
Yeni milenyumda kendini kanıtlayan Melisa Sözen, Derviş Zaim’den Nuri Bilge Ceylan’a uzanan yönetmenlerle çalıştı. Ama “Acele Baba Aranıyor”da (“Damien Veut Changer Le Monde”, 2019) Fransızca bir rolde karşımıza çıkıyor. Film, büyük oranda Fransa’da sıkıntı çeken göçmenler üzerine bir komedi filmi.
Damien’ın hikayesi, hiç de sinemasal yansıtılmıyor. Üstelik onun üzerinden dönen olaylara da inanmıyoruz. Xavier de Choudens, anca TV seyircisini kavrayabilecek bir filme imza atmış. Bir ilkokul öğretmeninin, yasal evrakları olmayan öğrencisini kurtarma çabası bir ‘fedakarlık öyküsü’ne dönüşürken ne mesaj veriyor ne güldürüyor. Aksine anlamsız bir koşuşturmacadan farksız hale geliyor.
Bu trajik durumu biraz toparlayan ‘aşk imgesi’ olarak devreye girip, ‘sosyal sorumluluk komedisi’ni ‘romantik-komedi’ye çeviren Melisa Sözen olmuş. Olabildiğince gerçekçi oyuncu, gerçekten de filmi toparlamak için, profesyonel Fransızcası ile çok kasıyor. Ama başroldeki itici Franck Gastambide’ye karşı çıkamıyor. Esas problem de bu sanki!
'SAR BAŞA': TUHAF BİR YOUTUBER KOŞUŞTURMACASI
FİLMİN NOTU: 1.8
|
YouTuber Alper Rende’nin ilk sinema filmi… “Sar Başa”, kurgusuyla biraz toparlanmaya çalışsa da viral platformlara uygun bir çamur gibi görüntü yumağı.
‘KORKUSUZ KORKAK’-‘BUGÜN ASLINDA DÜNDÜ’ ARASINA YERLEŞİYOR
‘YouTuber’ ve ‘sosyal medya fenomeni’ filmlerinin furyaya dönüştüğü bir piyasamız var. Bu sebeple de bunlar arasında ‘kötünün iyisi’ni bulmak moda oldu. Ama baştan söyleyelim “Sar Başa”, sinemasal açıdan bunların en kötüsü “Cumali Ceber: Allah Seni Alsın”ın (2017) yanına yanaşıyor. Gerçekten de Alper Rende ve ona destek veren Kemal Can Parlak, hiçbir şekilde güldürmeyi beceremiyorlar.
Bunu bırakın görüntü yönetmeninin renkleri işlememesiyle öylesine bembeyaz bitirilmiş post-prodüksiyon göze batıyor. ‘Çocuklar Duymasın’ın Hüseyin’i Alparslan Özmol’un işi biraz dizi eğlencesine dönüştürme hedefi de tutmuyor. Yönetmeni Berk Alan’ın çaylaklığıyla gerçekten de büyük perde seyirliğinden ziyade anlamsız bir YouTuber koşuşturmacası izliyoruz.
“Korkusuz Korkak” (1979) ile “Bugün Aslında Dündü”yü (“Groundhog Day”, 1993) birleştiren yapı ise o kadar derme çatma halledilmiş ki asla bir cinlik barındırmıyor. Aksine ‘Enes Batur’un ‘bilimkurgu’ya kayıp biraz kalite yükselten ikincisinin yanına ‘farklı denemeler var’ hissiyatıyla yerleşiyor. ‘Ona aynı günü yeniden yaşatın!’ fikri hiç de iyi değerlendirilemiyor maalesef!
‘KORKUSUZ KORKAK’-‘BUGÜN ASLINDA DÜNDÜ’ ARASINA YERLEŞİYOR
‘YouTuber’ ve ‘sosyal medya fenomeni’ filmlerinin furyaya dönüştüğü bir piyasamız var. Bu sebeple de bunlar arasında ‘kötünün iyisi’ni bulmak moda oldu. Ama baştan söyleyelim “Sar Başa”, sinemasal açıdan bunların en kötüsü “Cumali Ceber: Allah Seni Alsın”ın (2017) yanına yanaşıyor. Gerçekten de Alper Rende ve ona destek veren Kemal Can Parlak, hiçbir şekilde güldürmeyi beceremiyorlar.
Bunu bırakın görüntü yönetmeninin renkleri işlememesiyle öylesine bembeyaz bitirilmiş post-prodüksiyon göze batıyor. ‘Çocuklar Duymasın’ın Hüseyin’i Alparslan Özmol’un işi biraz dizi eğlencesine dönüştürme hedefi de tutmuyor. Yönetmeni Berk Alan’ın çaylaklığıyla gerçekten de büyük perde seyirliğinden ziyade anlamsız bir YouTuber koşuşturmacası izliyoruz.
“Korkusuz Korkak” (1979) ile “Bugün Aslında Dündü”yü (“Groundhog Day”, 1993) birleştiren yapı ise o kadar derme çatma halledilmiş ki asla bir cinlik barındırmıyor. Aksine ‘Enes Batur’un ‘bilimkurgu’ya kayıp biraz kalite yükselten ikincisinin yanına ‘farklı denemeler var’ hissiyatıyla yerleşiyor. ‘Ona aynı günü yeniden yaşatın!’ fikri hiç de iyi değerlendirilemiyor maalesef!
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
AKILLARA SEZA: 2.9
ANNABELLE 3: 4.5
ARKADAŞIMIN AŞKI (AMOUREUX DE MA FEMME): 3.4
ASLAN KRAL (THE LION KING): 5.9
ATEŞLE OYNAYANLAR (JOUEURS): 5.3
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
CİNNET: 5.1
COLETTE: 5.5
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GECE KUŞU (LATE NIGHT): 3.6
GLORIA BELL: 5.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HIZLI VE ÖFKELİ: HOBBS VE SHAW: 4.5
HOTEL MUMBAI: 4.5
IRON SKY 2: 5.4
İMPARATOR: YERALTI DÜNYASININ HÜKÜMDARI (L’EMPEREUR DE PARIS): 3.9
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KIYAMET DENEYİ: APORIA: 3.4
KOD ADI: HUMMINGBIRD (THE HUMMINGBIRD PROJECT): 4.5
KONUŞAN HAYVANLAR: 2
KORUYUCU (THE BOUNCER): 4.5
KRİPTO VURGUN (CRYPTO): 2.5
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
KÜL EN SAF BEYAZDIR (ASH IS PUREST WHITE): 6.1
KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR 2 (NOUS FINIRONS ENSEMBLE): 2.5
LAUREL İLE HARDY (STAN AND OLLIE): 4.5
MA: 2.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
ÖLÜMCÜL SULAR (CRAWL): 3.5
ÖRÜMCEK-ADAM: EVDEN UZAKTA (SPIDER-MAN: FAR FROM HOME): 5.4
RİTÜEL (MIDSOMMAR): 8.3
ROCKETMAN: 6.9
SADIK BİR ADAM: 5.5
SESİNDE AŞK VAR: 4.5
SIR TUTABİLİR MİSİN? (CAN YOU KEEP A SECRET?): 3.1
SİCCİN 6: 5.7
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TOLKIEN: 5.8
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YESTERDAY: 5.5
YULI: 6.8
YUVAYA DÖNÜŞ: 2.8
YÜZLEŞME (GRACE A DIEU): 2.4
ZAVALLI (PITY): 6.8
AKILLARA SEZA: 2.9
ANNABELLE 3: 4.5
ARKADAŞIMIN AŞKI (AMOUREUX DE MA FEMME): 3.4
ASLAN KRAL (THE LION KING): 5.9
ATEŞLE OYNAYANLAR (JOUEURS): 5.3
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
CİNNET: 5.1
COLETTE: 5.5
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GECE KUŞU (LATE NIGHT): 3.6
GLORIA BELL: 5.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HIZLI VE ÖFKELİ: HOBBS VE SHAW: 4.5
HOTEL MUMBAI: 4.5
IRON SKY 2: 5.4
İMPARATOR: YERALTI DÜNYASININ HÜKÜMDARI (L’EMPEREUR DE PARIS): 3.9
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KIYAMET DENEYİ: APORIA: 3.4
KOD ADI: HUMMINGBIRD (THE HUMMINGBIRD PROJECT): 4.5
KONUŞAN HAYVANLAR: 2
KORUYUCU (THE BOUNCER): 4.5
KRİPTO VURGUN (CRYPTO): 2.5
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
KÜL EN SAF BEYAZDIR (ASH IS PUREST WHITE): 6.1
KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR 2 (NOUS FINIRONS ENSEMBLE): 2.5
LAUREL İLE HARDY (STAN AND OLLIE): 4.5
MA: 2.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
ÖLÜMCÜL SULAR (CRAWL): 3.5
ÖRÜMCEK-ADAM: EVDEN UZAKTA (SPIDER-MAN: FAR FROM HOME): 5.4
RİTÜEL (MIDSOMMAR): 8.3
ROCKETMAN: 6.9
SADIK BİR ADAM: 5.5
SESİNDE AŞK VAR: 4.5
SIR TUTABİLİR MİSİN? (CAN YOU KEEP A SECRET?): 3.1
SİCCİN 6: 5.7
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TOLKIEN: 5.8
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YESTERDAY: 5.5
YULI: 6.8
YUVAYA DÖNÜŞ: 2.8
YÜZLEŞME (GRACE A DIEU): 2.4
ZAVALLI (PITY): 6.8