LUC BESSON: SPIELBERG'ÜN FRANSA ŞUBESİ
Şubat 2007 - Sinema Dergisi
|
1983 yılında sinema dünyasına giren Luc Besson, çektiği tür filmleriyle ilgi odağı oldu. 1997’de Europacorp adlı yapım şirketini kurması, onu yapımcı kimlikli bir yönetmen haline getirdi. Aynı zamanda bütün filmlerinin senaryolarını yazan Besson, kariyerinde geniş kitlelere ulaşmış “Léon”, “5. Güç” gibi filmler bulunduruyor.
Bildiğiniz üzere, sinema tarihinin oluşumunda, Fransa’nın yeri önemlidir. Luc Besson da bu oluşumun tohumlarından... Ülke sinemasında, Sessiz Sinema Dönemi’nde impresyonizm akımının etkisinde filmler çekiliyordu. 1930’lara gelindiğinde ise René Clair, Jean Vigo, Jean Renoir ve Marcel Carné’nin başı çektiği yönetmenler, ‘Şiirsel Gerçekçilik’ akımını başlattılar. Bu akım içinde, çeşitli sanat dallarının etkisinde filmler çeken yönetmenler, görsel olarak yakın planlara, dramatik olarak ise psikolojik alt metinlere önem veriyorlardı. 1950’lerde bu akım, dönemin sinemasına göre eski kalıyordu. Bu nedenle, ‘Yeni Dalga’ hakimiyeti başladı. Jean-Luc Godard, François Truffaut, Eric Rohmer, Louis Malle, Claude Chabrol ve Jacques Rivette gibi yönetmenler devreye girdi. Amaçları; sinemayı modernize etmek, devrim yaratmaktı. Bu yönetmenlerden bir kısmı, popüler Amerikan sineması’nın modelleriyle oynayan, yapıbozucu filmler çektiler. Diğer kısmı ise, özgür iradelerini sergiledikleri yapıtlara imza attılar. Dünya sinemasının değişimine katkıda bulundular. 1980’lerde sanatın merkezi olarak görülen Fransa’da; Luc Besson, Jean-Jacques Beineix ve Leo Carax ile yeni bir yönetmenler ekolü doğdu. Kendilerini ‘Yeni Yeni Dalgacılar’ olarak tanımlayan bu sanatçılar, farklı tarzlarıyla dikkat çektiler. Carax, Godardiyen filmlere imza attı. Beneix, aynı yoldan gitse de, renk oyunlarıyla görsel bir şölen sunmayı ihmal etmedi. Besson ise Amerikan tür sinemasının kalıplarını bozmadan kullanmaya çalıştı. Ancak bunu yaparken, kendi sinefil ruhunu devreye soktu ve şiirsel bir anlayış sergiledi. Yani ‘Fransız’ tür filmlerine imza attı. Belki de 1940’larda kara filmler çeken Jules Dassin, Jacques Becker, Henri-Georges Clouzot gibi yönetmenlerin anlayışına da saygı duruşunda bulunmuş oldu. Zira bu yönetmenler, o dönemde Amerikan stüdyo sisteminde de var olan kara film eğilimini, Fransa’ya taşıyorlardı.
Besson, kariyeri boyunca alt türler arasında dolaştı. 3 kara filme, 2 bilimkurguya, 1 spor filmine, 1 belgesele, 1 biyografiye, 1 aşk filmine, 1 de animasyona imza attı. Tabii bunların hepsinin içine; aksiyon, macera, komedi ve aşk türlerini enjekte etti. Yani aslında Hollywood’da da sıkça rastladığımız birer tür kırması veya popüler türleri birleştiren blockbusterlar kotardı. İlk olarak “Le Dernier Combat” ile distopik bir dünya yaratan yönetmen, siyah-beyaz sinematografisiyle dikkat çekti. Bir adamın, bu nihilist dünya içindeki mücadelesini, diyalogsuz bir yapıtla perdeye taşıdı. 1983 yılında (“Mad Max”den 4 yıl, “Blade Runner”dan 1 yıl sonra, “1984”den 1 yıl önce) çekilmesi de dönemine göre önemli bir iş becerdiğini gösteriyordu. Film, yönetmenin en serbest, en bağımsız, en kişisel, en minimalist ve belki de en deneyci filmiydi. 1985 yılında, bu sefer kendi uçukluğunu perdeye taşıdığı bir neo-noirla döndü.
“Subway”, zengin bir adamı soyan bir hırsızı, yani bir anti-kahramanı merkeze yerleştiriyor. Onun sığınma yeri olarak, metroyu seçiyor. Böylece alt kültürü yansıtmak için, kolay bir yol buluyordu. Filmin bundan sonrası, eğlenceli, maceralı, duygusal ve felsefik bir yol alıyordu. Yani her izleyiciye göre bir malzeme barındırıyordu. Baş karakterin, zengin adamın eşine aşık olması; polisin devreye girmesi; genç nesli yansıtan alt kültürün şarkılarla öne çıkarılması gibi bir çok çeşitleme yapılıyordu.
1988’e gelindiğinde Besson, bu konvansiyonel film modelini bir başarı hikayesinin içine yerleştirdi. “Le Grand Bleu”, iki dalgıç arkadaşın rekabetini perdeye taşıyor. Çocukluklarından ölümlerine kadar olan sürece değiniyordu. Araya bir kadın sokarak, aşk enjekte ediyor. Malzemeyi daha zengin hale getiriyordu. Filmin su altı sahnelerindeki şiirsel hava, yönetmenin sanat filmleri kitlesine; görsel ve zanaatkar hava ise konvansiyonel sinemayı seven genel kitleye hitap etmesini sağlıyordu. 1990 yılında çektiği “Nikita” ve 1994 yılında çektiği “Léon”, kiralık katil hikayeleri idi. Biri bir kadının, diğeri ise bir erkeğin gözünden psikolojik çıkarımlar yapıyordu. Elbette içerisine aşk, macera ve durum komedisi dahil oluyordu. Yönetmenin ABD sistemine uygunluğunun artması da, bir sonraki filminde yüksek bir bütçeyi beraberinde getiriyordu. Bir sonraki projesi “The Fifth Element” (1997), yine Fransız bir tür filmiydi. Siberpunk-uzay operası kırması bir bilimkurguydu. Kendine özgü dünyasını, çizgi roman uyarlamasından farksız bir şekilde çizen bir eserdi. Besson’un ana malzemelerini taşımasının yanı sıra yaratıcı dünyasıyla da takdire şayandı. Bu proje, onun kariyeri için 2 kilit özellik taşıyordu. İlk olarak filmin zarar etmesi, yönetmenin ABD kariyeri için iyi olmadı. Buna karşın, Besson’un büyük setlere hakimiyeti gözler önüne serilmiş. Onu, Steven Spielberg, Martin Scorsese gibi ‘büyük prodüksiyon yönetmenleri’nin yanına yerleştirmiş oldu. İkinci ve son olarak ise bu, Besson’un Gaumont şirketinin desteğiyle gerçekleştirdiği son proje oldu.
Zira yönetmen, 1997 yılı içinde kendi yapım şirketi Europacorp’u kurdu. Hedef olarak, senaryosunu da kendi yazdığı filmlerinin yanına, yapımcı kimliğini büyük harflerle yerleştirmeyi seçti. Fransa’nın Spielberg’ü olmayı istedi. Aynı zamanda kendisini, genç yetenekleri ortaya çıkacak bir usta olarak da görüyordu. Böylece bundan sonra çektiği üç filmi, “The Messenger: The Story of Joan of Arc”, “Angel-A” ve “Arthur et Les Minimoys/Arthur ve Minimoylar”, bu şirketin ürünü oldular.
İlki Jeanne D’Arc’ın yaşam hikayesine değinirken, Carl Theodor Dreyer’in “La Passion de Jeanne D’Arc”ına (1928) saygılarını yolluyordu.
“Angel-A”, fantastik bir aşk filmi; “Arthur and The Minimoys” ise yönetmenin yaratıcılığını öne çıkaran standart bir animasyondu. Zaten “The Fifth Element” sonrası yönetmenlik projelerinin pek de önemi yoktu. Çünkü Besson, yukarıda da belirttiğimiz gibi yetenek ve para avına çıkmıştı. Europacorp, Fransız sineması’nda Amerikan filmlerine yapılan dumping’den yararlanarak, zirveye çıktı. Ülkede yerel sinemanın kaybolmaması adına, her yıl vizyona giren Fransız filmi sayısı yüzde 60’lara kadar çekilince, popüler türlerin yolu açılmış oldu. Besson da bundan yararlanarak, aksiyon filmleri finanse etti. Senaryolarını da yazarak, tür sinemasındaki hakimiyetini kanıtladı. Bu filmlerin üzerine ismini koyması, gişede marka değeri etkisi yaptı. “Taxi” (1998), bunlardan ilki olurken, 2 de devam filmi çekildi. Onun ardından; “Kiss of the Dragon/Ejder’in Öpücüğü” (2001), “Wasabi” (2001), “The Transporter/Taşıyıcı” (2002) (2005’de bir de devam filmi çekildi), “Fanfan La Tulipe/Çapkın Aşık” (2003), “Les Rivieres Pourpres 2/Kızıl Nehirler 2” (2004), “Banlieue 13/District 13” (2004), “Danny The Dog/Kır Zincirlerini” (2005), “Bandidas” (2006) gibi yapıtlara imza attı. Bunlar, tamamen gişeye yönelik çekilmişlerdi. Bazıları ise yabancı ortaklı olup, Besson’un konvansiyonel aklının ürünleriydiler. Tabi gişe rakamları yüksek olunca, Besson’un da yerel ve uluslararası şanı arttı. Ancak yönetmen, bunların yanında ciddi anlamda iyi veya ümit vaat eden projeleri de destekleyen bir yapımcı oldu. Bu projeler şunlardı: “Haute Tension” (Alexandre Aja, 2003) (korku sinemasında bir yapı taşı), The Three Burials of Melquiades Estrada (Tommy Lee Jones, 2005) (son yıllardaki modern western eğiliminin en önemli örneklerinden), “Revolver” (Guy Ritchie, 2005) (Guy Ritchie’nin en felsefik ve sürprizli filmi), “Colur Me Kubrick” (Brian W.Cook, 2005) (usta yönetmenle ilgili çarpıcı bir eser). Yani Yapımcı gözüyle, hem aksiyon sineması örneklerini, hem de uluslararası alanda başarı yakalayabilecek filmleri tartmayı başardı. Böylece sinema sanatına ve sinema dağıtımcılığına hakim olduğunu kanıtladı. Son 1-2 yılda ise romantik-komedileri ve romantik filmleri destekleyerek, tür sinemasının başka bir alanına da el attığını belirtelim...
Genel olarak baktığımızda kendini senarist olarak mı, yönetmen olarak mı yoksa yapımcı olarak mı gördüğü hakkında kesin bir yorum yapamayız. Ancak yapımcı felsefesinde bir senarist veya yönetmen felsefesinde bir senarist olarak, başarılı ve bilinçli eserler çıkardığını görebiliyoruz. Bu nedenle de Amerikan tür sineması kalıplarının, birinci elden geçip, geniş kitlelere veya arthouse sinemaseverlere ulaşmasında rolü büyük. Tabii sürekli beraber çalıştığı bestecisi Eric Serra ve oyuncusu Jean Reno da bu pastanın has öğeleri...
Luc Besson Yönetmenliğindeki En İyi 3 Film:
1-Son Savaş/Le Dernier Combat (1983)
2-Subway (1985)
3-Léon (1994)
Luc Besson Yapımcılığındaki En İyi 3 Film:
1-Yüksek Tansiyon/Haute Tension (2003)
2-Tabanca/Revolver (2005)
3-Üç Defin/The Three Burials of Melquiades Estrada (2005)
Bildiğiniz üzere, sinema tarihinin oluşumunda, Fransa’nın yeri önemlidir. Luc Besson da bu oluşumun tohumlarından... Ülke sinemasında, Sessiz Sinema Dönemi’nde impresyonizm akımının etkisinde filmler çekiliyordu. 1930’lara gelindiğinde ise René Clair, Jean Vigo, Jean Renoir ve Marcel Carné’nin başı çektiği yönetmenler, ‘Şiirsel Gerçekçilik’ akımını başlattılar. Bu akım içinde, çeşitli sanat dallarının etkisinde filmler çeken yönetmenler, görsel olarak yakın planlara, dramatik olarak ise psikolojik alt metinlere önem veriyorlardı. 1950’lerde bu akım, dönemin sinemasına göre eski kalıyordu. Bu nedenle, ‘Yeni Dalga’ hakimiyeti başladı. Jean-Luc Godard, François Truffaut, Eric Rohmer, Louis Malle, Claude Chabrol ve Jacques Rivette gibi yönetmenler devreye girdi. Amaçları; sinemayı modernize etmek, devrim yaratmaktı. Bu yönetmenlerden bir kısmı, popüler Amerikan sineması’nın modelleriyle oynayan, yapıbozucu filmler çektiler. Diğer kısmı ise, özgür iradelerini sergiledikleri yapıtlara imza attılar. Dünya sinemasının değişimine katkıda bulundular. 1980’lerde sanatın merkezi olarak görülen Fransa’da; Luc Besson, Jean-Jacques Beineix ve Leo Carax ile yeni bir yönetmenler ekolü doğdu. Kendilerini ‘Yeni Yeni Dalgacılar’ olarak tanımlayan bu sanatçılar, farklı tarzlarıyla dikkat çektiler. Carax, Godardiyen filmlere imza attı. Beneix, aynı yoldan gitse de, renk oyunlarıyla görsel bir şölen sunmayı ihmal etmedi. Besson ise Amerikan tür sinemasının kalıplarını bozmadan kullanmaya çalıştı. Ancak bunu yaparken, kendi sinefil ruhunu devreye soktu ve şiirsel bir anlayış sergiledi. Yani ‘Fransız’ tür filmlerine imza attı. Belki de 1940’larda kara filmler çeken Jules Dassin, Jacques Becker, Henri-Georges Clouzot gibi yönetmenlerin anlayışına da saygı duruşunda bulunmuş oldu. Zira bu yönetmenler, o dönemde Amerikan stüdyo sisteminde de var olan kara film eğilimini, Fransa’ya taşıyorlardı.
Besson, kariyeri boyunca alt türler arasında dolaştı. 3 kara filme, 2 bilimkurguya, 1 spor filmine, 1 belgesele, 1 biyografiye, 1 aşk filmine, 1 de animasyona imza attı. Tabii bunların hepsinin içine; aksiyon, macera, komedi ve aşk türlerini enjekte etti. Yani aslında Hollywood’da da sıkça rastladığımız birer tür kırması veya popüler türleri birleştiren blockbusterlar kotardı. İlk olarak “Le Dernier Combat” ile distopik bir dünya yaratan yönetmen, siyah-beyaz sinematografisiyle dikkat çekti. Bir adamın, bu nihilist dünya içindeki mücadelesini, diyalogsuz bir yapıtla perdeye taşıdı. 1983 yılında (“Mad Max”den 4 yıl, “Blade Runner”dan 1 yıl sonra, “1984”den 1 yıl önce) çekilmesi de dönemine göre önemli bir iş becerdiğini gösteriyordu. Film, yönetmenin en serbest, en bağımsız, en kişisel, en minimalist ve belki de en deneyci filmiydi. 1985 yılında, bu sefer kendi uçukluğunu perdeye taşıdığı bir neo-noirla döndü.
“Subway”, zengin bir adamı soyan bir hırsızı, yani bir anti-kahramanı merkeze yerleştiriyor. Onun sığınma yeri olarak, metroyu seçiyor. Böylece alt kültürü yansıtmak için, kolay bir yol buluyordu. Filmin bundan sonrası, eğlenceli, maceralı, duygusal ve felsefik bir yol alıyordu. Yani her izleyiciye göre bir malzeme barındırıyordu. Baş karakterin, zengin adamın eşine aşık olması; polisin devreye girmesi; genç nesli yansıtan alt kültürün şarkılarla öne çıkarılması gibi bir çok çeşitleme yapılıyordu.
1988’e gelindiğinde Besson, bu konvansiyonel film modelini bir başarı hikayesinin içine yerleştirdi. “Le Grand Bleu”, iki dalgıç arkadaşın rekabetini perdeye taşıyor. Çocukluklarından ölümlerine kadar olan sürece değiniyordu. Araya bir kadın sokarak, aşk enjekte ediyor. Malzemeyi daha zengin hale getiriyordu. Filmin su altı sahnelerindeki şiirsel hava, yönetmenin sanat filmleri kitlesine; görsel ve zanaatkar hava ise konvansiyonel sinemayı seven genel kitleye hitap etmesini sağlıyordu. 1990 yılında çektiği “Nikita” ve 1994 yılında çektiği “Léon”, kiralık katil hikayeleri idi. Biri bir kadının, diğeri ise bir erkeğin gözünden psikolojik çıkarımlar yapıyordu. Elbette içerisine aşk, macera ve durum komedisi dahil oluyordu. Yönetmenin ABD sistemine uygunluğunun artması da, bir sonraki filminde yüksek bir bütçeyi beraberinde getiriyordu. Bir sonraki projesi “The Fifth Element” (1997), yine Fransız bir tür filmiydi. Siberpunk-uzay operası kırması bir bilimkurguydu. Kendine özgü dünyasını, çizgi roman uyarlamasından farksız bir şekilde çizen bir eserdi. Besson’un ana malzemelerini taşımasının yanı sıra yaratıcı dünyasıyla da takdire şayandı. Bu proje, onun kariyeri için 2 kilit özellik taşıyordu. İlk olarak filmin zarar etmesi, yönetmenin ABD kariyeri için iyi olmadı. Buna karşın, Besson’un büyük setlere hakimiyeti gözler önüne serilmiş. Onu, Steven Spielberg, Martin Scorsese gibi ‘büyük prodüksiyon yönetmenleri’nin yanına yerleştirmiş oldu. İkinci ve son olarak ise bu, Besson’un Gaumont şirketinin desteğiyle gerçekleştirdiği son proje oldu.
Zira yönetmen, 1997 yılı içinde kendi yapım şirketi Europacorp’u kurdu. Hedef olarak, senaryosunu da kendi yazdığı filmlerinin yanına, yapımcı kimliğini büyük harflerle yerleştirmeyi seçti. Fransa’nın Spielberg’ü olmayı istedi. Aynı zamanda kendisini, genç yetenekleri ortaya çıkacak bir usta olarak da görüyordu. Böylece bundan sonra çektiği üç filmi, “The Messenger: The Story of Joan of Arc”, “Angel-A” ve “Arthur et Les Minimoys/Arthur ve Minimoylar”, bu şirketin ürünü oldular.
İlki Jeanne D’Arc’ın yaşam hikayesine değinirken, Carl Theodor Dreyer’in “La Passion de Jeanne D’Arc”ına (1928) saygılarını yolluyordu.
“Angel-A”, fantastik bir aşk filmi; “Arthur and The Minimoys” ise yönetmenin yaratıcılığını öne çıkaran standart bir animasyondu. Zaten “The Fifth Element” sonrası yönetmenlik projelerinin pek de önemi yoktu. Çünkü Besson, yukarıda da belirttiğimiz gibi yetenek ve para avına çıkmıştı. Europacorp, Fransız sineması’nda Amerikan filmlerine yapılan dumping’den yararlanarak, zirveye çıktı. Ülkede yerel sinemanın kaybolmaması adına, her yıl vizyona giren Fransız filmi sayısı yüzde 60’lara kadar çekilince, popüler türlerin yolu açılmış oldu. Besson da bundan yararlanarak, aksiyon filmleri finanse etti. Senaryolarını da yazarak, tür sinemasındaki hakimiyetini kanıtladı. Bu filmlerin üzerine ismini koyması, gişede marka değeri etkisi yaptı. “Taxi” (1998), bunlardan ilki olurken, 2 de devam filmi çekildi. Onun ardından; “Kiss of the Dragon/Ejder’in Öpücüğü” (2001), “Wasabi” (2001), “The Transporter/Taşıyıcı” (2002) (2005’de bir de devam filmi çekildi), “Fanfan La Tulipe/Çapkın Aşık” (2003), “Les Rivieres Pourpres 2/Kızıl Nehirler 2” (2004), “Banlieue 13/District 13” (2004), “Danny The Dog/Kır Zincirlerini” (2005), “Bandidas” (2006) gibi yapıtlara imza attı. Bunlar, tamamen gişeye yönelik çekilmişlerdi. Bazıları ise yabancı ortaklı olup, Besson’un konvansiyonel aklının ürünleriydiler. Tabi gişe rakamları yüksek olunca, Besson’un da yerel ve uluslararası şanı arttı. Ancak yönetmen, bunların yanında ciddi anlamda iyi veya ümit vaat eden projeleri de destekleyen bir yapımcı oldu. Bu projeler şunlardı: “Haute Tension” (Alexandre Aja, 2003) (korku sinemasında bir yapı taşı), The Three Burials of Melquiades Estrada (Tommy Lee Jones, 2005) (son yıllardaki modern western eğiliminin en önemli örneklerinden), “Revolver” (Guy Ritchie, 2005) (Guy Ritchie’nin en felsefik ve sürprizli filmi), “Colur Me Kubrick” (Brian W.Cook, 2005) (usta yönetmenle ilgili çarpıcı bir eser). Yani Yapımcı gözüyle, hem aksiyon sineması örneklerini, hem de uluslararası alanda başarı yakalayabilecek filmleri tartmayı başardı. Böylece sinema sanatına ve sinema dağıtımcılığına hakim olduğunu kanıtladı. Son 1-2 yılda ise romantik-komedileri ve romantik filmleri destekleyerek, tür sinemasının başka bir alanına da el attığını belirtelim...
Genel olarak baktığımızda kendini senarist olarak mı, yönetmen olarak mı yoksa yapımcı olarak mı gördüğü hakkında kesin bir yorum yapamayız. Ancak yapımcı felsefesinde bir senarist veya yönetmen felsefesinde bir senarist olarak, başarılı ve bilinçli eserler çıkardığını görebiliyoruz. Bu nedenle de Amerikan tür sineması kalıplarının, birinci elden geçip, geniş kitlelere veya arthouse sinemaseverlere ulaşmasında rolü büyük. Tabii sürekli beraber çalıştığı bestecisi Eric Serra ve oyuncusu Jean Reno da bu pastanın has öğeleri...
Luc Besson Yönetmenliğindeki En İyi 3 Film:
1-Son Savaş/Le Dernier Combat (1983)
2-Subway (1985)
3-Léon (1994)
Luc Besson Yapımcılığındaki En İyi 3 Film:
1-Yüksek Tansiyon/Haute Tension (2003)
2-Tabanca/Revolver (2005)
3-Üç Defin/The Three Burials of Melquiades Estrada (2005)