'UNDINE': BU DA PETZOLD'UN 'GÜZEL VE ÇİRKİN'İ
FİLMİN NOTU: 6.1
|
Alman sinemasının son 20 yılında adından söz ettiren Petzold, şüphesiz Margarethe Von Trotta’nın yerine oynuyor. Paula Beer ile Franz Rogowski olmamış “Transit”ten sonra ikinci birlikteliklerinde daha uyumlular. Ama Harun Farocki’sizlik yine tesir edebiliyor. Neil Jordan’ın “Ondine”ından ise daha entelektüel bir film izliyoruz.
TOPLUMSAL BELLEK VE KİMLİK BUNALIMI TEMALARI MERKEZDE
Yeni Alman Sineması özellikle mat renklerle minimalizmi öne çıkaran bir damara da sahipti. Petzold, 2000’de Gespenster Üçlemesi’ni başlatan “The State I Am In” (“Die Innere Sicherneit”) ile iki teröristi ele alan gerçekçi bir filme imza atmıştı. Büyük oranda Margarethe Von Trotta’nın ilk dönemine atıfta bulunuyordu.
Zamanla yönetmen hafıza temasını daha da farklı bir şekle soktu. ‘Toplumsal bellek’ ve ‘kimlik bunalımı’ kavramları arasında gidip gelerek politik sinemada kendine özgü bir kimliğe doğru ilerledi. Özellikle “Yella”da (2007) gizemin gerilimin önüne geçmesi Nina Hoss’la beraberliğin de adını koymuştu. “Barbara” (2012) ve Fassbinder’in “Lola”sı (1981), Franju’nun “Yüzü Olmayan Gözler”i (“Les Yeux Sans Visage”, 1960) ile “Ölüm Korkusu”nu (“Vertigo”, 1958) birleştiren “Yüzündeki Sır” (“Phoenix”, 2014) da bunlara eklendi.
NEİL JORDAN’IN FİLMİNİN YANINDA PARLIYOR
Yönetmen sürekli beraber çalıştığı deneyimli Harun Farocki’nin vefatıyla senaryosal açıdan bir düşüş ivmesine girdi. 2018’de kaçtığı bir göçmenin zaman yolculuğu filmi, türsel açıdan inandırıcılık problemi yaşıyordu. Yine Franz Rogowski burada başrole yerleşiyor.
Su perisi Undine, ilk olarak Alman edebiyatçı Fouqué’nin 1811 tarihli romantik eserine konu olmuştu. Petzold bu ‘Güzel ve Çirkin’den sonra çıkan kaynaktan besleniyor ve Barbot de Villeneuve’ün ‘Belle’ine sinemasal bir cevap tasarlıyor. 2009’da bu fantastik tipleme “İlahların Aşkı” (“Ondine”) adlı karman çorman bir Neil Jordan filmine malzeme olmuştu. Oradaki olmamışlığı burada ekarte ediliyor. İrlanda kırsalında geçen film, Colin Farrell’ın karşısında oynayan Leh oyuncu Bachleda’nın bile önünü açamamıştı. Paula Beer burada o boşluğu dolduruyor.
FAROCKI’NİN EKSİKLİĞİ HİSSEDİLİYOR
Beer’in Almanya’nın Tati’si Rogowski’yle buluşması sıra dışı bir romantizme sebebiyet veriyor aslında. Ama Petzold sinemasında bu damarın ne kadar yeri var tartışılır. Oyuncu, “Muhtemel Aşk”ta (“In Den Gangen”, 2018) Sandra Hüller’in karşısında daha iyi kullanılıyordu şüphesiz.
Burada da 2018’deki ‘zaman yolcuğu filmi’nden sonra ‘fantastik bir aşk filmi’ var işin içinde. Ama politik arka planlardan modern eserler çıkaran bir sinemacı için çok da iddialı bir sonuç alınmıyor. Senaristlikteki usta ismin eksikliğini hissetmek, zaman-mekan ilişkisindeki gizli siyasi damarda karşımıza çıkıyor.
ROGOWSKI ALMANYA’NIN TATI’Sİ OLMAYA OYNARKEN KENDİ ŞOVUNU YAPIYOR
Petzold, ‘Dreileben Üçlemesi’ ile 2012’de TV’ye kayıp Berlin Okulu’na yaklaşıp sinemadan uzaklaşmıştı. Burada Hans Fromm ve Bettina Böhler’i koruyor orası bir gerçek. Yine sinematografik açıdan mat renklerin bir özeni, bir ihtişamı var. Ama içine girilen modern sanat müzesinden Greenaway kadar iddialı bir sonuç çıkmıyor.
Kendi mesafeli Güzel ve Çirkin’ine imza attığında ise Rogowski’de bir ciddiyet de görmüyoruz, poker surat mizahı da biraz yabancılaştırma getiriyor. Oyuncuda yönetmen kullandığı Jacques Tati, Saraki Kosmanen, Jason Schwartzman, Ercan Kesal, Murat Kılıç kumaşı devreye giremiyor sanki. Aksine bir uyumsuzluk var.
‘TRANSIT’TEN DAHA OLMUŞ BİR FİLM
Elbette burada zaman-mekan ilişkisine dair yaşananları izlemesi keyifli. Ama Petzold’un siyasi açıdan arka planı daha sağlam işlerindeki modern politik filmlere imza atmasını tercih ederiz açıkçası. "Undine", bir "Yella", bir "Barbara", bir "Yüzündeki Sır" kadar heyecanlandırmıyor belki. Ama “Transit” (2018) kadar olmamışlık veya içine girilen denemenin batması gerçekleşmiyor.
Nina Hoss’suzluk ise o kadar da iyi değil gibi! Fakat ucu ülkenin edebiyatına uzanan ve su perisi olarak bilinen ‘Undine’ üzerinden kurulan yapı Yeni Alman Sineması dokunuşuyla anlam kazanabiliyor yine de. Berlin’in şimdiki halindeki mitolojik yeniden doğum ya da yıkılıp inşa olma durumuna dair de kapitalizm eleştirisi devreye girebiliyor kimi zaman.
TOPLUMSAL BELLEK VE KİMLİK BUNALIMI TEMALARI MERKEZDE
Yeni Alman Sineması özellikle mat renklerle minimalizmi öne çıkaran bir damara da sahipti. Petzold, 2000’de Gespenster Üçlemesi’ni başlatan “The State I Am In” (“Die Innere Sicherneit”) ile iki teröristi ele alan gerçekçi bir filme imza atmıştı. Büyük oranda Margarethe Von Trotta’nın ilk dönemine atıfta bulunuyordu.
Zamanla yönetmen hafıza temasını daha da farklı bir şekle soktu. ‘Toplumsal bellek’ ve ‘kimlik bunalımı’ kavramları arasında gidip gelerek politik sinemada kendine özgü bir kimliğe doğru ilerledi. Özellikle “Yella”da (2007) gizemin gerilimin önüne geçmesi Nina Hoss’la beraberliğin de adını koymuştu. “Barbara” (2012) ve Fassbinder’in “Lola”sı (1981), Franju’nun “Yüzü Olmayan Gözler”i (“Les Yeux Sans Visage”, 1960) ile “Ölüm Korkusu”nu (“Vertigo”, 1958) birleştiren “Yüzündeki Sır” (“Phoenix”, 2014) da bunlara eklendi.
NEİL JORDAN’IN FİLMİNİN YANINDA PARLIYOR
Yönetmen sürekli beraber çalıştığı deneyimli Harun Farocki’nin vefatıyla senaryosal açıdan bir düşüş ivmesine girdi. 2018’de kaçtığı bir göçmenin zaman yolculuğu filmi, türsel açıdan inandırıcılık problemi yaşıyordu. Yine Franz Rogowski burada başrole yerleşiyor.
Su perisi Undine, ilk olarak Alman edebiyatçı Fouqué’nin 1811 tarihli romantik eserine konu olmuştu. Petzold bu ‘Güzel ve Çirkin’den sonra çıkan kaynaktan besleniyor ve Barbot de Villeneuve’ün ‘Belle’ine sinemasal bir cevap tasarlıyor. 2009’da bu fantastik tipleme “İlahların Aşkı” (“Ondine”) adlı karman çorman bir Neil Jordan filmine malzeme olmuştu. Oradaki olmamışlığı burada ekarte ediliyor. İrlanda kırsalında geçen film, Colin Farrell’ın karşısında oynayan Leh oyuncu Bachleda’nın bile önünü açamamıştı. Paula Beer burada o boşluğu dolduruyor.
FAROCKI’NİN EKSİKLİĞİ HİSSEDİLİYOR
Beer’in Almanya’nın Tati’si Rogowski’yle buluşması sıra dışı bir romantizme sebebiyet veriyor aslında. Ama Petzold sinemasında bu damarın ne kadar yeri var tartışılır. Oyuncu, “Muhtemel Aşk”ta (“In Den Gangen”, 2018) Sandra Hüller’in karşısında daha iyi kullanılıyordu şüphesiz.
Burada da 2018’deki ‘zaman yolcuğu filmi’nden sonra ‘fantastik bir aşk filmi’ var işin içinde. Ama politik arka planlardan modern eserler çıkaran bir sinemacı için çok da iddialı bir sonuç alınmıyor. Senaristlikteki usta ismin eksikliğini hissetmek, zaman-mekan ilişkisindeki gizli siyasi damarda karşımıza çıkıyor.
ROGOWSKI ALMANYA’NIN TATI’Sİ OLMAYA OYNARKEN KENDİ ŞOVUNU YAPIYOR
Petzold, ‘Dreileben Üçlemesi’ ile 2012’de TV’ye kayıp Berlin Okulu’na yaklaşıp sinemadan uzaklaşmıştı. Burada Hans Fromm ve Bettina Böhler’i koruyor orası bir gerçek. Yine sinematografik açıdan mat renklerin bir özeni, bir ihtişamı var. Ama içine girilen modern sanat müzesinden Greenaway kadar iddialı bir sonuç çıkmıyor.
Kendi mesafeli Güzel ve Çirkin’ine imza attığında ise Rogowski’de bir ciddiyet de görmüyoruz, poker surat mizahı da biraz yabancılaştırma getiriyor. Oyuncuda yönetmen kullandığı Jacques Tati, Saraki Kosmanen, Jason Schwartzman, Ercan Kesal, Murat Kılıç kumaşı devreye giremiyor sanki. Aksine bir uyumsuzluk var.
‘TRANSIT’TEN DAHA OLMUŞ BİR FİLM
Elbette burada zaman-mekan ilişkisine dair yaşananları izlemesi keyifli. Ama Petzold’un siyasi açıdan arka planı daha sağlam işlerindeki modern politik filmlere imza atmasını tercih ederiz açıkçası. "Undine", bir "Yella", bir "Barbara", bir "Yüzündeki Sır" kadar heyecanlandırmıyor belki. Ama “Transit” (2018) kadar olmamışlık veya içine girilen denemenin batması gerçekleşmiyor.
Nina Hoss’suzluk ise o kadar da iyi değil gibi! Fakat ucu ülkenin edebiyatına uzanan ve su perisi olarak bilinen ‘Undine’ üzerinden kurulan yapı Yeni Alman Sineması dokunuşuyla anlam kazanabiliyor yine de. Berlin’in şimdiki halindeki mitolojik yeniden doğum ya da yıkılıp inşa olma durumuna dair de kapitalizm eleştirisi devreye girebiliyor kimi zaman.
'CRUELLA': ÜNLÜ DISNEY KÖTÜSÜNE LUHRMANN-ANDERSON KIRMASI ARANAN MODERN UYARLAMA HAZIR!
FİLMİN NOTU: 6
|
Sofia Coppola’nın Marie Antoinette’ine kardeş olarak gelen bir Cruella De Vil izliyoruz. 1960’ların punk hareketinin ortasında onu deneyimlemek, peşinde dolaşmak keyifli. “Cruella”, ‘100 Dalmaçyalı’ kitabının 60 yıldır yapılmış en taze uyarlamasını duyuruyor. Luhrmann ile Anderson'u zeki bir şekilde birleştiriyor.
İNGİLTERE'YE TAZE BİR IŞINLANMA
1961’de “100 Dalmaçyalı”da Wolfgang Reitherman-Hamilton S. Luske-Clyde Geronimi el-çizimi animasyonu konusunda yaratıcı bir işe imza atmışlardı. Disney’in tarihinin de bu türde en iyileri arasındaydı o eser. Köpek tasarımlarıyla dikkat çekip zihinlerde kalma olanağı bulmuştu.
90’lardaki kurmaca uyarlama, devam filmi ve animasyonlar tatminkar değildi. Dodie Smith’in eseri 59 senedir gördüğü en yaratıcı uyarlamayla karşılaşıyor. Cruella De Vil karakteri çok taze ve fazlasıyla modern. 1960’lar İngiltere’sinde başka bir mekandan ışınlanmış izlenimi yaratabiliyor.
SANKİ 'SAINT LAURENT' İLE 'MARIE ANTOINETTE' BULUŞUYOR
Nicholas Britell’in Bee Gees’den Nina Simone’a uzanan şarkılarıyla bir punk-rock kültürü yükleniyor. Zaman zaman uzun bir parti izliyor izlenimi de bırakıyoruz bu deneyimi yaşarken. Bu durum fazlasıyla bize tesir ediyor. Net ‘şeytan’ın çok ötesinde olup bitenler aslında.
Emma Stone’un 32 yaşında bu karaktere bir enerji kattığı da söylenebilir. Büyük oranda bir moda tasarımcısı gibi devreye giriyor. Ve “Saint Laurent” ile “Marie Antoinette” arasında gidip geliyor. Bu yaşayış tarzı bile değerli. Elbette 60’lar Swinging Londong döneminden bir “Blowup” etkisi yok.
GILLESPIE'NİN KARİYERİNİN EN İYİLERİNDEN
Ama Baz Luhrmann ve Wes Anderson etkileri taşıyan bir anti-çizgi roman karakteri profili de akıyor önde. 1.66:1 formatı bu durumu fazlasıyla destekliyor. Tatiana S. Riegel’in kurgusu ve kostümcü Jenny Beavan bir Avustralya ruhu katıyor çokça aslında. Cruella şarkısı da işlevsel aslında.
Craig Gillespie memuriyetiyle öne çıkan filmlere kayar. "Lars and the Real Girl" veya "I, Tonya"dan sonra en derli toplu, kalıcı yapıtına imza atıyor. Gerçekten de eski model bir köpek düşmanı kötüyü elbise dikicisi bir şekilde tasarlayıp zeki bir ön bölüm/yan bölüm girişine kaydırıyor. Bu durum da dönemsel olarak uğranan durakları değerli hale getiriyor.
EMMA STONE'UN ENERJİSİ CLOSE İLE REKABETE GİRMEYE YETİYOR MU?
Emma Stone, Glenn Close nasıl 1996’da bu karakteri canlandırırken 40’ını geçtiyse sanki burada ön bölüme bağlı kalınmış. Ama onun kadar etkili bir oyuncu değl. Ama üvey anne olarak gelen Emma Thompson o boşluğu ddolruruyor. Nesiller boyu kötülerin mücadelesine Fiona Crombie’nin yapım tasarımı da bize eşlik ediyor.
“Cruella”nın “Lifeboat” ve “Jezebel”e direk referansları bir yana parti gibi izlenmesi de değerli. Bu açıdan kaliteli bir seri üretim. Ama bir “Brothers Bloom” kadar üst düzey, bir “Tank Girl” kadar iddialı, bir Wes Anderson eseri kadar üst düzey değil. 138 dakikaya destansı bağlayış inadı belki de “Bullhead”den gelen Yunan görüntü yönetmeninin zaaflarını da açığa çıkarıyor.
İNGİLTERE'YE TAZE BİR IŞINLANMA
1961’de “100 Dalmaçyalı”da Wolfgang Reitherman-Hamilton S. Luske-Clyde Geronimi el-çizimi animasyonu konusunda yaratıcı bir işe imza atmışlardı. Disney’in tarihinin de bu türde en iyileri arasındaydı o eser. Köpek tasarımlarıyla dikkat çekip zihinlerde kalma olanağı bulmuştu.
90’lardaki kurmaca uyarlama, devam filmi ve animasyonlar tatminkar değildi. Dodie Smith’in eseri 59 senedir gördüğü en yaratıcı uyarlamayla karşılaşıyor. Cruella De Vil karakteri çok taze ve fazlasıyla modern. 1960’lar İngiltere’sinde başka bir mekandan ışınlanmış izlenimi yaratabiliyor.
SANKİ 'SAINT LAURENT' İLE 'MARIE ANTOINETTE' BULUŞUYOR
Nicholas Britell’in Bee Gees’den Nina Simone’a uzanan şarkılarıyla bir punk-rock kültürü yükleniyor. Zaman zaman uzun bir parti izliyor izlenimi de bırakıyoruz bu deneyimi yaşarken. Bu durum fazlasıyla bize tesir ediyor. Net ‘şeytan’ın çok ötesinde olup bitenler aslında.
Emma Stone’un 32 yaşında bu karaktere bir enerji kattığı da söylenebilir. Büyük oranda bir moda tasarımcısı gibi devreye giriyor. Ve “Saint Laurent” ile “Marie Antoinette” arasında gidip geliyor. Bu yaşayış tarzı bile değerli. Elbette 60’lar Swinging Londong döneminden bir “Blowup” etkisi yok.
GILLESPIE'NİN KARİYERİNİN EN İYİLERİNDEN
Ama Baz Luhrmann ve Wes Anderson etkileri taşıyan bir anti-çizgi roman karakteri profili de akıyor önde. 1.66:1 formatı bu durumu fazlasıyla destekliyor. Tatiana S. Riegel’in kurgusu ve kostümcü Jenny Beavan bir Avustralya ruhu katıyor çokça aslında. Cruella şarkısı da işlevsel aslında.
Craig Gillespie memuriyetiyle öne çıkan filmlere kayar. "Lars and the Real Girl" veya "I, Tonya"dan sonra en derli toplu, kalıcı yapıtına imza atıyor. Gerçekten de eski model bir köpek düşmanı kötüyü elbise dikicisi bir şekilde tasarlayıp zeki bir ön bölüm/yan bölüm girişine kaydırıyor. Bu durum da dönemsel olarak uğranan durakları değerli hale getiriyor.
EMMA STONE'UN ENERJİSİ CLOSE İLE REKABETE GİRMEYE YETİYOR MU?
Emma Stone, Glenn Close nasıl 1996’da bu karakteri canlandırırken 40’ını geçtiyse sanki burada ön bölüme bağlı kalınmış. Ama onun kadar etkili bir oyuncu değl. Ama üvey anne olarak gelen Emma Thompson o boşluğu ddolruruyor. Nesiller boyu kötülerin mücadelesine Fiona Crombie’nin yapım tasarımı da bize eşlik ediyor.
“Cruella”nın “Lifeboat” ve “Jezebel”e direk referansları bir yana parti gibi izlenmesi de değerli. Bu açıdan kaliteli bir seri üretim. Ama bir “Brothers Bloom” kadar üst düzey, bir “Tank Girl” kadar iddialı, bir Wes Anderson eseri kadar üst düzey değil. 138 dakikaya destansı bağlayış inadı belki de “Bullhead”den gelen Yunan görüntü yönetmeninin zaaflarını da açığa çıkarıyor.
'TOMORROW WAR': TERMINATÖR İLE ALIEN'I BİRLEŞTİRİYOR
FİLMİN NOTU: 5.5
|
Zaman yolculuğu filmi ile uzaylı yaratık istilası filmini iç içe geçiren bir film. "Yarının Savaşı", Chris Pratt ile David S. Goyer'ı bir araya getirmesiyle izlenesi bir bilimkurgu-aksiyon melezi bir formülle çıkageliyor. Ama 200 milyon doların rahatlığına süre uzunluğuyla zaaflarının ortaya çıkmasıyla fazla kapılıyor. Film, 2 Temmuz'da Prime Video'da başladı.
'BLADE'İN YARATICISI İLE 'LEGO FİLMİ'NİN ORTAK KURGUCUSU BİR ARADA!
David S. Goyer 'Blade' serisinden bu yana tür sinemasına ilginç kazanımları olmuş bir isim. Özellikle o seriye verdikleri tartışmasızdır. Bu özellikle dahi iz bırakmak mümkündür alında. Burada onun yapımcılığında bir eser var. Vampir mitini modernize etmek bu devirde anca böyle yapılabilirdi!
Ona ise "Lego Filmi"nin ("Lego Movie", 2014) kurgucusu ile "Lego Batman Filmi"nin ("Lego Batman Movie", 2017 yönetmeni Chris McKay ekleniyor. Chris Pratt ise 'Galaksinin Koruyucuları'nın ('Guardians of the Galaxy') alaycı Star-Lord'u olarak ekleniyor bu üçlüye.
PRATT, STRAHOVSKI VE SIMMONS ÜÇLÜSÜ UYUMLU
Aslında bu birlikteliğe ikili kurgucu ekibi ve iyi tasarlanmış görsel efektler de ekleniyor. Bu da Pratt'in izinden bizi enerjik bir zaman yolculuğu motifinin peşine gönderiyor. Elbette 'Terminatör'ün yapısının izi sürülüyor. Çokça başrolde bir Schwarzenegger'e yeni bir rakip geliyor izlenimi bırakıyor.
Onun yanında Strahovski ise 'Alien' durağından ilerleyen bir Ripley kıvamında sanki. İkisinin bir kimyası var. Onlara eklenen J.K. Simmons bir kalite katıyor, onu da es geçmemek lazım!
UZADIKÇA ZAAFLARINI BELLİ EDİYOR
Ama filmin 140 dakikaya uzamasıyla zaafları ortaya çıkıyor. Larry Fong'un renk işlemesi görmemiş sinematografisi bunların başında geliyor. Pratt'in ise bu kadar süre oyalayacak bir potansiyel taşımaması da eklenebilir elbette.
Fakat her şeye rağmen bilimkurgu-aksiyon melez türünde seyir zevki sunabilen bir blockbuster var. Doug Liman'ın "Yarının Sınırında"sı ("Edge of Tomorrow", 2014) ile kardeşlik ilişkisi kuraraken, bunun keyfini sürmesini de biliyor.
'BLADE'İN YARATICISI İLE 'LEGO FİLMİ'NİN ORTAK KURGUCUSU BİR ARADA!
David S. Goyer 'Blade' serisinden bu yana tür sinemasına ilginç kazanımları olmuş bir isim. Özellikle o seriye verdikleri tartışmasızdır. Bu özellikle dahi iz bırakmak mümkündür alında. Burada onun yapımcılığında bir eser var. Vampir mitini modernize etmek bu devirde anca böyle yapılabilirdi!
Ona ise "Lego Filmi"nin ("Lego Movie", 2014) kurgucusu ile "Lego Batman Filmi"nin ("Lego Batman Movie", 2017 yönetmeni Chris McKay ekleniyor. Chris Pratt ise 'Galaksinin Koruyucuları'nın ('Guardians of the Galaxy') alaycı Star-Lord'u olarak ekleniyor bu üçlüye.
PRATT, STRAHOVSKI VE SIMMONS ÜÇLÜSÜ UYUMLU
Aslında bu birlikteliğe ikili kurgucu ekibi ve iyi tasarlanmış görsel efektler de ekleniyor. Bu da Pratt'in izinden bizi enerjik bir zaman yolculuğu motifinin peşine gönderiyor. Elbette 'Terminatör'ün yapısının izi sürülüyor. Çokça başrolde bir Schwarzenegger'e yeni bir rakip geliyor izlenimi bırakıyor.
Onun yanında Strahovski ise 'Alien' durağından ilerleyen bir Ripley kıvamında sanki. İkisinin bir kimyası var. Onlara eklenen J.K. Simmons bir kalite katıyor, onu da es geçmemek lazım!
UZADIKÇA ZAAFLARINI BELLİ EDİYOR
Ama filmin 140 dakikaya uzamasıyla zaafları ortaya çıkıyor. Larry Fong'un renk işlemesi görmemiş sinematografisi bunların başında geliyor. Pratt'in ise bu kadar süre oyalayacak bir potansiyel taşımaması da eklenebilir elbette.
Fakat her şeye rağmen bilimkurgu-aksiyon melez türünde seyir zevki sunabilen bir blockbuster var. Doug Liman'ın "Yarının Sınırında"sı ("Edge of Tomorrow", 2014) ile kardeşlik ilişkisi kuraraken, bunun keyfini sürmesini de biliyor.
'PRIME TIME': POLONYA'NIN 90'LARDA GEÇEN 'ŞEBEKE'Sİ
FİLMİN NOTU: 4
|
Sundance 2021 Dünya Sineması Yarışması'nda prömiyerini yapan "Prime Time", tatmin etmekten uzak bir ilk film. Jakub Piatek, TV piyasasına dair bir şey söylemediği gibi gizem ve sinema da servis etmiyor. Vasatlığı seçiyor. Film, 30 Haziran'da Netflix'te başladı.
'BÜKREŞ'İN DOĞUSU' VE 'SONSUZ İHTİRAS' DURAKLARINA UĞRUYOR
1990'larda Polonya'da yaşanan bir kanalı istila etme olayı "Şebeke"nin ("Network", 1976) ülkedeki şubesi gibi iddialı yola çıkıyor. Ancak o damarda Jakub Piatek ve görüntü yönetmeninin acemiliği de belli oluyor. Arad 1.33:1'i de soksa da o dönemin TV'yle ilgili filmlerinden anca tutmamış "Sonsuz İhtiras" ("To Die For", 1995) yarışabiliyor.
Aslında olay ve bakış açısı biraz "Bükreş'in Doğusu" ("A Fost Sau N-a Fost?", 2006) havası veriyor. Ancak o damardan da vasatın altında bir pilot bölüm ya da dizinin başlangıcı üretme arzusu beliriyor. "Prime Time" adı da sanki bir başka bölüm anlamına geliyor aslında. Böylesi TV tabirleri çok kullanıldı. Ama kalıcılığını çoktan yitirdi.
BASMAKALIP VE SIRADAN OLMANIN MAĞDURU
Burada da aslında Jodie Foster'ın ortalama "Para Tuzağı"nın ("Money Moster", 2016) bile seviyesine ulaşamıyor. Polonya sinemasından sinematografik açıdan güçlü çok film izledik. Bu eser onlar arasına katılmıyor. Aksine 'eskiden çekilme hissi'ni fazla abartıyor. Betacam kullanımı kendi içinde tutarlılık dışında iyi durmuyor.
Piatek'in ikinci filmini yapıp yapamayacğı merak konusu ama görsel açıdan heyecan vermediği de bir gerçek "Prime Time"ın. İki formatı kullanmasına karşın o kadar da heyecan verici bir üslup gerçekleştirmiyor. Basmakalıp ve sıradan olmayı her şey sanmanın cezasını çekiyor. Bartosz Bielenia'nın Sebastian'ı "Şebeke"nin Howard Beale'ine kardeş olarak geliyor. Ama bunun üzerine yoğunlaştıracak bir zeka sunmaktan aciz.
'BÜKREŞ'İN DOĞUSU' VE 'SONSUZ İHTİRAS' DURAKLARINA UĞRUYOR
1990'larda Polonya'da yaşanan bir kanalı istila etme olayı "Şebeke"nin ("Network", 1976) ülkedeki şubesi gibi iddialı yola çıkıyor. Ancak o damarda Jakub Piatek ve görüntü yönetmeninin acemiliği de belli oluyor. Arad 1.33:1'i de soksa da o dönemin TV'yle ilgili filmlerinden anca tutmamış "Sonsuz İhtiras" ("To Die For", 1995) yarışabiliyor.
Aslında olay ve bakış açısı biraz "Bükreş'in Doğusu" ("A Fost Sau N-a Fost?", 2006) havası veriyor. Ancak o damardan da vasatın altında bir pilot bölüm ya da dizinin başlangıcı üretme arzusu beliriyor. "Prime Time" adı da sanki bir başka bölüm anlamına geliyor aslında. Böylesi TV tabirleri çok kullanıldı. Ama kalıcılığını çoktan yitirdi.
BASMAKALIP VE SIRADAN OLMANIN MAĞDURU
Burada da aslında Jodie Foster'ın ortalama "Para Tuzağı"nın ("Money Moster", 2016) bile seviyesine ulaşamıyor. Polonya sinemasından sinematografik açıdan güçlü çok film izledik. Bu eser onlar arasına katılmıyor. Aksine 'eskiden çekilme hissi'ni fazla abartıyor. Betacam kullanımı kendi içinde tutarlılık dışında iyi durmuyor.
Piatek'in ikinci filmini yapıp yapamayacğı merak konusu ama görsel açıdan heyecan vermediği de bir gerçek "Prime Time"ın. İki formatı kullanmasına karşın o kadar da heyecan verici bir üslup gerçekleştirmiyor. Basmakalıp ve sıradan olmayı her şey sanmanın cezasını çekiyor. Bartosz Bielenia'nın Sebastian'ı "Şebeke"nin Howard Beale'ine kardeş olarak geliyor. Ama bunun üzerine yoğunlaştıracak bir zeka sunmaktan aciz.
'AZAP': VASAT VE KLİŞE BİR PERİLİ EV FİLMİ
FİLMİN NOTU: 4
|
“Azap”, Avustralya mamulü olmasını avantaja çeviremeyen vasat ve klişe bir perili ev filmi. Türde 30’lara ışınlanmamızı sağlıyor. Sundance 2020’den feminist korku çıkışı olarak Romola Garai’nin "Amulet" bundan net iyiydi.
BİR JENNIFER KENT HEYECANI YARATMIYOR
Avustralya sinemasında 70’lerin Yeni Dalgası’ndan bu yana korkuda fazlasıyla iddialı film gördük. Ama Natalie Erika James burada "Karabasan"ın ("The Babadook", 2014) Jennifer Kent’i kadar çekici bir çıkışa imza atmıyor. Elbette atmosfer duygusuna bakarsak o kadar da fena bir iş yok gibi.
Ancak bunun etrafını sararken Mortimer ve Heatchcote’un ötesinde bir kalıcılık da göremiyoruz. Aksine Peter Hyams’ın karanlığı kendine özgü kullanan “Relic”ini (1997) bir kez daha izleme arzusu yaratma kalıyor. Bu durum da filmi vasat bir tür seyirliğine kaydırıyor.
BAYAT TEMALAR VE FORMÜLLER YİNE DEVREDE!
O kadar katliteli gözüken kadro ve görselliğpe karşın bunun dozunu iyi ayarlamak kolay iş değil. “Azap”ta kendi köşesinde uutulup gidecek klişe bir perili ev filmi. Ne zeki bir tür sineması örneği ne de başka bir şey. Ciddi bir çekiciliğin problemi çekmekle kalıyor adeta!
Oyuncuların o kadar direnmesi de filmi bir noktaya taşımıyor. Yas, lanet ve yaşlılık gibi basmakalıp temalar belki defalarca kez karşımıza çıkmıştır. Burada da bayat bir şekilde onlar tekrarlanıyor.
BİR JENNIFER KENT HEYECANI YARATMIYOR
Avustralya sinemasında 70’lerin Yeni Dalgası’ndan bu yana korkuda fazlasıyla iddialı film gördük. Ama Natalie Erika James burada "Karabasan"ın ("The Babadook", 2014) Jennifer Kent’i kadar çekici bir çıkışa imza atmıyor. Elbette atmosfer duygusuna bakarsak o kadar da fena bir iş yok gibi.
Ancak bunun etrafını sararken Mortimer ve Heatchcote’un ötesinde bir kalıcılık da göremiyoruz. Aksine Peter Hyams’ın karanlığı kendine özgü kullanan “Relic”ini (1997) bir kez daha izleme arzusu yaratma kalıyor. Bu durum da filmi vasat bir tür seyirliğine kaydırıyor.
BAYAT TEMALAR VE FORMÜLLER YİNE DEVREDE!
O kadar katliteli gözüken kadro ve görselliğpe karşın bunun dozunu iyi ayarlamak kolay iş değil. “Azap”ta kendi köşesinde uutulup gidecek klişe bir perili ev filmi. Ne zeki bir tür sineması örneği ne de başka bir şey. Ciddi bir çekiciliğin problemi çekmekle kalıyor adeta!
Oyuncuların o kadar direnmesi de filmi bir noktaya taşımıyor. Yas, lanet ve yaşlılık gibi basmakalıp temalar belki defalarca kez karşımıza çıkmıştır. Burada da bayat bir şekilde onlar tekrarlanıyor.
'HABABAM SINIFI YAZ OYUNLARI': BÖYLE ZAYIF OYUNCU KADROSU KURMAK BECERİ İSTER!
FİLMİN NOTU: 2.4
|
Doğa Can Anafarta yerli sinemada Hollywood estetiğiyle bilinen bir yönetmen. Ama 'Hababam Sınıfı'nın android kuşağı için yeni sürümüyle kariyerinin en zayıf halkalarına imza atmayı sürdürüyor. Burada 'Çılgın Dersane' kıvamında bir gençlik istismar filmi izliyoruz.
MEHMET ALİ ERBİL VE DENİZ AKKAYA SEVİYEYİ BELLİ EDİYOR
Beyaz saçlarıyla gelen bir Mehmet Ali Erbil, misafir sanatçı olarak beliren bir Deniz Akkaya ve daha nicesi... Adeta ucuzlukların bir araya geldiği bir kafa şişirme oyunu gibi... "Hababam Sınıfı Yaz Oyunları", anlatılmaz yaşanır şeklinde bir seviyede tamamlıyor sinema yolculuğunu.
Yusuf Çim'den Fırat Albayram'a uzanan öğrenci kadrosu zaten ilk filmde tutmamıştı. Ancak burada işin en profesyonel tarafı Altan Erkekli'yi de geri plana itmek probleme dönüşmüş. Seviye daha da düşmüş. Sanat yönetiminin bile öylesine muşambalardan oluştuğu kitsch bir estetik de izliyoruz öte yandan.
DOĞA CAN ANAFARTA 'ENES BATUR'UN DEVAM FİLMİNDE BİLE EMEĞİNİ HİSSETTİRMİŞTİ
Toygan Avanoğlu her şeyi kurtarmaya geldiğinde asla bir Münir Özkul olamıyor. Aksine klişe ve karton esprilerle bunalmış ve uzaklaşası bir istismar filminin tipine dönüşüyor. Yaz oyunu da fark ettirmemiş. Burada oyuncu kadrosunun bu kadar alt seviyede seçmek gerçekten beceri ister.
Kast direkötrü Asiye Kocaman başta yapımcı, yönetmen ve tüm ekibi bu sebeple tebrik etmek lazım. Mehmet Başbaran da özensiz sinematografik hamleleriyle bu ucuzlukta kontrolden çıkmaya adapte oluyor adeta! Yapım tasarımını kendi bir kaydırmayla üstlenmiş hissine kadar uzanabiliyor. Doğa Can Anafarta, 'Enes Batur'un devam filminde aslında seviyeyi biraz Hollywood'a yaklaştırmıştı. Ama burada o seviyeye bile gelemiyor. 'Hababam Sınıfı' serisinin en zayıf filmlerini yapmak da beceri ister!
MEHMET ALİ ERBİL VE DENİZ AKKAYA SEVİYEYİ BELLİ EDİYOR
Beyaz saçlarıyla gelen bir Mehmet Ali Erbil, misafir sanatçı olarak beliren bir Deniz Akkaya ve daha nicesi... Adeta ucuzlukların bir araya geldiği bir kafa şişirme oyunu gibi... "Hababam Sınıfı Yaz Oyunları", anlatılmaz yaşanır şeklinde bir seviyede tamamlıyor sinema yolculuğunu.
Yusuf Çim'den Fırat Albayram'a uzanan öğrenci kadrosu zaten ilk filmde tutmamıştı. Ancak burada işin en profesyonel tarafı Altan Erkekli'yi de geri plana itmek probleme dönüşmüş. Seviye daha da düşmüş. Sanat yönetiminin bile öylesine muşambalardan oluştuğu kitsch bir estetik de izliyoruz öte yandan.
DOĞA CAN ANAFARTA 'ENES BATUR'UN DEVAM FİLMİNDE BİLE EMEĞİNİ HİSSETTİRMİŞTİ
Toygan Avanoğlu her şeyi kurtarmaya geldiğinde asla bir Münir Özkul olamıyor. Aksine klişe ve karton esprilerle bunalmış ve uzaklaşası bir istismar filminin tipine dönüşüyor. Yaz oyunu da fark ettirmemiş. Burada oyuncu kadrosunun bu kadar alt seviyede seçmek gerçekten beceri ister.
Kast direkötrü Asiye Kocaman başta yapımcı, yönetmen ve tüm ekibi bu sebeple tebrik etmek lazım. Mehmet Başbaran da özensiz sinematografik hamleleriyle bu ucuzlukta kontrolden çıkmaya adapte oluyor adeta! Yapım tasarımını kendi bir kaydırmayla üstlenmiş hissine kadar uzanabiliyor. Doğa Can Anafarta, 'Enes Batur'un devam filminde aslında seviyeyi biraz Hollywood'a yaklaştırmıştı. Ama burada o seviyeye bile gelemiyor. 'Hababam Sınıfı' serisinin en zayıf filmlerini yapmak da beceri ister!
'KELEBEK NADIA': DÜZGÜN ÇEKİLMİŞ SAHİCİ BİR YÜZÜCÜ BİYOGRAFİSİ
FİLMİN NOTU: 5.2
|
Sporcu hikayeleri ve yüzücü filmleri Hollywood'da bile derli toplu yapılmaya muhtaç. "Kelebek Nadia" ("Nadia, Butterfly"), 1.50:1'de bir karakterin sıkışmışlığını anlatırken sahiciliğiyle dikkat çekiyor. Ama 107 dakikayı da kaldıramıyor. Kanadalı Pascal Plante ise Hollywood'a göz kırpıyor. Cannes 2020 Resmi Seçkisi filmi, 1 Temmuz'da Mubi'de açıldı.
SÖMÜRMEDEN ANLATILAN BİR YÜZÜCÜ HİKAYESİ
Ses tasarımcısı Plante, 20 yaşlarındaki genç bir kızın gerçek hikayesini hüzünlü bir şekilde anlatıyor. Daraltılmış formatıyla onun yaşadıklarını sömürmeden anlatabiliyor. Erkek egemen spor piyasasındaki gözyaşlarını da gayet sahici bir şekle sokuyor aslında.
2017'deki "Fake Tattoos"dan sonra ikinci yönetmenlik denemesiyle de aslında tür sinemasında ses-görüntü birlikteliğine hakim bir yürüyüşe imza atıyor. Başrolde Katarine Savard da bu uyumu gerçekçilikle destek veriyor. "Kelebek Nadia"nın paralel kurgu üzerine kurulu yapısı da iyi işliyor.
DOLAN'IN GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ KATKI VERMİŞ
Avustralya sinemasının deneyimli ismi Russell Mulcahy imzalı "Swimming Upstream"den (2003) bu yana yapılmış en iyi yüzme filmini izliyoruz. Bunda Xavier Dolan'la çıkış yapan görüntü yönetmeni Stéphane Anne Weber Brion'un da katkısı büyük aslında. 1.50:1'in yarattığı sıkışmışlık daha gerçekçi hale geliyor bu sayede.
Sahicilik ve hüzün merkezde olunca "Kelebek Nadia", spor terimine denk gelen ismini klişelere saptırmadan gerçekçilikle birlikte aslında Cassavetes usulü bir şekle de sokmayı beceriyor. Plante'ın buradaki görsel-dramatik yapı uyumuyla bir yerlere transfer olması lazıjm. Ama elbette 107 dakikayı kaldıracak bir hikaye ve senaryo da yok.
SÖMÜRMEDEN ANLATILAN BİR YÜZÜCÜ HİKAYESİ
Ses tasarımcısı Plante, 20 yaşlarındaki genç bir kızın gerçek hikayesini hüzünlü bir şekilde anlatıyor. Daraltılmış formatıyla onun yaşadıklarını sömürmeden anlatabiliyor. Erkek egemen spor piyasasındaki gözyaşlarını da gayet sahici bir şekle sokuyor aslında.
2017'deki "Fake Tattoos"dan sonra ikinci yönetmenlik denemesiyle de aslında tür sinemasında ses-görüntü birlikteliğine hakim bir yürüyüşe imza atıyor. Başrolde Katarine Savard da bu uyumu gerçekçilikle destek veriyor. "Kelebek Nadia"nın paralel kurgu üzerine kurulu yapısı da iyi işliyor.
DOLAN'IN GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ KATKI VERMİŞ
Avustralya sinemasının deneyimli ismi Russell Mulcahy imzalı "Swimming Upstream"den (2003) bu yana yapılmış en iyi yüzme filmini izliyoruz. Bunda Xavier Dolan'la çıkış yapan görüntü yönetmeni Stéphane Anne Weber Brion'un da katkısı büyük aslında. 1.50:1'in yarattığı sıkışmışlık daha gerçekçi hale geliyor bu sayede.
Sahicilik ve hüzün merkezde olunca "Kelebek Nadia", spor terimine denk gelen ismini klişelere saptırmadan gerçekçilikle birlikte aslında Cassavetes usulü bir şekle de sokmayı beceriyor. Plante'ın buradaki görsel-dramatik yapı uyumuyla bir yerlere transfer olması lazıjm. Ama elbette 107 dakikayı kaldıracak bir hikaye ve senaryo da yok.
'SALINGER YILIM': SALINGER SEVGİSİ 30 DAKİKA YETİYOR
FİLMİN NOTU: 3.6
|
2010'da vefatı sonra Salinger ile yapılmış üçüncü metrajlı eser. "Salinger Yılım" ("My Salinger Year"), ilk 30 dakikasında Wes Anderson etkisini hissettiriyor. Ama formda bir Falardeau sunmuyor.
SAYGI DURUŞU BELGESELİ AŞILAMADI
Ünlü edebiyatçının hayatını ele alan 2013 tarihli "Salinger" belgeseli saygı duruşu olarak bir yere oturuyordu. Senarist Shane Salerno'nun projesi bir duygusallık da getirdi aslında. O eserden sonra 2017'de "Çavdar Tarlasındaki Asi", başrol performansı ve TV yönetmenine takıldı.
O sebeple de 2020'de yapılan "Salinger Yılım" daha büyük beklentiyle izleniyor. Yönetmen Philip Falardeau "Congorama"yla (2006) Cannes'da yan bölüme girerek tanınan bir yönetmendi. Burada ise 90'lardan bir X kuşağı öyküsü anlatıyor. Ama Salinger sevgisini bile zaman geçtikçe yitiren bir noktaya açılıyor.
WEAVER'IN SEVİYESİNİ YAKALAYABİLEN YOK
Elbette üretilen eserlerin hepsi farklı kaynaklardan yola çıktı. Birbirlerini tamamlıyorlar. Burada da yapım tasarımı ve kostüm tasarımı ilgi çekebiliyor. Ama bir ilham perisi olarak Sigourney Weaver'ın canlandırdığı Margaret'ın doyumsuzluğu diğer oyuncu kadrosuna yayılmıyor.
Qualley'ye böylesi bir tarihi rol ağır gelmiş. Falardeau ise ilk İngilizce eseri "İyi Bir Yalan"ın ("The Good Lie", 2014) tutarlılığnı bile yakalayamıyor. Önceki yıllarında kendisini Kanada'nın Wes Anderson'ı yapan yerden alsa da son noktada bir mesaj kaygısıyla bağlama hatasına. Burada bu yaklaşım çok göz batıyor. Dramedi melez damarının 'komedi' tarafına daha çok yüklenmeli!
SAYGI DURUŞU BELGESELİ AŞILAMADI
Ünlü edebiyatçının hayatını ele alan 2013 tarihli "Salinger" belgeseli saygı duruşu olarak bir yere oturuyordu. Senarist Shane Salerno'nun projesi bir duygusallık da getirdi aslında. O eserden sonra 2017'de "Çavdar Tarlasındaki Asi", başrol performansı ve TV yönetmenine takıldı.
O sebeple de 2020'de yapılan "Salinger Yılım" daha büyük beklentiyle izleniyor. Yönetmen Philip Falardeau "Congorama"yla (2006) Cannes'da yan bölüme girerek tanınan bir yönetmendi. Burada ise 90'lardan bir X kuşağı öyküsü anlatıyor. Ama Salinger sevgisini bile zaman geçtikçe yitiren bir noktaya açılıyor.
WEAVER'IN SEVİYESİNİ YAKALAYABİLEN YOK
Elbette üretilen eserlerin hepsi farklı kaynaklardan yola çıktı. Birbirlerini tamamlıyorlar. Burada da yapım tasarımı ve kostüm tasarımı ilgi çekebiliyor. Ama bir ilham perisi olarak Sigourney Weaver'ın canlandırdığı Margaret'ın doyumsuzluğu diğer oyuncu kadrosuna yayılmıyor.
Qualley'ye böylesi bir tarihi rol ağır gelmiş. Falardeau ise ilk İngilizce eseri "İyi Bir Yalan"ın ("The Good Lie", 2014) tutarlılığnı bile yakalayamıyor. Önceki yıllarında kendisini Kanada'nın Wes Anderson'ı yapan yerden alsa da son noktada bir mesaj kaygısıyla bağlama hatasına. Burada bu yaklaşım çok göz batıyor. Dramedi melez damarının 'komedi' tarafına daha çok yüklenmeli!