'APOLLO 11': ARANAN ALTERNATİF VE MODERN APOLLO GÖREVİ FİLMİ BULUNDU!
FİLMİN NOTU: 7.3
|
Todd Douglas Miller bir çeşit Apollo 11 buluntu filmine imza atıyor. Kafa yapan ezgileri, incelikli ses tasarımı ile yaratıcı kurgusuyla bir Apollo görevi hipnozuna/senfonisine davet ediliyoruz. Matt Morton’ın unutulmaz soundtrack’iyle fark yaratan “Apollo 11”, Hollywood’un milliyetçi NASA propagandası ürünlerine karşı çıkıp Aleksei Fedorchenko’nun hınzır “First on The Moon”uyla kardeşlik ilişkisi kuruyor. 'Hayatta kalma filmi', 'uzay boşluğu filmi' ile 'uzay macerası filmi'ni sömürmeyen ufuk açıcı bir belgesel. Armstrong-Aldrin-Collins üçlüsünün yolculuğu ilk kez doğru bir şekilde yansıtılıyor.
AMERİKA’NIN KLASİK KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİNİ YIKIYOR
NASA’nın Apollo programı 1961-1972 arasında aya çıkış üzerinden yürüyen bir şeylerin sözünü vermişti. 1960’lardan itibaren “Feza Kahramanları”ndan (“First Men in the Moon”, 1964) “Fezada Kaybolanlar”a (“Marooned”, 1969) kadar o döneme dair sayısız ‘uzaya astronot yolculuğu filmi’ üredi. Bunların devamında karşımıza son yıllarda “Gizli Sayılar” (“Hidden Figures”, 2016) ve “Aydaki İlk Adam” (“First Man”, 2018) gibi ilginç ve ortalama bio-pic denemeleri çıktı. Bu iki film, en azından bu alanda sömürüye kayan ‘hayatta kalma filmi’ ezberini yıkıyorlardı.
Açıkçası bu süreçte Yuri Gagarin’in ABD’den önce uzaya gidebildiği gerçeği biraz geç kabul edildi. Bu durum Sovyetler Birliği’nin dev ülkeye karşı önemli bir başarısını duyurur. Siyasi tarihe adını yazdıran kaçınılmaz bir gerçektir. Ama günümüzde internet çağında artık böylesi gerçekleri saklayarak halkı uyutma şansınız yok.
2005’te çılgın ve ayrıksı Rus sinemacı Aleksei Fedorchenko “First on the Moon” (“Pervye Na Lune”, 2005) adlı ülkesinin ilk sahte belgeselinde 1930’lardan bir hikayeyi anlatmıştı. ‘Bulunan görüntüler’in gerçek olmamasıyla bu uzaya gitme olaylarını, başarı hikayelerini sinsice ti’ye almıştı. 2013’te “Gagarin: Uzayda İlk İnsan”da (“Gagarin: First in Space”) 1961’de uzaya ilk çıkan insanın, kosmonot Gagarin’in biyografisine tanıklık ettik. Pavel Parkhomenko’nun B-tipi filmi, “Apollo 13”ün (1995) politik açıdan doğru bir kardeşi gibiydi.
“Apollo 11” (2019) yaptığının tersi iddialarda bulunmadan ‘dürüst’ bir şekilde yola çıkıyor. “Apollo 13” (1995) gibi net ve melodramatik bir başarı hikayesinden bahsetmiyor. Howard’ın filmi, ne hikmetse anlamsız bir şekilde NASA propagandasına uzanan astronot gözlemlerine alan açtı (bkz. “Yerçekimi”). Aslında “Ölüm Yolculuğu”nda (“Apollo 18”, 2011) ‘Alien’la kardeşlik ilişkisi kuran bir uzaylı istilası buluntu film denemesi vardı. Ama o net bir başarı olamamış, yarıda kalmıştı.
AMERİKA’NIN KLASİK KAHRAMANLIK ÖYKÜLERİNİ YIKIYOR
NASA’nın Apollo programı 1961-1972 arasında aya çıkış üzerinden yürüyen bir şeylerin sözünü vermişti. 1960’lardan itibaren “Feza Kahramanları”ndan (“First Men in the Moon”, 1964) “Fezada Kaybolanlar”a (“Marooned”, 1969) kadar o döneme dair sayısız ‘uzaya astronot yolculuğu filmi’ üredi. Bunların devamında karşımıza son yıllarda “Gizli Sayılar” (“Hidden Figures”, 2016) ve “Aydaki İlk Adam” (“First Man”, 2018) gibi ilginç ve ortalama bio-pic denemeleri çıktı. Bu iki film, en azından bu alanda sömürüye kayan ‘hayatta kalma filmi’ ezberini yıkıyorlardı.
Açıkçası bu süreçte Yuri Gagarin’in ABD’den önce uzaya gidebildiği gerçeği biraz geç kabul edildi. Bu durum Sovyetler Birliği’nin dev ülkeye karşı önemli bir başarısını duyurur. Siyasi tarihe adını yazdıran kaçınılmaz bir gerçektir. Ama günümüzde internet çağında artık böylesi gerçekleri saklayarak halkı uyutma şansınız yok.
2005’te çılgın ve ayrıksı Rus sinemacı Aleksei Fedorchenko “First on the Moon” (“Pervye Na Lune”, 2005) adlı ülkesinin ilk sahte belgeselinde 1930’lardan bir hikayeyi anlatmıştı. ‘Bulunan görüntüler’in gerçek olmamasıyla bu uzaya gitme olaylarını, başarı hikayelerini sinsice ti’ye almıştı. 2013’te “Gagarin: Uzayda İlk İnsan”da (“Gagarin: First in Space”) 1961’de uzaya ilk çıkan insanın, kosmonot Gagarin’in biyografisine tanıklık ettik. Pavel Parkhomenko’nun B-tipi filmi, “Apollo 13”ün (1995) politik açıdan doğru bir kardeşi gibiydi.
“Apollo 11” (2019) yaptığının tersi iddialarda bulunmadan ‘dürüst’ bir şekilde yola çıkıyor. “Apollo 13” (1995) gibi net ve melodramatik bir başarı hikayesinden bahsetmiyor. Howard’ın filmi, ne hikmetse anlamsız bir şekilde NASA propagandasına uzanan astronot gözlemlerine alan açtı (bkz. “Yerçekimi”). Aslında “Ölüm Yolculuğu”nda (“Apollo 18”, 2011) ‘Alien’la kardeşlik ilişkisi kuran bir uzaylı istilası buluntu film denemesi vardı. Ama o net bir başarı olamamış, yarıda kalmıştı.
TARAFSIZ, ALTERNATİF VE KAFA YAPAN BİR BULUNTU FİLM
Burada aksine kurtarılan 16mm ve 35mm görüntüleri dijitale çevrilerek aslında 1969 ruhlu bir soundtrack’le de sarılıyor. O dönemin saykodelik hissiyatını kalkındıran elektronik müzik filmin ruhuna çok şey katıyor. Matt Morton, o yıllarda kullanılan enstrümanları devreye sokuyor. Alternatif müzik algısının kafa yapar hale gelmesiyle birlikte aslında arşiv görüntüleri üzerimize dökülüyor. NASA’nın propagandasına malzeme olmuş gerçek bir maceranın ‘kafa yapan bir uzay yolculuğu’na çevrilmesi başlı başına bir cesaret gösterisi.
Aslında Neil Armstrong, Buzz Aldrin ile Michael Collins’in arşiv görüntüleri, bize ekran bölme tekniğinin de işin içine girdiği bir ‘buluntu film’ formülüyle sunuluyor. Sanki Vittorio de Seta’nın 1950’lerdeki ‘gözlemci belgesel’ geleneğinin ‘sadece görsellik’ algılı çığır açıcı üslubunun bir devamını görüyoruz. Ve açıkçası ‘cinema vérité’ ile bağ da kuruluyor, belgesel-kurmaca arasında gidip geliniyor.
‘DUNKIRK’E RAKİP OLAN BİR UZAY SENFONİSİ
Bu yapılırken ise ses kurgusu ve ses tasarımıyla uzay roketinin havalanması, uzaya çıkması ve daha nicesine dair bir macera deposu izliyoruz. Ama asla konuşan kafalara kayılmıyor. Röportajlar devreye girmiyor. “Apollo 11” daha ziyade bir buluntu film senfonisi olmak için yola çıkıyor Nolan’ın “Dunkirk” (2017) ile bu noktaya kaydığı günlerde çok da anormal gelmiyor. Ama belgesel tarihi için işlevsel bir hamle izliyoruz.
Ses tasarımı ve kurgusu gerçekten de başka bir hissiyat veriyor. IMAX perdesinde izlenecek serüven algısı eskitilmiş görüntülerin üst üste bağlanmasına uzanıyor. Yönetmen Miller’ın kurgucu da olması yaramış. Bu durum bir sinema hazzını arttırıyor. Amerikan bayrağının kabak gibi öne çıkmaması ve 6.5 saatlik aya yolculuk olayının sömürülmemesi de belgeselin duygusuna çok şey katıyor.
KURGUCU MILLER’LA DUYUSAL VE MODERN BİR BELGESELE KAYIYOR
1969’da “Footprints on the Moon: Apollo 11” (1969) buradaki arşiv görüntüleri ve fotoğraflarından bir potpuri sunmuştu, belli bir tutarlılıkla o dönemi yansıtabilmişti. Ama Todd Douglas Miller’ınki gibi modern bir belgesel izleyemedik bu konuya dair. Üstelik burada Apollo 11’in modüllere ayrılmasından, matematiksel olarak yaşadıklarına uzanan, son uzay görüntüsünü dahi bir bakış açısıyla verip hemen suya ve dünyaya dönmeyi tetikleyen bir yaklaşım var.
O meşhur ‘Houston bir problemimiz var!’ın üzerine giden boş bir milliyetçi gerilim, inadına emperyalist bir kahraman yolculuğu da canlanmıyor. Astronotları neredeyse hiç görmüyoruz. Onları arkasından veya kenarından mono sesle deneyimliyoruz. Bu durum da filmin ‘duyusal ve melez bir uzay macerası belgeseli’ne dönüşmesine alan açıyor.
Bu yapılırken ise ses kurgusu ve ses tasarımıyla uzay roketinin havalanması, uzaya çıkması ve daha nicesine dair bir macera deposu izliyoruz. Ama asla konuşan kafalara kayılmıyor. Röportajlar devreye girmiyor. “Apollo 11” daha ziyade bir buluntu film senfonisi olmak için yola çıkıyor Nolan’ın “Dunkirk” (2017) ile bu noktaya kaydığı günlerde çok da anormal gelmiyor. Ama belgesel tarihi için işlevsel bir hamle izliyoruz.
Ses tasarımı ve kurgusu gerçekten de başka bir hissiyat veriyor. IMAX perdesinde izlenecek serüven algısı eskitilmiş görüntülerin üst üste bağlanmasına uzanıyor. Yönetmen Miller’ın kurgucu da olması yaramış. Bu durum bir sinema hazzını arttırıyor. Amerikan bayrağının kabak gibi öne çıkmaması ve 6.5 saatlik aya yolculuk olayının sömürülmemesi de belgeselin duygusuna çok şey katıyor.
KURGUCU MILLER’LA DUYUSAL VE MODERN BİR BELGESELE KAYIYOR
1969’da “Footprints on the Moon: Apollo 11” (1969) buradaki arşiv görüntüleri ve fotoğraflarından bir potpuri sunmuştu, belli bir tutarlılıkla o dönemi yansıtabilmişti. Ama Todd Douglas Miller’ınki gibi modern bir belgesel izleyemedik bu konuya dair. Üstelik burada Apollo 11’in modüllere ayrılmasından, matematiksel olarak yaşadıklarına uzanan, son uzay görüntüsünü dahi bir bakış açısıyla verip hemen suya ve dünyaya dönmeyi tetikleyen bir yaklaşım var.
O meşhur ‘Houston bir problemimiz var!’ın üzerine giden boş bir milliyetçi gerilim, inadına emperyalist bir kahraman yolculuğu da canlanmıyor. Astronotları neredeyse hiç görmüyoruz. Onları arkasından veya kenarından mono sesle deneyimliyoruz. Bu durum da filmin ‘duyusal ve melez bir uzay macerası belgeseli’ne dönüşmesine alan açıyor.
BİR “THEY SHALL NOT GROW OLD” DEĞİL AMA…
Yönetmenin esas becerdiği de “Apollo 11”de tarafsız bir şekilde canlanması her şeyin. Bir belge keşfedilmesinin ötesinde ses tasarımı, ses kurgusu ve kurgusuyla da bir dil arayışına giriyor. Sadece bir çığlığın, bir sosyal sorumluluğun belgeseline dönüşmüyor. Aksine nefes alıp verebilen heyecan verici bir IMAX seyirliğine de dönüşüyor.
2018’de “Thell Shall Not Grow Old”da keşfedilen görüntülerle Peter Jackson 1. Dünya Savaşı’na dair önemli bir eksikliği kapatmıştı, oradaki renkli-siyah-beyaz ayrımı devrimciydi. Burada öyle bir ‘başyapıt’ seviyesinde vizyon var mı tartışılır. Ama Apollo programlarına tarafsız bakış, en azından Yuri Gagarin’in de şanını, öncülüğünü zedelemiyor, hatta ve hatta net bir stüdyo seyirliğine dönüşmüyor.
Görüntülerin şiirine kayabilen çarpıcı bir Apollo ve NASA belgeseli servis ediyor. Markanın ötesinde bir vizyon ve işitsel gösteri var arka planda. “Apollo 11” da bu açıdan kalıcı olmayı garantiliyor.
Yönetmenin esas becerdiği de “Apollo 11”de tarafsız bir şekilde canlanması her şeyin. Bir belge keşfedilmesinin ötesinde ses tasarımı, ses kurgusu ve kurgusuyla da bir dil arayışına giriyor. Sadece bir çığlığın, bir sosyal sorumluluğun belgeseline dönüşmüyor. Aksine nefes alıp verebilen heyecan verici bir IMAX seyirliğine de dönüşüyor.
2018’de “Thell Shall Not Grow Old”da keşfedilen görüntülerle Peter Jackson 1. Dünya Savaşı’na dair önemli bir eksikliği kapatmıştı, oradaki renkli-siyah-beyaz ayrımı devrimciydi. Burada öyle bir ‘başyapıt’ seviyesinde vizyon var mı tartışılır. Ama Apollo programlarına tarafsız bakış, en azından Yuri Gagarin’in de şanını, öncülüğünü zedelemiyor, hatta ve hatta net bir stüdyo seyirliğine dönüşmüyor.
Görüntülerin şiirine kayabilen çarpıcı bir Apollo ve NASA belgeseli servis ediyor. Markanın ötesinde bir vizyon ve işitsel gösteri var arka planda. “Apollo 11” da bu açıdan kalıcı olmayı garantiliyor.