NOSTALJİK BİR B SINIFI EĞLENCELİĞİ
19/07/2013 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 4
|
1954’te çekilen “Godzilla” ile birlikte Japon stüdyolarında nükleer tehdit korkusunu ele almak için furyaya dönüşen ‘kaiju filmleri’ (kültürel canavar filmi), popüler kültüre de zamanla sızdı. Hatta bu filmin 1998’de bir Amerikan yeniden çevrimi üredi. “Pan’ın Labirenti” ve “Şeytan’ın Belkemiği” gibi başyapıtlarıyla bilinen Guillermo del Toro ise Hollywood’daki çizgi roman uyarlaması ağırlıklı kariyerinde “Pasifik Savaşı” ile riskli bir yola sapıyor. Milliyetçi Japon canavar filmlerine saygı duruşunda bulunurken 2000’lerde bu alt türde üretilen modern eserlerin tırnağı bile olamayacak bir yapıta imza atıyor. Bana kalırsa da 1974 tarihli Japon mamulü “Godzilla vs. Mechagodzilla”dan fazla farkı kalmayan seyir zevki, japon animesi ya da çizgi dizi deneyimini andırıp sadece düello sahnelerindeki ‘şaşaa’ ile akılda kalıyor. “Pasifik Savaşı”, perdede saf B sınıfı eğlenceliği arayanları ya da ucuz zevkleri olanları tatmin edebilir.
Meksikalı Guillermo del Toro için auteur bir yönetmen demek mümkün. Bu konuda en ufak bir tereddüdümüz olması bile abes çıkar. Dünyasının özelliklerini sinema perdesine özenlice transfer eden, bunlardan da keyif aldığını farkındalık yaratan bir coşkuyla belli eden bir isim kendisi.
Auteur kimliği Hollywood döneminde değişkenlik gösterdi
Özellikle yaratık veya canavar efektleriyle uğraşırken yaptıklarıyla öne çıkması bir yana fantastik ile korkuyu bir araya getirmeyi de sever. İşin içine mitolojik göndermeler ve çizgi romansı bir üslup eklerken, otoriter rejimleri de iğnelemeyi hedefler. Hollywood’da ise bu kuralların sadece bir kısmı geçerli olabiliyor. “Cronos” (1993), “Şeytan’ın Belkemiği” (“El Espinazo Del Diablo”, 2001), “Pan’ın Labirenti” (“El Laberinto del Fauno”, 2006) gibi ‘içindeki canavarı açığa çıkarma’ hikayelerinin özgün ve çarpıcı kaderlerle doldurulması ise önemlidir. Bunlardan son ikisi büyük oranda başyapıttır.
Yönetmenin kariyerinde de esasen bu gibi Meksika veya İspanya yapımı eserler dramatik taraflarıyla dikkat çekmiştir. Hedef bir Hollywood blockbuster’ı olunca işin içine anında aksiyonun enjekte edilmesi ise tesadüf değil. Del Toro, “Blade II”de (2002) bana kalırsa estetik açıdan doyurucu bir çizgi roman uyarlamasına imza attıktan sonra ikinci ‘Hellboy’ filminde Hades’in yamacındaki canavarlar arasında geçen serbest bir koşuşturmacayı üzerine kafa patlatarak tasarlamıştı. Plastik dünyasını anlamlı kılmış, bütçeyle bütünlemişti.
Metin sıkıntısı siyasi kucak açmaya fayda sağlamış
“Pasifik Savaşı” (“Pacific Rim”, 2013) da aynı serbestliği barındırıyor. Ama sanki filmin özündeki metin açısından bir ‘boşluk’ var gibi. Öte yandan ideolojik açıdan Amerikan stüdyo sisteminin içinde eski düşmanla birlik olup yeni düşmanı alt etme furyasının burada da canlanmasına tanıklık ediyoruz. El ele tutuşulan millet ise önceki örneklerde olduğu gibi Rusya değil. Aksine Japonya… Obama başkanlığındaki ABD’yi temsil eden Afro-Amerikalı bir askerin, Japon bir kızla birlik olup kıyamet tehdidine karşı çıkması, uzaylıların ya da petrol ile yakan ‘devasa kötüler’in üzerine gitmesi ise esas çatıyı oluşturuyor.
Lafın özü her büyük bütçeli tanımda olduğu gibi canavar özellikle savaşın düşman tarafının uygulamalarıyla canlanıyor. Burada sürekli fiziksel yapısını değiştirmesiyle de sanki Ortadoğu’nun tamamı anlamına geliyor. Del Toro, fantastik kavramından uzaklaşıp bilimkurgu-korkuya kaymakla belki de kariyerinin en yanlış tercihini yapmış. Ressam niyetine her kareyi ince ince boyayan görüntü yönetmeni Guillermo Navarro’yu da bu kısıtlayıcı durum köşeye sıkıştırmış.
Japon kaiju filmlerine saygı duruşu
Büyük oranda Ishirô Honda’nın Japon stüdyoları için, nükleer savaşın metaforu ya da ‘büyük güç ABD’nin devasa cüreti’ olarak şekillendirdiği “Godzilla” (“Gojira”, 1954) ile furyaya dönüşen ‘dev canavar filmi’ şablonunu kullanıyor. Bir parantez içinde belirtmek gerekirse o zamanlar, ‘kaiju filmleri’ çok meşhur bir kültürel tabandı. Rodan, Gamera ve Mothra gibi canavarların öne çıktığı bu alana mensup eserlerin üretilmesi de ayrı bir meseleydi. Canavar tanımı sürekli değişkenlik göstererek kendine farklı bedenler bulmuştu.
Tabiri caizse seri üretimin seri üretimi denebilecek bir süreç başlamıştı. ‘İki canavarın karşılaşması’na uzanan –ki bunlar King Kong’u da kapsamıştı- ‘toplu tüketim’ mekanizmaları devreye girmişti. Nasıl Hollywood’da kurt adamların vampirlerle veya Freddy’nin Jason’la bir husumeti varsa bu kol da o mantıkla açılmıştı. Kaiju filmlerinin kültürel açıdan Japon insanını tatmin edip para kazandırması ise her zaman keyifli bir çekişmeyi beraberinde getirmişti. Bu filmlerin büyük bir kısmı şu an çöp veya B filmi olarak anılmakta.
“Godzilla vs. Mechagodzilla”yı andıran bir B sınıfı eğlenceliği
Del Toro da “Godzilla vs. Mechagodzilla”nın (“Gojira Tai Mekagojir” 1974) karşılığına denk gelen yüksek bütçeli bir B sınıf eğlenceliği kurguluyor. Jun Fukuda’nın filminin savunma silahı olarak kullanılan Godzilla’yı uzaylıların ürettiği daha güçlü Mechagodzilla ile karşılaştırdığı şablonunu transfer ediyor.
Yönetmen Honda’ya saygı duyarken Ray Harryhausen’in de 1980 öncesinin teknolojisiyle iz bırakmış efekt odaklı mucizevi kimliğine hayran. Bu sebeple de ‘Pasifik’ gibi Pearl Harbor saldırısını da kapsayan bir isim seçilmesi normal. Bu sayede yardım eli uzattığı Japonlar’ı kurtarmayı hedefliyor. Ancak filmin temeline baktığımızda ortaya çıkan ‘hacker’ karakterin bayağılığından itibaren oyuncuların çok Z sınıf bir hali var. Böylece Del Toro’nun plastikliği yanlış değerlendirilince “Son Hava Bükücü” (“The Last Airbender”, 2010) ve “Ben Dört Numara” (“I Am Number Four”, 2011) gibi çöp üretimine kayan eserleri andırır bir ucuzluk kaçınılmaz hale geliyor.
“Transformers”ın izinde bir tekno-çöplüğe doğru mu ilerliyoruz?
Yönetmen de aslında ne stüdyolar için ne de bağımsız olarak çektiği eserlerin seviyesini tutturabiliyor. Sanki ‘Hellboy’un sağladığı özgüvenle 190 milyon dolarlık bütçeye uzanıp bunun keyfini sürmek istiyor. ‘Kaiju’ olarak adlandırılan canavarlar, aslında Jaeger adlı devasa robotlarla karşılaştırılıyor. Onların içine girip kontrolünü devralanlar ise büyük oranda dünya-uzaylı ya da insan-yaratık savaşını başlatıyor. Ama filmin “Yaratık” (“Gwoemul”, 2006), “Canavar” (“Cloverfield”, 2008) gibi çığır açacak, “İstila” (“Monsters”, 2010) gibi yenilikçi canavar filmlerinin ürediği bir dönemde tekrardan “Jurassic Park”ın (1994) ‘alt türdeki her şeyi A sınıfta canlandırma’ atılımını yapma şansı yok. Zaten bunu da denemiyor.
Sadece tek bir açıdan saygı duyulabilir veya en azından yedeklere alınabilir “Pasifik Savaşı”. O da “Westworld” (1973) ile başlayan android, “Terminator” (“The Terminator”, 1984) ile başlayan cyborg üretiminin “Transformers” (2007) sonrası ‘dev robot’ üretimine kayacağını düşünerek... Yani robot teknolojisindeki gelişmeler konusunda denemeler yapmasıyla. Ancak bu durumun da Disney’in abartılı çocuksuluğuna takılan “Çelik Yumruklar” (“Real Steel”, 2011) ile mekanik bir kuru gürültüye dönüşen “Battleship”e (2012) yol açması üzücü. Belki de bu gidişatı bir tekno-çöplük olarak adlandırmak mümkün. En azından detaylandırılmış devasa robotlar üretmeye çalışırken görsel efektlerin sınırlarını zorlayıp ucuzunu, pespayesini gördüğümüz şeyleri perdede canlandırmak böyle bir risk getiriyor. Özellikle de ortada doyurucu bir hikaye veya dramatik yapı yoksa…
İlerleyen dönemde geriye bakıp haşmetli düello sahnelerini hatırlamak isteyebiliriz
Tüm bunların üzerine Ron Perlman dahil olmak üzere bütün oyuncuların Japon canavar filmlerinin karakterleri gibi konuşup yürümeleri de ekleniyor elbette. Ancak del Toro belli ki Jaeger ile canavarlar arasındaki düelloların görkemi için bu filmi çekmiş.
Yakın planları ve aksiyonu abartan bu sahneler ise ne kadar hatırlanır emin değilim. Ama sinema tarihinin en iyi düello sahnelerini seçme sırası geldiğinde elbet herkes geriye dönüp bu ‘haşmet’ yüklü anları deneyimlemek isteyecektir. Kasvetli ve yönetmenin üzerine uğraştığı dünya o açıdan mekanik çoksesliliği bertaraf edebilir. Ama film, dramatik yapısına bakınca bir Japon animesi (ki öyküsünde böylesi etkiler bulmak mümkün), çocuk kitleye uygun bir çizgi dizi ya da kırılgan bir pembe diziye benzeyebiliyor. Nihayetinde kaiju filmlerine saygı duruşu filmi olarak sinema tarihindeki yerini seçiyor. Böylece Tarantino’nun son 10 senedeki ideolojisine benzer bir şekilde B filmi-çöp şablonlarını ya da unutulan kültürel türleri yenileme arzusu yineleniyor.
Meksikalı Guillermo del Toro için auteur bir yönetmen demek mümkün. Bu konuda en ufak bir tereddüdümüz olması bile abes çıkar. Dünyasının özelliklerini sinema perdesine özenlice transfer eden, bunlardan da keyif aldığını farkındalık yaratan bir coşkuyla belli eden bir isim kendisi.
Auteur kimliği Hollywood döneminde değişkenlik gösterdi
Özellikle yaratık veya canavar efektleriyle uğraşırken yaptıklarıyla öne çıkması bir yana fantastik ile korkuyu bir araya getirmeyi de sever. İşin içine mitolojik göndermeler ve çizgi romansı bir üslup eklerken, otoriter rejimleri de iğnelemeyi hedefler. Hollywood’da ise bu kuralların sadece bir kısmı geçerli olabiliyor. “Cronos” (1993), “Şeytan’ın Belkemiği” (“El Espinazo Del Diablo”, 2001), “Pan’ın Labirenti” (“El Laberinto del Fauno”, 2006) gibi ‘içindeki canavarı açığa çıkarma’ hikayelerinin özgün ve çarpıcı kaderlerle doldurulması ise önemlidir. Bunlardan son ikisi büyük oranda başyapıttır.
Yönetmenin kariyerinde de esasen bu gibi Meksika veya İspanya yapımı eserler dramatik taraflarıyla dikkat çekmiştir. Hedef bir Hollywood blockbuster’ı olunca işin içine anında aksiyonun enjekte edilmesi ise tesadüf değil. Del Toro, “Blade II”de (2002) bana kalırsa estetik açıdan doyurucu bir çizgi roman uyarlamasına imza attıktan sonra ikinci ‘Hellboy’ filminde Hades’in yamacındaki canavarlar arasında geçen serbest bir koşuşturmacayı üzerine kafa patlatarak tasarlamıştı. Plastik dünyasını anlamlı kılmış, bütçeyle bütünlemişti.
Metin sıkıntısı siyasi kucak açmaya fayda sağlamış
“Pasifik Savaşı” (“Pacific Rim”, 2013) da aynı serbestliği barındırıyor. Ama sanki filmin özündeki metin açısından bir ‘boşluk’ var gibi. Öte yandan ideolojik açıdan Amerikan stüdyo sisteminin içinde eski düşmanla birlik olup yeni düşmanı alt etme furyasının burada da canlanmasına tanıklık ediyoruz. El ele tutuşulan millet ise önceki örneklerde olduğu gibi Rusya değil. Aksine Japonya… Obama başkanlığındaki ABD’yi temsil eden Afro-Amerikalı bir askerin, Japon bir kızla birlik olup kıyamet tehdidine karşı çıkması, uzaylıların ya da petrol ile yakan ‘devasa kötüler’in üzerine gitmesi ise esas çatıyı oluşturuyor.
Lafın özü her büyük bütçeli tanımda olduğu gibi canavar özellikle savaşın düşman tarafının uygulamalarıyla canlanıyor. Burada sürekli fiziksel yapısını değiştirmesiyle de sanki Ortadoğu’nun tamamı anlamına geliyor. Del Toro, fantastik kavramından uzaklaşıp bilimkurgu-korkuya kaymakla belki de kariyerinin en yanlış tercihini yapmış. Ressam niyetine her kareyi ince ince boyayan görüntü yönetmeni Guillermo Navarro’yu da bu kısıtlayıcı durum köşeye sıkıştırmış.
Japon kaiju filmlerine saygı duruşu
Büyük oranda Ishirô Honda’nın Japon stüdyoları için, nükleer savaşın metaforu ya da ‘büyük güç ABD’nin devasa cüreti’ olarak şekillendirdiği “Godzilla” (“Gojira”, 1954) ile furyaya dönüşen ‘dev canavar filmi’ şablonunu kullanıyor. Bir parantez içinde belirtmek gerekirse o zamanlar, ‘kaiju filmleri’ çok meşhur bir kültürel tabandı. Rodan, Gamera ve Mothra gibi canavarların öne çıktığı bu alana mensup eserlerin üretilmesi de ayrı bir meseleydi. Canavar tanımı sürekli değişkenlik göstererek kendine farklı bedenler bulmuştu.
Tabiri caizse seri üretimin seri üretimi denebilecek bir süreç başlamıştı. ‘İki canavarın karşılaşması’na uzanan –ki bunlar King Kong’u da kapsamıştı- ‘toplu tüketim’ mekanizmaları devreye girmişti. Nasıl Hollywood’da kurt adamların vampirlerle veya Freddy’nin Jason’la bir husumeti varsa bu kol da o mantıkla açılmıştı. Kaiju filmlerinin kültürel açıdan Japon insanını tatmin edip para kazandırması ise her zaman keyifli bir çekişmeyi beraberinde getirmişti. Bu filmlerin büyük bir kısmı şu an çöp veya B filmi olarak anılmakta.
“Godzilla vs. Mechagodzilla”yı andıran bir B sınıfı eğlenceliği
Del Toro da “Godzilla vs. Mechagodzilla”nın (“Gojira Tai Mekagojir” 1974) karşılığına denk gelen yüksek bütçeli bir B sınıf eğlenceliği kurguluyor. Jun Fukuda’nın filminin savunma silahı olarak kullanılan Godzilla’yı uzaylıların ürettiği daha güçlü Mechagodzilla ile karşılaştırdığı şablonunu transfer ediyor.
Yönetmen Honda’ya saygı duyarken Ray Harryhausen’in de 1980 öncesinin teknolojisiyle iz bırakmış efekt odaklı mucizevi kimliğine hayran. Bu sebeple de ‘Pasifik’ gibi Pearl Harbor saldırısını da kapsayan bir isim seçilmesi normal. Bu sayede yardım eli uzattığı Japonlar’ı kurtarmayı hedefliyor. Ancak filmin temeline baktığımızda ortaya çıkan ‘hacker’ karakterin bayağılığından itibaren oyuncuların çok Z sınıf bir hali var. Böylece Del Toro’nun plastikliği yanlış değerlendirilince “Son Hava Bükücü” (“The Last Airbender”, 2010) ve “Ben Dört Numara” (“I Am Number Four”, 2011) gibi çöp üretimine kayan eserleri andırır bir ucuzluk kaçınılmaz hale geliyor.
“Transformers”ın izinde bir tekno-çöplüğe doğru mu ilerliyoruz?
Yönetmen de aslında ne stüdyolar için ne de bağımsız olarak çektiği eserlerin seviyesini tutturabiliyor. Sanki ‘Hellboy’un sağladığı özgüvenle 190 milyon dolarlık bütçeye uzanıp bunun keyfini sürmek istiyor. ‘Kaiju’ olarak adlandırılan canavarlar, aslında Jaeger adlı devasa robotlarla karşılaştırılıyor. Onların içine girip kontrolünü devralanlar ise büyük oranda dünya-uzaylı ya da insan-yaratık savaşını başlatıyor. Ama filmin “Yaratık” (“Gwoemul”, 2006), “Canavar” (“Cloverfield”, 2008) gibi çığır açacak, “İstila” (“Monsters”, 2010) gibi yenilikçi canavar filmlerinin ürediği bir dönemde tekrardan “Jurassic Park”ın (1994) ‘alt türdeki her şeyi A sınıfta canlandırma’ atılımını yapma şansı yok. Zaten bunu da denemiyor.
Sadece tek bir açıdan saygı duyulabilir veya en azından yedeklere alınabilir “Pasifik Savaşı”. O da “Westworld” (1973) ile başlayan android, “Terminator” (“The Terminator”, 1984) ile başlayan cyborg üretiminin “Transformers” (2007) sonrası ‘dev robot’ üretimine kayacağını düşünerek... Yani robot teknolojisindeki gelişmeler konusunda denemeler yapmasıyla. Ancak bu durumun da Disney’in abartılı çocuksuluğuna takılan “Çelik Yumruklar” (“Real Steel”, 2011) ile mekanik bir kuru gürültüye dönüşen “Battleship”e (2012) yol açması üzücü. Belki de bu gidişatı bir tekno-çöplük olarak adlandırmak mümkün. En azından detaylandırılmış devasa robotlar üretmeye çalışırken görsel efektlerin sınırlarını zorlayıp ucuzunu, pespayesini gördüğümüz şeyleri perdede canlandırmak böyle bir risk getiriyor. Özellikle de ortada doyurucu bir hikaye veya dramatik yapı yoksa…
İlerleyen dönemde geriye bakıp haşmetli düello sahnelerini hatırlamak isteyebiliriz
Tüm bunların üzerine Ron Perlman dahil olmak üzere bütün oyuncuların Japon canavar filmlerinin karakterleri gibi konuşup yürümeleri de ekleniyor elbette. Ancak del Toro belli ki Jaeger ile canavarlar arasındaki düelloların görkemi için bu filmi çekmiş.
Yakın planları ve aksiyonu abartan bu sahneler ise ne kadar hatırlanır emin değilim. Ama sinema tarihinin en iyi düello sahnelerini seçme sırası geldiğinde elbet herkes geriye dönüp bu ‘haşmet’ yüklü anları deneyimlemek isteyecektir. Kasvetli ve yönetmenin üzerine uğraştığı dünya o açıdan mekanik çoksesliliği bertaraf edebilir. Ama film, dramatik yapısına bakınca bir Japon animesi (ki öyküsünde böylesi etkiler bulmak mümkün), çocuk kitleye uygun bir çizgi dizi ya da kırılgan bir pembe diziye benzeyebiliyor. Nihayetinde kaiju filmlerine saygı duruşu filmi olarak sinema tarihindeki yerini seçiyor. Böylece Tarantino’nun son 10 senedeki ideolojisine benzer bir şekilde B filmi-çöp şablonlarını ya da unutulan kültürel türleri yenileme arzusu yineleniyor.