'A GHOST STORY': BAŞYAPITA DÖNÜŞECEK BENZERSİZ BİR HAYALET FİLMİ
FİLMİN NOTU: 9.7
|
Sinemada ‘hayalet’ motifinin, ‘perili ev filmi’ne, ‘fantastik aşk filmi’ne, ‘gotik korku filmi’ne ve ‘buluntu film’e malzeme olduğunu gördük. Ama David Lowery, tüm bunları reddederek 1.33:1 formatında kendi kurallarını belirleyen eklektik, entelektüel ve melez bir hayalet filmi modeli yaratıyor. “The Ghost and Mrs. Muir” (1947) ile “Hayat Ağacı”nı (2011) adeta engebeli bir yapıda birleştiriyor. 'Öteki' yerine konmasına alışık olduğumuz hayaleti çarşafıyla merkeze yerleştirip postmodern bir sessiz sinema kahramanına dönüştürüyor.
HAYALET FİLMİNİN KORKUNUN İÇİNDE ANILMASINA ALIŞIĞIZ
Sinemada genelde ‘hayalet filmi’nden ziyade ‘perili ev filmi’ bir alt tür olarak anılır. Bu alt türün geleneği aristokrasi eleştirisi yapmadı. 1928 yılında Fransa’nın dışavurumcu ve biçimci auteur’ü Jean Epstein, Edgar Allan Poe’nun kısa romanından başyapıt “Esrarengiz Konak”ı (“La Chute de la Maison Usher”, 1928) uyarlayarak devrimci bir yönetmene dönüşmüştü. Hollywood’da gotik romanların (“Dracula”, “Frankenstein”) seri üretimlerine kaydığı yıllarda Universal, 1927’de “The Cat and the Canary” ve 1932’de “The Old Dark House”u o kadar da kalıcı hale getirememişti.
1940’ta “Rebecca”da ABD’ye giren Hitchcock, psikolojik dünyaya yüklenen ilk gotik korku filmine imza attı. ‘Hayalet’ motifinin doğaüstü, ‘köşk’ tanımının ise eski olmasına karşı çıktı, tamamen ana karakterin belleğinden ilerleyen ‘female gothic filmi’ alt türünü de yedinci sanata armağan etti. “Ruhlar Karnavalı” (“Carnival of Souls”, 1962), “Tiksinti” (“Repulsion”, 1965), “Diğerleri” (“The Others”, 2001), “Koğuş” (“The Ward”, 2010), “Sessiz Ev” (“La Casa Muda”, 2010), “Woodshock”un (2017) öncüsü oldu.
1964’te Roger Corman’ın genelde kendi yorumunu kattığı Edgar Allan Poe uyarlamalarından “Kızıl Ölümün Maskesi” (“The Masque of Red Death”, 1964) ‘male gothic filmi’ni başlatarak çığır açtı, “Kiracı” (“Le Locataire”, 1976), “Cinnet” (“The Shining”, 1980) gibilerinin öncüsüydü. 70’lerde “Büyü” (“Don’t Look Now”, 1973) ve “İblisin Kurbanları” (“The Other”, 1972) bu alt türde kendi yollarını arayıp “Altıncı His”in (“The Sixth Sense”, 1998) öncüsü oldular.
1959’da William Castle’ın “Lanetli Ev”i (“House on Haunted Hill”) ise perili olduğu iddia edilen bir eve girip, bir aristokratın oyunlarına malzeme olan insanların sınıfsal eleştirisine kaydı. Sinsi ‘oyunlu korku filmi’ alt türünü doğurup hayalet filminden tamamen kaydı. Onu takiben 1960-1980 arasında modern perili ev filmlerinde bir kalite gözlendi: “13 Hayalet” (“13 Ghosts”, 1960), “Masumlar” (“The Innocents”, 1961), “Lanetli Ev” (“The Haunting”, 1963), “The Changeling” (1980).
HAYALET FİLMİNİN KORKUNUN İÇİNDE ANILMASINA ALIŞIĞIZ
Sinemada genelde ‘hayalet filmi’nden ziyade ‘perili ev filmi’ bir alt tür olarak anılır. Bu alt türün geleneği aristokrasi eleştirisi yapmadı. 1928 yılında Fransa’nın dışavurumcu ve biçimci auteur’ü Jean Epstein, Edgar Allan Poe’nun kısa romanından başyapıt “Esrarengiz Konak”ı (“La Chute de la Maison Usher”, 1928) uyarlayarak devrimci bir yönetmene dönüşmüştü. Hollywood’da gotik romanların (“Dracula”, “Frankenstein”) seri üretimlerine kaydığı yıllarda Universal, 1927’de “The Cat and the Canary” ve 1932’de “The Old Dark House”u o kadar da kalıcı hale getirememişti.
1940’ta “Rebecca”da ABD’ye giren Hitchcock, psikolojik dünyaya yüklenen ilk gotik korku filmine imza attı. ‘Hayalet’ motifinin doğaüstü, ‘köşk’ tanımının ise eski olmasına karşı çıktı, tamamen ana karakterin belleğinden ilerleyen ‘female gothic filmi’ alt türünü de yedinci sanata armağan etti. “Ruhlar Karnavalı” (“Carnival of Souls”, 1962), “Tiksinti” (“Repulsion”, 1965), “Diğerleri” (“The Others”, 2001), “Koğuş” (“The Ward”, 2010), “Sessiz Ev” (“La Casa Muda”, 2010), “Woodshock”un (2017) öncüsü oldu.
1964’te Roger Corman’ın genelde kendi yorumunu kattığı Edgar Allan Poe uyarlamalarından “Kızıl Ölümün Maskesi” (“The Masque of Red Death”, 1964) ‘male gothic filmi’ni başlatarak çığır açtı, “Kiracı” (“Le Locataire”, 1976), “Cinnet” (“The Shining”, 1980) gibilerinin öncüsüydü. 70’lerde “Büyü” (“Don’t Look Now”, 1973) ve “İblisin Kurbanları” (“The Other”, 1972) bu alt türde kendi yollarını arayıp “Altıncı His”in (“The Sixth Sense”, 1998) öncüsü oldular.
1959’da William Castle’ın “Lanetli Ev”i (“House on Haunted Hill”) ise perili olduğu iddia edilen bir eve girip, bir aristokratın oyunlarına malzeme olan insanların sınıfsal eleştirisine kaydı. Sinsi ‘oyunlu korku filmi’ alt türünü doğurup hayalet filminden tamamen kaydı. Onu takiben 1960-1980 arasında modern perili ev filmlerinde bir kalite gözlendi: “13 Hayalet” (“13 Ghosts”, 1960), “Masumlar” (“The Innocents”, 1961), “Lanetli Ev” (“The Haunting”, 1963), “The Changeling” (1980).
SON 20 YILDA ALT TÜR DÖNÜŞÜM GEÇİRDİ
1998’de “Halka” (“Ringu”) J-horror geleneğinden beslenen ‘teknolojik’ ve ‘gotik’ eğilimli bir hayalet filmi klasiğine dönüştü. Perili ev filmi ise 2001’de Del Toro’nun “Şeytanın Belkemiği” (“El Ezpinazo Del Diablo”) ile Franco rejimi damarlı ikonik bir içsel hesaplaşmaya, 2004’te Kim Jee-Woon imzalı “Karanlık Sırlar” (“Janghwa, Honryeon”) ile başarılı bir K-horror örneğine malzeme oldu.
“A Ghost Story”, Burton’ın Hammer etkili fantastik “Hayalet Süvari”sinden (“Sleepy Hollow”, 1999) bu yana ABD’den çıkan en iddialı hayalet filmi olabilir. 2010’da “Ruhlar Bölgesi” (“Insidious”), James Wan’ın zekasıyla ‘perili ev’ motifini önceden umursanmayan ‘ruh filmi’ne çevirirken özgün atmosferiyle de furya yaratarak modern klasiğe dönüşmüştü.
2011’de “Mezar Buluşmaları” (“Grave Encounters”) ‘Blair Cadısı’nın (‘The Blair Witch Project’) pabucunu dama atarak bileğinin hakkıyla seriye dönüşen bir hayalet buluntu filmiydi. Alt türde Miike’nin sahne-hayat ilişkisi gizemine yüklenen “Over Your Dead Body”si (“Kuime”, 2014) ve Shahram Mokri’nin tek plan çekilmiş “Balık ve Kedi”si (“Mahi va Gorbeh”, 2012) ise çıtayı yüksek koymasalar da başarılı denemelerdi.
Ama sanki 2013 yapımı kült olacak çizgi roman uyarlaması “Ölümsüz Polisler”de (“R.I.P.D.”) hayaletli fantastik iki kafadar filmiyle türsel omurga olarak akrabalık var. 2012 mamülü hayaletin gözünden başlasa da bu ‘öznel kamera’yı 85 dakikaya yayamayan İran yapımı ilk film “Yas” (“Soog”, 2011) ile ise kardeşlik ilişkisi kuruyor, hatta o parlak çıkışın son noktayı koyamadığını beceriyor.
2017’DE BU MELEZ ZEKA ŞAŞKINA ÇEVİRİYOR
Amerikan korku sinemasında klasik hayalet/perili ev kavramıyla yola çıkan eserlerin ‘okült korku filmi’ olarak noktalandığı günlerden geçiyoruz. “A Ghost Story” 2017’de bu açıdan daha da değerli hale geliyor. Film klasik bir banliyöde geçen aşk/ilişki filmi gibi başlıyor. Bunu hayaletin ayaklanmasıyla birlikte aslında fazlasıyla ‘fantastik aşk filmi’ne dönüştürüyor.
Bu melez türün ‘hayaletli’ alt türünde klasikleşen “The Ghost and Mrs. Muir”i (1947) örnek alan filmler izledik. Onun ardılı popüler “Hayalet” (“Ghost”, 1990) de akraba bir kaynak gibi. Gene Tierney’nin yerine Rooney Mara, Rex Harrison’ın yerine Casey Affleck geçiyor. Filmde hayaletin ayaklanmasıyla birlikte ise aslında bir telepatik gücün, karşıda görülen başka hayaletlerin de devreye girmesiyle ‘minimalist absürd komedi’yi devreye sokuyor. Bu bölümlerde hayaletlerin çatışması, akla Tsai Ming-Liang filmlerinin sessiz sinema destekli tonunu getiriyor. Onun kaynağında ise Chaplin ve Keaton var.
Ama film, ikinci yarısında yavaş yavaş “Hayat Ağacı” (“The Tree of Life”, 2011) gibi bir paralel evren bilimkurgusuna kayıyor. Hayaletin üzerindeki çarşafla zamanlar arası dolaşmasına eşlik ediyoruz. "A Ghost Story" o kadar da hipnotik bir havaya sokulmuyor. Ama Ray Bradbury uyarlaması “The Ilustrated Man” (1969) gibi epizodik bir paralel evren vurgusunu görebiliyoruz.
Aslında Lowery’nin Malick etkisinden beslendiği net. Kullanılan evin sonrasında kıyamet ve kaza vurgusuyla “Cennet Günleri”vari (“Days of Heaven”, 1978) bir felakete sürüklendiği görülüyor. “Hayat Ağacı”na ise filmin yarattığı modelin yarattığı ‘atlama’ izniyle geçiş yapılıyor kolaylıkla.
Amerikan korku sinemasında klasik hayalet/perili ev kavramıyla yola çıkan eserlerin ‘okült korku filmi’ olarak noktalandığı günlerden geçiyoruz. “A Ghost Story” 2017’de bu açıdan daha da değerli hale geliyor. Film klasik bir banliyöde geçen aşk/ilişki filmi gibi başlıyor. Bunu hayaletin ayaklanmasıyla birlikte aslında fazlasıyla ‘fantastik aşk filmi’ne dönüştürüyor.
Bu melez türün ‘hayaletli’ alt türünde klasikleşen “The Ghost and Mrs. Muir”i (1947) örnek alan filmler izledik. Onun ardılı popüler “Hayalet” (“Ghost”, 1990) de akraba bir kaynak gibi. Gene Tierney’nin yerine Rooney Mara, Rex Harrison’ın yerine Casey Affleck geçiyor. Filmde hayaletin ayaklanmasıyla birlikte ise aslında bir telepatik gücün, karşıda görülen başka hayaletlerin de devreye girmesiyle ‘minimalist absürd komedi’yi devreye sokuyor. Bu bölümlerde hayaletlerin çatışması, akla Tsai Ming-Liang filmlerinin sessiz sinema destekli tonunu getiriyor. Onun kaynağında ise Chaplin ve Keaton var.
Ama film, ikinci yarısında yavaş yavaş “Hayat Ağacı” (“The Tree of Life”, 2011) gibi bir paralel evren bilimkurgusuna kayıyor. Hayaletin üzerindeki çarşafla zamanlar arası dolaşmasına eşlik ediyoruz. "A Ghost Story" o kadar da hipnotik bir havaya sokulmuyor. Ama Ray Bradbury uyarlaması “The Ilustrated Man” (1969) gibi epizodik bir paralel evren vurgusunu görebiliyoruz.
Aslında Lowery’nin Malick etkisinden beslendiği net. Kullanılan evin sonrasında kıyamet ve kaza vurgusuyla “Cennet Günleri”vari (“Days of Heaven”, 1978) bir felakete sürüklendiği görülüyor. “Hayat Ağacı”na ise filmin yarattığı modelin yarattığı ‘atlama’ izniyle geçiş yapılıyor kolaylıkla.
FİLMİ KONUŞMADAN ÇARŞAFLA YÜRÜYEREK TAMAMLAYAN BİR HAYALET!
Sinemada hayalet genelde ‘var mı, yok mu?’, ‘içine girdi mi, girmedi mi?’ gibi sorulara malzeme olmuştu. Ama “A Ghost Story”de çarşafıyla dolaşıp banliyö evinden yola çıktıktan sonra bambaşka zamanlarda yolculuğa çıkan postmodern bir sessiz sinema kahramanına dönüşüyor. Bu da Lowery’nin en özgün işinin belirmesine sebebiyet veriyor.
Elbette akrabalık kurulan “Finisterrae” (2010) ile ‘yürüyen hayalet’ mevzusuna giriyor. Ama orada Sergio Caballero’nun serbestliği Jodorowsky usulü “Samanyolu”nu (“La Voi Lactée”, 1969) o kadar da ‘olmuş, mucizevi’ bir yorumla yorum yapılmasını engellemişti. Ama Casey Affleck’in başrolünü ilk düzlüğün ardından çarşafla zamanlar arasında yürütmek ciddi bir ‘sessiz sinema’ numarası! Hiç konuşmayan bir sevgilinin üzerinden ilerleyen bu durum, ‘hayalet’ tanımına dair de sıra dışı bir anlam yüklüyor!
Biz sessiz bir hayaletin yerine geçip onun hislerine odaklanıyoruz. Bu bakış açısı değiştirme hali, çığır açan film-noir başyapıtı “Lady in the Lake” (1946) gibi tam zamanlı bir öznel kamera olacak mı dedirtiyor. Ama o noktaya açılmadan Malick’in evrim sorularıyla Amerika’nın derinliklerinde keşfe çıkıp kendi hayaletini arama arzusu var.
Daniel Hart’ın indie rock müzikleri filme ayrı bir hava katıyor. Bayılacak bir aşk sendromunun ötesinde 1.33:1’de Andrew Doz Palermo’nun da gerçekten her şeyi aşırı net bir şekilde alma derdi var. Dünyanın sıkıştığı evrensel değerler vurgusu bu durumda iyiden iyiye açığa çıkıyor.
“A Ghost Story”, hayranlıkla izleniyor. Hem yatak hayatındaki gerçekçilikle, hem zamanlar arasındaki dolaşma zekasıyla hem de başka çekicilikleriyle bizi etkisi altına alıyor. Bu durum ister istemez filmin değerine değer katıyor.
Sinemada hayalet genelde ‘var mı, yok mu?’, ‘içine girdi mi, girmedi mi?’ gibi sorulara malzeme olmuştu. Ama “A Ghost Story”de çarşafıyla dolaşıp banliyö evinden yola çıktıktan sonra bambaşka zamanlarda yolculuğa çıkan postmodern bir sessiz sinema kahramanına dönüşüyor. Bu da Lowery’nin en özgün işinin belirmesine sebebiyet veriyor.
Elbette akrabalık kurulan “Finisterrae” (2010) ile ‘yürüyen hayalet’ mevzusuna giriyor. Ama orada Sergio Caballero’nun serbestliği Jodorowsky usulü “Samanyolu”nu (“La Voi Lactée”, 1969) o kadar da ‘olmuş, mucizevi’ bir yorumla yorum yapılmasını engellemişti. Ama Casey Affleck’in başrolünü ilk düzlüğün ardından çarşafla zamanlar arasında yürütmek ciddi bir ‘sessiz sinema’ numarası! Hiç konuşmayan bir sevgilinin üzerinden ilerleyen bu durum, ‘hayalet’ tanımına dair de sıra dışı bir anlam yüklüyor!
Biz sessiz bir hayaletin yerine geçip onun hislerine odaklanıyoruz. Bu bakış açısı değiştirme hali, çığır açan film-noir başyapıtı “Lady in the Lake” (1946) gibi tam zamanlı bir öznel kamera olacak mı dedirtiyor. Ama o noktaya açılmadan Malick’in evrim sorularıyla Amerika’nın derinliklerinde keşfe çıkıp kendi hayaletini arama arzusu var.
Daniel Hart’ın indie rock müzikleri filme ayrı bir hava katıyor. Bayılacak bir aşk sendromunun ötesinde 1.33:1’de Andrew Doz Palermo’nun da gerçekten her şeyi aşırı net bir şekilde alma derdi var. Dünyanın sıkıştığı evrensel değerler vurgusu bu durumda iyiden iyiye açığa çıkıyor.
“A Ghost Story”, hayranlıkla izleniyor. Hem yatak hayatındaki gerçekçilikle, hem zamanlar arasındaki dolaşma zekasıyla hem de başka çekicilikleriyle bizi etkisi altına alıyor. Bu durum ister istemez filmin değerine değer katıyor.
PERİLİ EV FİLMİNİN OMURGASINI REDDEDİP ALTERNATİF BİR YOLA SAPIYOR
“A Ghost Story”, bildik ‘perili ev filmi’nin klasik çizgisine girmeden, kendine bir alternatif yol buluyor. Bu alternatif yolun içinde ‘minimalist absürd komedi’ de, ‘paralel evren bilimkurgusu’ da, fantastik aşk filmi de var. Ama esas meselesi de aslında klasik akışı baştan yerle bir edip seyircisine asla bir ‘neden-sonuç ilişkisi’ vermemesi.
Casey Affleck-Rooney Mara ikilisi, bir aşk filmi çifti gibi görülüyor. Ancak onların bildik bir melodramatik dünyaya ait olduğuna tanıklık etmiyoruz. Aksine engebeli bir şekilde bu hikayenin etrafında dolaşmak hedef. ‘Hayalet var mı, yoksa her şey hayal mi?’ sorusunun ise asla yakınından geçmemek filmin özgünlüğünü arttırıyor.
Lowery, kendi zihninden geçen ‘hayalet hayali’nin peşine düşmüş. Bunun içine de inadına dengesiz bir dramatik yapı, eklektik ve evrimci bir görsel yapı giriyor. Ming-Liang’ın stili ile Malick’in temaları, şeffaf bir “Ghost and Mrs. Muir” arka planıyla birleşiyor sanki.
Hayaletlerin sinemada girdikleri süreçleri kafasında tartarak bunu ‘fantastik-bilimkurgu’ durağında durdurup yeniden inşa eden bir ‘hikaye’ bu. Konuşmadan yürüyen hayaletten felsefe aramasıyla dahi vuran, çarpan, sarsan, ezber bozucu bir hayalet filmi özünde. Bunu ritmik farklılık daha da zengin hale getiriyor aslında. Dengesizlikten beslenmek bir yaşam biçimine dönüşüyor.
“A Ghost Story”, bildik ‘perili ev filmi’nin klasik çizgisine girmeden, kendine bir alternatif yol buluyor. Bu alternatif yolun içinde ‘minimalist absürd komedi’ de, ‘paralel evren bilimkurgusu’ da, fantastik aşk filmi de var. Ama esas meselesi de aslında klasik akışı baştan yerle bir edip seyircisine asla bir ‘neden-sonuç ilişkisi’ vermemesi.
Casey Affleck-Rooney Mara ikilisi, bir aşk filmi çifti gibi görülüyor. Ancak onların bildik bir melodramatik dünyaya ait olduğuna tanıklık etmiyoruz. Aksine engebeli bir şekilde bu hikayenin etrafında dolaşmak hedef. ‘Hayalet var mı, yoksa her şey hayal mi?’ sorusunun ise asla yakınından geçmemek filmin özgünlüğünü arttırıyor.
Lowery, kendi zihninden geçen ‘hayalet hayali’nin peşine düşmüş. Bunun içine de inadına dengesiz bir dramatik yapı, eklektik ve evrimci bir görsel yapı giriyor. Ming-Liang’ın stili ile Malick’in temaları, şeffaf bir “Ghost and Mrs. Muir” arka planıyla birleşiyor sanki.
Hayaletlerin sinemada girdikleri süreçleri kafasında tartarak bunu ‘fantastik-bilimkurgu’ durağında durdurup yeniden inşa eden bir ‘hikaye’ bu. Konuşmadan yürüyen hayaletten felsefe aramasıyla dahi vuran, çarpan, sarsan, ezber bozucu bir hayalet filmi özünde. Bunu ritmik farklılık daha da zengin hale getiriyor aslında. Dengesizlikten beslenmek bir yaşam biçimine dönüşüyor.
Burton “Hayalet Süvari” (1999) ile Hammer geleneğinden ilerlese de A sınıfında şaşırtan fantastik bir hayalet filmine imza atmıştı. Burada da Lowery, ondan bu yana bu alt türe vurgu yapan bir yapıtla çıkageliyor. Zamanla başyapıta dönüşecek bir eseri duyuruyor. Bir eşin hayalete dönüşmesiyle yabancılaşmanın alaycılığıyla başka bir zıtlaşmanın yaşandığı evren gerçekten mest ediyor.
Bir anda hem melankoliyi hem sevinci yaşayabiliyoruz. Bunların birleşmesiyle de ilginç bir keyifle mest olabiliyoruz. Film, farklı duygular yaratmasını melez yapısına borcu. Melez yapısıyla da ‘fantastik aşk filmi’, ‘gerçeküstücü absürd komedi’, ‘paralel evren bilimkurgusu’ ve ‘perili ev filmi’nin içinden geçtiği damarıyla cezbeden bir yapı var. Sessizlikten güç alırken hipnoza Malick kadar girmiyor üstelik. Aksine insanoğlunun evrim sürecine dair soruları devreye sokuyor. Finalde ise başka hayaletlerle ve başka evlerle birlikte aslında fantastik bir hayalet filmi modeline açıldığını gösteriyor.
Bir anda hem melankoliyi hem sevinci yaşayabiliyoruz. Bunların birleşmesiyle de ilginç bir keyifle mest olabiliyoruz. Film, farklı duygular yaratmasını melez yapısına borcu. Melez yapısıyla da ‘fantastik aşk filmi’, ‘gerçeküstücü absürd komedi’, ‘paralel evren bilimkurgusu’ ve ‘perili ev filmi’nin içinden geçtiği damarıyla cezbeden bir yapı var. Sessizlikten güç alırken hipnoza Malick kadar girmiyor üstelik. Aksine insanoğlunun evrim sürecine dair soruları devreye sokuyor. Finalde ise başka hayaletlerle ve başka evlerle birlikte aslında fantastik bir hayalet filmi modeline açıldığını gösteriyor.