'HAYALLERİN PEŞİNDE': 'FISTIK EZMESİ' KOKAN DOKUNAKLI BİR MACERA-DRAMEDİ
FİLMİN NOTU: 6.4
|
Sinema tarihinde bedensel engelli karakterleri ele almak risklidir. Ama “The Peanut Butter Falcon”, down sendromlu bir tiplemenin izinde içinden doğa, dostluk, güreş, Mark Twain, southern gothic, iki kafadar komedisi ve aşk geçen, dokunaklı bir macera-dramedi filmi. Bağımsız Tyler Nilson-Michael Schwartz ikilisi, adeta meşhur ‘fıstık ezmesi’ tadında bir seyirlik sunuyor. Film sinemalarda izlenebilir.
MELEZ BİR DOSTLUK HİKAYESİ
Tonuyla “Küçük Gün Işığım” (“Little Miss Sunshine”, 2006) ve “Hayatın İçinden”i (“The Station Agent”, 2003) hatırlatan bir film. “Hayallerin Peşinde” (“The Peanut Butter Falcon”, 2019), isminin de katkısıyla adeta üzerine ‘fıstık ezmesi’ (‘peanut butter’) sinmiş bir dostluk hikayesinin adresi. Yol macerası, bu doğaya ‘Huckleberry Finn’i ‘dramedi’ damarıyla getiriyor. Modern bir Mark Twain anlatısına açılıyor. Onun yanına ise Amerikan güreşi, southern gothic aksanı ve daha fazlası ekleniyor. David Gordon Greeen diyarında bir “Küçük Gün Işığım” tadıyoruz sanki.
“Hayallerin Peşinde”nin bize yaşattıkları sadece sömürü değil. Aksine Twain’in romanındaki Tom Sawyer’dan feyz alınan Shia LaBeouf’un Tyler’ının başarılı bir yöresel karaktere dönüşmesine eşlik ediyoruz. Bu sayede coğrafyaya dair ABD’nin meşhur ‘fıstık ezmesi’nin çıkarımlarını görüyoruz. Bunu takiben sömürülmeyen bir down sendromlu tiplemeyle dostluk ortaya çıkıyor. Onun damarından ise ‘iki kafadar komedisi’ geçip yavaş yavaş ‘drama’ya kaykılıyor.
MELEZ BİR DOSTLUK HİKAYESİ
Tonuyla “Küçük Gün Işığım” (“Little Miss Sunshine”, 2006) ve “Hayatın İçinden”i (“The Station Agent”, 2003) hatırlatan bir film. “Hayallerin Peşinde” (“The Peanut Butter Falcon”, 2019), isminin de katkısıyla adeta üzerine ‘fıstık ezmesi’ (‘peanut butter’) sinmiş bir dostluk hikayesinin adresi. Yol macerası, bu doğaya ‘Huckleberry Finn’i ‘dramedi’ damarıyla getiriyor. Modern bir Mark Twain anlatısına açılıyor. Onun yanına ise Amerikan güreşi, southern gothic aksanı ve daha fazlası ekleniyor. David Gordon Greeen diyarında bir “Küçük Gün Işığım” tadıyoruz sanki.
“Hayallerin Peşinde”nin bize yaşattıkları sadece sömürü değil. Aksine Twain’in romanındaki Tom Sawyer’dan feyz alınan Shia LaBeouf’un Tyler’ının başarılı bir yöresel karaktere dönüşmesine eşlik ediyoruz. Bu sayede coğrafyaya dair ABD’nin meşhur ‘fıstık ezmesi’nin çıkarımlarını görüyoruz. Bunu takiben sömürülmeyen bir down sendromlu tiplemeyle dostluk ortaya çıkıyor. Onun damarından ise ‘iki kafadar komedisi’ geçip yavaş yavaş ‘drama’ya kaykılıyor.
“KÜÇÜK GÜN IŞIĞIM”I KOLAYLIKLA EKARTE EDEN BİR İLK FİLM
Dakota Johnson da işin aşk paydası olarak devreye girdiğinde gerçekçi duruyor. Tyler Nelson-Michael Schwartz ikilisi, abartılan vasat “Küçük Gün Işığım”ın yönetmenleri Dayton-Faris’ten daha başarılı bir ilk film çıkışını duyuruyor. Finalde Shia LaBeouf’un ölümüne verilen incelikli tepki ise adeta bizi bir sarmala ve dokunaklı bir macera filmine davet ediyor.
Filmin farklı tonlar arasında giderken yöresel bir güreş sahnesiyle de karakterin zevkini sürerek adeta Jared Hess'in klasiğe dönüşecek güreş filmi “Nacho Libre" (2006) şekli aldığı net. Aslında ‘Peanut Butter Falcon’ adlı bir güreşçinin duygularını doğrudan hissediyoruz. ‘Fıstık Ezmesi Şahini’ tanımı bir çeşit anti-süper kahraman dozu da katıyor ana bütüne. Bu sayede ötekileştirilen anti-kahramanının mizahı zaman geçtikçe fark yaratıyor.
Zack Gottsagen’ın ölçülü performansından da beslenerek onunla nefes alıp vermek yönetmen-senarist ikilisinin en önemli özelliği. Buradan da bizi dostlukla, yöresel bir aksanla yüzleştirme hamlesi manidar. Adeta bu durum karşısında fazlasıyla bölgenin iç piyasasına dair söylenenlere de kulak asmak durumunda kalıyoruz.
MODERN HUCKLEBERRY FINN ÖYKÜSÜ HEM GÜLDÜRÜYOR HEM AĞLATIYOR
Film, başarılı bir dostluk dramedisi ya da dostluk dramatik macera-komedisi olarak beliriyor. Hiçbir şeyi sömürmeden ve anlamsız doğa görüntülerine boğulmadan, dengeli ve kolay anlaşılır ilerleyerek seyirciye kucak açıyor.
‘Peanut Butter Falcon’ adını almasıyla birlikte işin fantastik, southern gothic, komedi, dram ile spor filmi arasında gidip geldiği, ama bunların getirdiği melez damarın bir macera filmine bağlandığı görülüyor. Görüntü yönetmeni Nigel Bluck, filmin çıtasını yükseltmiyor. İdare eden ana isim olarak beliriyor. Ama el-omuz kamerası keskinliğini natüralizmle de harmanlayarak bu modern Mark Twain öyküsüne eşlik edebiliyor.
Film, başarılı bir dostluk dramedisi ya da dostluk dramatik macera-komedisi olarak beliriyor. Hiçbir şeyi sömürmeden ve anlamsız doğa görüntülerine boğulmadan, dengeli ve kolay anlaşılır ilerleyerek seyirciye kucak açıyor.
‘Peanut Butter Falcon’ adını almasıyla birlikte işin fantastik, southern gothic, komedi, dram ile spor filmi arasında gidip geldiği, ama bunların getirdiği melez damarın bir macera filmine bağlandığı görülüyor. Görüntü yönetmeni Nigel Bluck, filmin çıtasını yükseltmiyor. İdare eden ana isim olarak beliriyor. Ama el-omuz kamerası keskinliğini natüralizmle de harmanlayarak bu modern Mark Twain öyküsüne eşlik edebiliyor.
'ODA': OLGA KURYLENKO'DAN HITCHCOCK-POLANSKI KARAKTERİ OLUR MU?
FİLMİN NOTU: 4.9
|
2006’da başarılı hareket yakalama animasyonu “Rönesans” ile sinemaya giren Christian Volckman’ın kurmacada korku denemesi… “Oda”, King’in “1408”yle akrabalık kuran bir film. Ama Hitchcock ve Polanski gibi diken üstünde tutmayı beceremiyor. Bir yere kadar idare etse de yönetmenin animasyona yeniden dönmesi gerektiğini duyuruyor. Film sinemalarda izlenebilir.
ANİMASYONDA KALMASI DAHA İYİ OLURMUŞ
‘Lanetli oda’ motifi filme konu olmaktan ziyade ‘perili ev filmi’nin alt-hikayesi olarak canlanmıştır genelde. Misal ‘The Haunting of Hill House’dan uyarlanan “Perili Ev” (“The Haunting”, 1963) karakterlerin her odada kendi kabuslarını görmesiyle birlikte aslında kişisel bir çatışmaya uzanmıştır. Bu kaynak günümüzde Netflix piyasasına da bir dizi ile uyarlandı. King’in 1999’da yazdığı kısa hikayesi ‘1408’, düzgün çekilmiş ama o kadar da tatmin etmeyen bir 2007 tarihli uyarlamaya kavuşmuştu.
2006’da “Renaissance” gibi “Günah Şehri”nin (“Sin City”, 2006) başarılı bir siyah-beyaz hareket yakalama animasyonu ardılına imza atan Christian Volckman, bu kez kurmacaya el atıyor. Sanki çok üzerine uğraştığı Fransa-Belçika-Lüksemburg ortak yapımı bir yapıtla bize selamlıyor. Sabrine B. Karine, Eric Forestier, Gaia Guasti, Vincent Ravalec de onun yanında ortak senaristler olarak devreye sokuluyorlar.
B-SINIF AKSİYON YILDIZINDAN DRAMATİK KARAKTER ÇIKMAZ
Açıkçası Kate ile Mara’nın Westminster’da satın aldığı evin lanetli odasına dair bir şeyler peşinde bir film. Aslında hamilelik üzerine söyledikleriyle “Rosemary’nin Bebeği”ni (“Rosemary’s Baby”, 1968), “Tiksinti”yi (“Repulsion”, 1965) akla getirebiliyor. Ama esasen atmosfer duygusunda Stephen King’in kalemi ile Hitchcock’un suspens duygusu devreye giriyor.
Kurylenko hem bebek doğuramama kabusunu değerlendirecek bir anne, hem de ‘female gothic’te merkeze yerleşen bir karakter olma derdinde. Ama bunlardan birinin bile yarısını yapabilecek becerisi yokken ‘aksiyon yıldızı’ olarak fena halde tökezliyor. Ondan ne Mia Farrow ne de Catherine Deneuve yaratmak mümkün. Hatta “Rebecca”daki (1941) Joan Fontaine’in yeteneğini 40 yaşını geçince kazanma ihtimali de gözükmüyor. Bunun ötesinde ‘çocuk sahibi olma korkusu’ açısından “Aç Kalpler” (“Hungry Hearts”, 2014) ve “Grace”deki (2009) görsel iddia da yok.
Film, senaryosunun sırları aralandıkça aslında daha da az çekici hale geliyor. “Oda”nın sırlarının aralanmasıyla farklı yaşlardaki üvey evlat Shane’in aileyle ilişkisi, Polanski ve Hitchcock tekinsizliğiyle yansımıyor. Aksine öteki boyuta geçiş ‘Narnia Günlükleri’ kadar iddialı paralel evren efektlerini canlandırmaya soyunuyor. Özgün bir gizem yaratma hedefiyle ‘female gothic film’ ile ‘kozmik korku filmi’ arasında gidip gelirken ‘peri masalı filmi’ne ‘uçurum’ niyetine sürüklenmek de kaçınılmaz bir sonuç gibi!
SON 30 DAKİKADA KONTROLDEN ÇIKIYOR
Bu durum Kurylenko’nun yanında Kevin Janssen’in de defosunun ortaya çıkmasını sağlıyor. “Oda”nın ciddi bir senaryo problemi var. Ama bir noktaya kadar renk filtrelerinden kurgusuna kadar yatak hayatını, tutkuyu kabuslarla çatışmaya sokmada bir beceri gösteriyor. Ama özellikle sonuç bölümünde, üçüncü düzlükte irtifa kaybediyor. “1408”in kendini tekrar etme sorunu akla geliyor. Son noktanın ise ‘sürpriz’ arzusu yok artık dedirtiyor.
‘Perili ev filmi’ üzerinden sayısız eser izledik. Ama günümüzde o alt türü, ‘female gothic film’e de başka alt türlere de sokma arzusu çok ilerlemiyor. Aksine zorlama duruyor. O alanda da 2010’larda gördüğümüz “Woodshock” (2017), “Karabasan” (“The Babadook”, 2014), “Koğuş” (“The Ward”, 2010) kadar işleme şansı asla yok “Oda”nın. Aksine kendi alt türüne birazcık ‘kozmik korku’ ile bağ kurarak klişe bir şekilde saplanıyor. Volckman’ın animasyonu ile anılması daha doğru olurdu.
ANİMASYONDA KALMASI DAHA İYİ OLURMUŞ
‘Lanetli oda’ motifi filme konu olmaktan ziyade ‘perili ev filmi’nin alt-hikayesi olarak canlanmıştır genelde. Misal ‘The Haunting of Hill House’dan uyarlanan “Perili Ev” (“The Haunting”, 1963) karakterlerin her odada kendi kabuslarını görmesiyle birlikte aslında kişisel bir çatışmaya uzanmıştır. Bu kaynak günümüzde Netflix piyasasına da bir dizi ile uyarlandı. King’in 1999’da yazdığı kısa hikayesi ‘1408’, düzgün çekilmiş ama o kadar da tatmin etmeyen bir 2007 tarihli uyarlamaya kavuşmuştu.
2006’da “Renaissance” gibi “Günah Şehri”nin (“Sin City”, 2006) başarılı bir siyah-beyaz hareket yakalama animasyonu ardılına imza atan Christian Volckman, bu kez kurmacaya el atıyor. Sanki çok üzerine uğraştığı Fransa-Belçika-Lüksemburg ortak yapımı bir yapıtla bize selamlıyor. Sabrine B. Karine, Eric Forestier, Gaia Guasti, Vincent Ravalec de onun yanında ortak senaristler olarak devreye sokuluyorlar.
B-SINIF AKSİYON YILDIZINDAN DRAMATİK KARAKTER ÇIKMAZ
Açıkçası Kate ile Mara’nın Westminster’da satın aldığı evin lanetli odasına dair bir şeyler peşinde bir film. Aslında hamilelik üzerine söyledikleriyle “Rosemary’nin Bebeği”ni (“Rosemary’s Baby”, 1968), “Tiksinti”yi (“Repulsion”, 1965) akla getirebiliyor. Ama esasen atmosfer duygusunda Stephen King’in kalemi ile Hitchcock’un suspens duygusu devreye giriyor.
Kurylenko hem bebek doğuramama kabusunu değerlendirecek bir anne, hem de ‘female gothic’te merkeze yerleşen bir karakter olma derdinde. Ama bunlardan birinin bile yarısını yapabilecek becerisi yokken ‘aksiyon yıldızı’ olarak fena halde tökezliyor. Ondan ne Mia Farrow ne de Catherine Deneuve yaratmak mümkün. Hatta “Rebecca”daki (1941) Joan Fontaine’in yeteneğini 40 yaşını geçince kazanma ihtimali de gözükmüyor. Bunun ötesinde ‘çocuk sahibi olma korkusu’ açısından “Aç Kalpler” (“Hungry Hearts”, 2014) ve “Grace”deki (2009) görsel iddia da yok.
Film, senaryosunun sırları aralandıkça aslında daha da az çekici hale geliyor. “Oda”nın sırlarının aralanmasıyla farklı yaşlardaki üvey evlat Shane’in aileyle ilişkisi, Polanski ve Hitchcock tekinsizliğiyle yansımıyor. Aksine öteki boyuta geçiş ‘Narnia Günlükleri’ kadar iddialı paralel evren efektlerini canlandırmaya soyunuyor. Özgün bir gizem yaratma hedefiyle ‘female gothic film’ ile ‘kozmik korku filmi’ arasında gidip gelirken ‘peri masalı filmi’ne ‘uçurum’ niyetine sürüklenmek de kaçınılmaz bir sonuç gibi!
SON 30 DAKİKADA KONTROLDEN ÇIKIYOR
Bu durum Kurylenko’nun yanında Kevin Janssen’in de defosunun ortaya çıkmasını sağlıyor. “Oda”nın ciddi bir senaryo problemi var. Ama bir noktaya kadar renk filtrelerinden kurgusuna kadar yatak hayatını, tutkuyu kabuslarla çatışmaya sokmada bir beceri gösteriyor. Ama özellikle sonuç bölümünde, üçüncü düzlükte irtifa kaybediyor. “1408”in kendini tekrar etme sorunu akla geliyor. Son noktanın ise ‘sürpriz’ arzusu yok artık dedirtiyor.
‘Perili ev filmi’ üzerinden sayısız eser izledik. Ama günümüzde o alt türü, ‘female gothic film’e de başka alt türlere de sokma arzusu çok ilerlemiyor. Aksine zorlama duruyor. O alanda da 2010’larda gördüğümüz “Woodshock” (2017), “Karabasan” (“The Babadook”, 2014), “Koğuş” (“The Ward”, 2010) kadar işleme şansı asla yok “Oda”nın. Aksine kendi alt türüne birazcık ‘kozmik korku’ ile bağ kurarak klişe bir şekilde saplanıyor. Volckman’ın animasyonu ile anılması daha doğru olurdu.
'CHEMICAL HEARTS': YARALI BİR GENÇ YETİŞKİN AŞKI
FİLMİN NOTU: 4
|
Z kuşağının Linklater’ı olma hedefiyle yola çıkan Richard Tanne, ikinci uzununda ‘kimyasal kalpler’i keşfe çıkıyor. Bir genç yetişkin edebiyatı ürününden uyarlanan ‘yaralı ergen aşkı filmi’, Audiard’ın “Pas ve Kemik”inin kardeşi gibi duruyor. Ama “Chemical Hearts”, android kuşağının çok da aşina olmadığı bir romans sunamıyor. Film, Prime Video'da izlenebilir.
TEKNOLOJİYE EL ATMADAN SAMİMİYETE YÜKLENMELİYMİŞ
Richard Tanne 2016’da Obama’nın gençlik yıllarını ele almıştı. Orada Parker Sawyers ile Tika Sumpter’ın can verdiği 20’lerinin sonundaki iki bireyin aşkı, samimi bir Linklater damarı sözü vermişti. Film, Chicago’nun belli bir bölgesine hakimiyetiyle dikkat çekmişti. “Gün Doğmadan”ı (“Before Sunrise”, 1995) Afro-Amerikan sinemasına uyarlamıştı. 1989 yılından ise bir X kuşağı yorumuna da kaymıştı. Orada Patrick Scola’nın açıları ise görsel anlamda en azından bir tutarlılık getirirken kurguyla uyumlu bir dil oluşturmuştu.
2020 geldiğinde yönetmen Krystal Sutherland’in ‘Our Chemical Hearts’ adlı 2016 tarihli romanından uyarlanan, yine çok tanınmayan oyuncuların rol aldığı bir aşk hikayesine bakıyor. Henry (Austin Abrams), herkesin ‘kimyasal bir kalbi’ olduğundan bahsederek aslında romantizmin teknolojiyle ilişkisini sorguluyor. Ancak o damardan gidip “Lilly Chou Hakkında Her Şey” (“Riri Shushu No Subete”, 2001), “Senin Adın” (“Kimi No Na Wa.”, 2016) gibi internet estetiğini canlandıran teknolojik Japon filmleriyle akrabalık kurmuyor.
‘ESTETİK ÇİZİM’ ‘ULTRASON ANİMASYONU’ ETKİSİ YARATMAKLA KALIYOR
Aksine anlatının göbeğine sanki el çizimi resimlerin yapıştırıldığı, ama bunun kalp niyetine tasarlandığı bir çeşit şema izliyoruz. Bu ‘estetik ameliyat’ kıvamındaki tasarımın izinde ise Lili Reinhart’ın Grace Town’ının, bacağı sakat karakterin ilk seks deneyimine, bekaret bozmaya uzanan bir yaklaşım duyuruluyor. Bu kez San Francisco’yu mesken tutan, lineer akan bir aşk hikayesi izliyoruz. Ama o dönemin X kuşağı yerine Z kuşağı geliyor.
Henry’nin varoluşsal yolculuğunda ise android yıllarıyla araya giren teknolojik aygıt filmin dokusuna transfer ediliyor. Fakat bu dokunuş biraz gösterişli hale getirilmiş ‘ultrason animasyonu’ndan farksız bir süreç getiriyor. İşin içine kimyevi bir şeyler girince ‘asit tribi’ne kadar uzanmak herhangi bir adım atılmıyor. Hatta internetle ilişkinin sadece Google araştırmasıyla sınırlı kalması da 2000’lerin başından bir karakter izlenimi verebiliyor. Bunun yanında burada ilk film kadar iyi bir görüntü yönetmeni yok. Albert Salas bu konuda destek vermemiş. “Chemical Hearts” (2020), JC Bond’un kurgusuyla ayakta kalmaya çalışıyor.
‘PAS VE KEMİK’İN KARDEŞİ
Daha ziyade ‘yaralı kalplerin aşkı’ olarak duruyor. Bu da ‘hassas yürekler için Crash’ olarak konumlanan “Pas ve Kemik”le (“De Rouille et D’os”, 2012) kardeşlik ilişkisi getiriyor. Okullarında ötekileştirilen ikilinin birinin kalbinden, diğerinin bacağından sorunlu olduğu çok açık. Bu durum da “Chemical Hearts”ın “Çarpışma” (“Crash”, 1996) kadar iddialı bir ilişki filmi başyapıtı servis etmesini engelliyor. Reihart, oradaki Rosanna Arquette’in bacağı yaralı Gabrielle’ini örnek alıyor. Ama J. G. Ballard romanının getirdiği ‘bedensel korku’ damarlı ‘demir ile cinselliği bir araya getirme’ ufuk açıcılığı asla canlanmıyor.
Henry ile Grace arasındaki ilişkinin sanki devamı gelecek bir genç yetişkin romansı olarak planlandığı çok açık. Yönetmenin aşk hikayelerine Linklater etkisiyle yaklaştığı ve anların, günlerin üzerinden bir gerçekçilik planladığı çok açık. Burada da “Pas ve Kemik”i Linklater çekmiş izlenimi bırakan bir ‘kısıt zaman dilimine odaklanma’ arzusu var.
LILI REINHART’I PARLATABİLİR
Ama bu durum görsel açıdan desteklenmiyor. Başroldeki Austin Abrahams ise içses özgüvenine karşın sahicilik problemi çekebiliyor. Yönetmen Tanne, filmlerini bilinmeyen oyuncular üzerine kuruyor. Burada en azından aile bireyleri daha profesyonellere emanet edilebilirmiş.
“Chemical Hearts”, yaralı aşk için yola çıkmasına karşın yarı yolda kalıyor. İsim benzerliğinden gidersek Romen Yeni Dalgası’nın yenilikçi figürü Radu Jude’nin “Yaralı Kalpler” (“Inimi Cicatrizate”, 2016) cinliğinin seviyesine gelemiyor. Linklater aşkının mağduru oluyor. Genç yetişkin edebiyatı uyarlamaları arasında ise Abrams'ın da rol aldığı aşk filmi "Kağıttan Kentler"in ("Paper Towns", 2015) entelektüel yaklaşımını aratıyor. Film, birinin önünü açacaksa o kişi Lili Reinhart olur. Bacağı kesik tiplemeyi feminist bir portreleme gücüyle kendi dünyasında inandırıcı canlandırıyor. Onun yürütücü yapımcı koltuğunda oturması ise şaşırtmıyor.