USTALAR: STEVEN SPIELBERG
5/07/2010 - Habertürk |
Yedinci sanatın ilk döneminde B filmlerinde gördüğümüz şeyleri A sınıfına transfer etme atılımını başlatan ve bunu popüler sinema geleneğinin içine dahil etmesiyle tanınan bir yönetmen. Steven Spielberg, Amerikan klasik sinemasının en önemli hikaye anlatıcılarından biridir. Sayısız Oscar adaylığına ulaşması da bu sözünü ettiğimiz eserlerinin arasına sıkıştırdığı, dünya meselelerini sorgulayan ‘dram’ları ile mümkün olmuştur. CGI teknolojisinin mimarı olarak da bilinen, DreamWorks şirketinin kurucusu Spielberg, günümüzün gelişen tür sinemasının öncüleri arasındadır.
Herhalde herkesin hayali olan yönetmenlik duruşuna sahip o. Çünkü hem ticari film çekip para kazanma, hem de ciddi film üretip Oscar adayı olma şansına erişebiliyor. Her iki alanda verdiği ürünlerin de ayrı ayrı önemsenmesi gerek kanımca. Zaten onun duruşunu da açıkça belli ediyor bunlar...
AMACI B FİLMLERİNDE GÖRDÜKLERİMİZİ A SINIFINA TRANSFER ETMEKTİ
Aslında o 60’ların sonunda ‘sinemayı yenileyeceğiz’ duruşuyla piyasaya giren üç sakallı yönetmenle beraber anılmasına karşın, esaslı çıkışını biraz da yaş haddi sebebiyle o yıllarda yapmadı. Zira Scorsese’den dört, Coppola’dan ise yedi yaş küçüktü. Onlar başyapıtlar üretirken, Spielberg sinemayı öğrenmekle ve TV filmleri çekmekle uğraşıyordu. Bunun devamında da “Denizin Dişleri” (“Jaws”, 1975) ve “Tehlike ilişkiler” (“Close Encounters of the Third Kind”, 1977) gibi fantastik durduğu için gerektiği kadar önemsenmeyen eserler üretti. Ancak bunlar aslında onun kariyerindeki duruşunu belli edecekti.
Öyle ki yönetmenin esas amacı ‘yaramaz bir çocuk’ kisvesi altında 40’lar, 50’ler, 60’lar Amerikan sinemasında gördüğümüz ‘ucuz şeyleri’, daha doğrusu B filmlerini A sınıfına transfer etmekti. Bunu sonradan Peter Jackson’ın da ‘Yüzüklerin Efendisi’ serisi ile yaptığı görülebiliyor. Ancak onun o zamanlar böylesi bir cesaret göstermesi ilk başta önemsenmemesine yol açtı. Çünkü bu ‘çılgınca’ bir şeydi!
BLOCKBUSTER YARATMANIN BÜTÜN NUMARALARINI KULLANIYORDU
Tabii böyle bir atılım yapmasının yanında sürekli sıradan bir insanı, standart, çizgileri cetvelle çizilmiş bir kahraman prototipini merkeze yerleştirip bu dünyayı onun gözünden anlatmayı tercih ediyordu yönetmen. Böylece yanına bir de ‘özdeşleşilecek’ karakter gücünü alıyordu. Zaten sinema sözlüklerinde katharsis adıyla anılan bu terim de ticari sinema ürünlerinin tutturması ve kendine izleyici çekmesi için en önemli metottur. O da zaten sıradan, masum ve maceracı bir kişinin gözünden kuruyordu hikayesini sürekli.
Bunun yanında komedi, aşk, macera gibi türleri de işin içine katıp katıksız bir blockbuster üretmek için kolları sıvıyordu. Böylece herhangi bir kitlenin dahi onun filmlerine ilgisiz kalması imkansız hale geliyordu.
Ancak bu ticari yolları bir kenara bırakınca onun sinemasını genel anlamda bir çocukluk fantezisi olarak görmek mümkün. B sınıfını A tipinin içine geçirmesiyle çığır açması ise sinemanın gidişatı açısından önemli bir atılıma yol açtı. Ama tabii Sam Peckinpah, Quentin Tarantino, Peter Jackson gibi yönetmenler kanımca ondan daha devrimci oldular bu konuda. Spielberg sadece bu anlayışı tetikleyen isimdi.
KİM KORKMAZ BİR KÖPEK BALIĞINDAN, YA DA KİM İSTEMEZ BİR UZAYLI İLE KARŞILAŞMAK?
1975 tarihli “Denizin Dişleri”, “King Kong” (1933) ile başlayan canavar filmi kavramını hayvanlar üzerine, gerçekçi bir şekilde yerleştirerek onun ‘görmeye korktuğumuz şeyler’ mantıklı sinemasının bir başlangıcıydı. Richard Dreyfuss’ın gözünden akması ve hayvan karşıtı olması dışında aslında o sürekli kitsch (bayağılık estetiği) halleriyle gördüğümüz hayvanlar ilk kez bu kadar gerçekçi bir şekle sokuluyordu. Film de aslında tamı tamına bu açıdan önem arz ediyordu.
Tabii ‘deniz korkusu’nu başlatması da ne kadar realist şeylerin peşinde koştuğunu kanıtlıyordu. Bunun yanında filmin Hitchcock’un sinemaya “Ölüm Korkusu”yla (“Vertigo”, 1950) giren kamerayı iterken zoom out yapma tekniğini bir sahnede kullanması da, sözünü ettiğimiz numaranın Yeni Hollywood’a transfer olmasını sağlıyordu.
Dokunabileceğimiz gerçekçi şeyler peşinde koştuğunu 1977 yılında çektiği “Tehlikeli İlişkiler”de de devreye sokuyordu yönetmen. O güne kadar görsek de bir türlü hissedemediğimiz uzaylı kavramını efekt teknolojisiyle son derece hissedilebilir hale getiriyordu Spielberg. Tabii işin içine müzik ve ışık cümbüşü sokması da aslında bu etkileyiciliğin bir taraftan da yüreklere seslenmesini sağlıyordu. Elbette yine Richard Dreyfuss’ın canlandırdığı özdeşleşilebilecek bir karakter yoluyla...
UZAYLI OLUNCA İLLA DOST MU OLACAK?
Zaten bu filmin de en önemli taktiği sözünü ettiğimiz A sınıf efektleri, insan ruhunun derinliklerine sızacak kadar gerçek hale getirmesiydi. Tabii buradaki ‘dost uzaylı’ tanımlı uzaylı istilası filmi mantığını Spielberg, 1982’de de devreye sokuyordu.
“E.T.”, bu durumu biraz da Disney filmlerini andırır şekilde aile filmlerinin yapısına yaklaştırıyordu. Şeker mi şeker, büyük kafalı ‘uzaylı’ karakteriyle birçok filmin de yolunu açıyordu. Zaten Spielberg’ün o ‘izleyiciyi duygusal olarak içime alacağım’ mantığının bir başka ürünüydü bu tercih.
Tabii yönetmenin 2005’de çektiği birebir yeniden çevrim “Dünyalar Savaşı” (“War of the Worlds”) da, bu çocukluk düşlerini gerçekleştirebilecek üçüncü eser idi. Öyle ki üç kafalı uzay gemilerini (tripod) 80’lerde efektlerle canlandırmak kolay değildi.
İKİNCİ DÖNEMİNDE POLİTİK SÖYLEM ÖNE ÇIKTI
Bu sebeple de Spielberg, bu uzaylı istilası filmini daha profesyonel çekmek için 2000’leri beklemişti. Yani bu sefer rüyasını gerçekleştirmek için sabretmişti. Böylece aslında ‘duygusallaşacak karakterler yaratma’ geleneğinin yani ilk döneminin mantığının biraz da rafa kalktığını kanıtlıyordu yönetmen.
Zaten “Dünyanın Durduğu Gün” (“The Day The Earth Stood Still”, 1944) de uzaylıyı ‘dost canlısı’ bir hale sokuyordu insanların arasında. Yani bu durumda bir yanlışlık ve yenilik yoktu. Bu sebeple geri çekilmesi de bir şey kaybettirmedi Spielberg’e.
Tabii bir not olarak bu anlayışın burada ‘korumacı aile babası’ tiplemesiyle muhafazakar bir politik duruş izlediği görülebiliyordu. Böylece Spielberg’ün ilk dönemi ile son dönemi arasındaki yaş farkı da ortaya çıkıyordu.
UCUZ ŞEYLERİ PROFESYONELCE CANLANDIRMA MANTIĞI İKİ FENOMEN ÜRETTİ
Tabii B filminin kalıplarını ‘gerçek bir doku’ya transfer etme güdüsünün en somut iki örneği ‘Indiana Jones’ ve ‘Jurassic Park’ serileri oldu. Her ikisi de dörder filmlik serilere dönüşerek kısa zamanda birer fenomen haline geldiler. İlkinde alışıldık macera filmlerinin o ırkçı ve kitsch duran atmosferlerini A sınıfına transfer ediyordu yönetmen. Böylece yeni nesle uygun bir blockbuster kahramanı çıkarıyordu karşımıza. Özellikle ikinci ‘Indiana Jones’ filminin oyunlu bir B filmi gibi ilerlemesi de önemliydi.
1993’de gelen “Jurassic Park” ise Disneyland edasıyla yaratılmış bir parkta yine gerçek dinozorlarla yakından munasebet kurmamızı sağlıyordu. O zamanlar bu bir hayaldi. Ancak CGI teknolojisini ilk kez kullanan Spielberg, bunu başarıyordu. Böylece B filmlerinin o kitsch yaratıkları canlanmış oluyordu adeta.
Uzun lafın kısası 1933’de ilk kez Spielberg’in belli ki çok sevdiği ama izleyince ‘daha profesyonelini yaparım ben!’ diye hayıflandığı “King Kong”ta gördüğümüz dinozorlar, capcanlı karşımıza dikiliyordu! Zaten ikinci Jurassic Park filmi “Kayıp Dünya” (“The Lost World: Jurassic Park”, 1997) da tepeden tırnağa “King Kong” göndermesi kokan bir hikayeye sahip idi.
POLİTİK SİNEMANIN DA EN İYİ HİKAYE ANLATICILARI ARASINDA
Tabii sinemanın B sınıfı mantığını A tipine transfer ederek birçok filmi etkilemesi bir tarafa, yönetmen Hollywood’un ve tüm dünyanın ‘ciddi projeler’ olarak gördüğü, Oscar yarışına giren politik damarı güçlü eserler de çekti. Bunlar “Mor Yıllar” (“Color of Purple”, 1985), “Güneşin İmparatorluğu” (“Empire of the Sun”, 1987), “Schindler’in Listesi” (“Schindler’s List”, 1993), “Amistad” (1997), “Er Ryan’ı Kurtarmak” (“Saving Private Ryan”, 1998), ve “Münih” (“Munich”, 2005) idi.
Aslında bu eserlere bakınca savaş draması, savaş filmi, politik-dram, casusluk gerilimi gibi farklı türlere el attığı gözüküyor Spielberg. Bunun da ‘her alanda film çektim’ egosunu kalkındırdığı söylenebilir. Zira kendisi çok egosantrik ve ben merkezli bir insandır özel hayatında.
Ancak bunları çekerken kanımca yönetmenin esas amacı sinemada ele alınması gereken dönemleri kurmaca bir iskeletle sinemalaştırmaktı. Bu konuda türlerle ilgilenmekten ziyade biraz da sosyal sorumluluk hissediyordu üzerinde. Öyle ki hem çektiği filmlerin ciddiyetle karşılanmaması sayesinde eleştirilere tabi tutuluyordu, hem de içindeki Oscar hırsını tatmin etmek zorundaydı. Ama bunları üretirkenki hareketi ‘hikaye anlatıcı yönetmenlik kimliği’ ile her şeyi yapabileceğini göstermekti. Tabii bir diğer taraftan da sinemanın gelişen gramerine ayak uydurduğu her filminde daha iyi hissedilebiliyordu.
LİBERAL BAKIŞI BÜTÜN FİLMLERİNE SİNİP SORU İŞARETİ BIRAKMIŞTIR
Genelde 100 milyon dolar civarındaki bütçeye sahip filmlerde 70’ler, 2. Dünya Savaşı, 1900’lar, Amerikan İç Savaşı, Normandiya çıkartması gibi dönemleri devreye sokup son derece sinemasal sonuçlar almayı becerdi. Tabii Spielberg, kimi kesimler tarafından gerçek bir liberal olmasıyla eleştirildi.
Aslında bu durum daha çok “Terminal”de (“The Terminal”, 2004) ayyuka çıkıyordu. Hem de yabancı bir karakteri, havaalanında sıkışan bir göçmeni ana dili gibi İngilizce konuşturup Amerikan duyarlılığına hapsolmasını sağlayarak... Tabii bu film başta olmak üzere eserlerinin bir diğer eleştirilen tarafı da blockbuster olma çabası sebebiyle politik görüşü suistimal etmeleri konusuydu. Bu sebeple de Spielberg, çocuk ruhlu görülmesine karşın tartışmaların insanı da oluyordu.
Filmlerinde Vilmond Zgismond’dan Jamuz Kaminski’ye uzanan usta görüntü yönetmenlerini özellikle de uzun dönemli bulundurmasıyla dikkat çekmişti Spielberg. “Bela” (“Duel”, 1971) adlı muhalif psikolojik-gerilimiyle birlikte sinemaya soktuğu ‘yolda masum insanı kovalayan şoförsüz bir tır’ formülün ve “Daima” (“Always”, 1989) ile devreye giren ‘eski aşkının hayatına dönen sevgili odaklı fantastik aşk filmi’ başta olmak üzere çaktırmadan önem arz eden eserler de üretti aralarda.
DREAMWORKS’Ü KURUNCA GENÇ YETENEK AVCISI OLDU
Tabii kariyerinde özellikle 81’de açtığı Amblin Entertainment’la sevdiği aynı kuşaktan yönetmenlere destek vermesi, 90’ların sonunda kurduğu DreamWorks ile birlikte ise genç yönemenler çıkartmaya başlaması önemliydi. Onun yapımcı kimliğine uygun bir kafası olduğunu ispatlıyordu. Bunun yanında yine 90’ların sonunda Stanley Kubrick’in ölmesiyle birlikte çektiği “Yapay Zeka” (“A.I.”, 2000) ile de tartışmalar açtı. Kubrick mükemmelliyetçiliğini tutturma çabasında sınıfta kaldığı konusunda eleştiriler aldı.
Genel anlamda bakınca şu an peşinde olduğu ‘Tintin’ projesinden, ‘Transformers’ın yapımcılığı yapmasına kadar uzanan ‘çocuk hayallerini A sınıfına transfer etme’ güdüsünün hep zihnini kurcaladığına tanıklık etmek mümkün. Bunun sonucunda Spielberg’ün sinemada önemli devrimler yaptığını söyleyebiliriz.
STEVEN SPIELBERG'İN EN İYİ 5 FİLMİ
1-Jurassic Park (1993)
2-Güneş İmparatorluğu (Empire of the Sun) (1987)
3-Schindler’in Listesi (Schindler’s List) (1993)
4-Munih (Munich) (2005)
5-Bela (Duel) (1971)
Herhalde herkesin hayali olan yönetmenlik duruşuna sahip o. Çünkü hem ticari film çekip para kazanma, hem de ciddi film üretip Oscar adayı olma şansına erişebiliyor. Her iki alanda verdiği ürünlerin de ayrı ayrı önemsenmesi gerek kanımca. Zaten onun duruşunu da açıkça belli ediyor bunlar...
AMACI B FİLMLERİNDE GÖRDÜKLERİMİZİ A SINIFINA TRANSFER ETMEKTİ
Aslında o 60’ların sonunda ‘sinemayı yenileyeceğiz’ duruşuyla piyasaya giren üç sakallı yönetmenle beraber anılmasına karşın, esaslı çıkışını biraz da yaş haddi sebebiyle o yıllarda yapmadı. Zira Scorsese’den dört, Coppola’dan ise yedi yaş küçüktü. Onlar başyapıtlar üretirken, Spielberg sinemayı öğrenmekle ve TV filmleri çekmekle uğraşıyordu. Bunun devamında da “Denizin Dişleri” (“Jaws”, 1975) ve “Tehlike ilişkiler” (“Close Encounters of the Third Kind”, 1977) gibi fantastik durduğu için gerektiği kadar önemsenmeyen eserler üretti. Ancak bunlar aslında onun kariyerindeki duruşunu belli edecekti.
Öyle ki yönetmenin esas amacı ‘yaramaz bir çocuk’ kisvesi altında 40’lar, 50’ler, 60’lar Amerikan sinemasında gördüğümüz ‘ucuz şeyleri’, daha doğrusu B filmlerini A sınıfına transfer etmekti. Bunu sonradan Peter Jackson’ın da ‘Yüzüklerin Efendisi’ serisi ile yaptığı görülebiliyor. Ancak onun o zamanlar böylesi bir cesaret göstermesi ilk başta önemsenmemesine yol açtı. Çünkü bu ‘çılgınca’ bir şeydi!
BLOCKBUSTER YARATMANIN BÜTÜN NUMARALARINI KULLANIYORDU
Tabii böyle bir atılım yapmasının yanında sürekli sıradan bir insanı, standart, çizgileri cetvelle çizilmiş bir kahraman prototipini merkeze yerleştirip bu dünyayı onun gözünden anlatmayı tercih ediyordu yönetmen. Böylece yanına bir de ‘özdeşleşilecek’ karakter gücünü alıyordu. Zaten sinema sözlüklerinde katharsis adıyla anılan bu terim de ticari sinema ürünlerinin tutturması ve kendine izleyici çekmesi için en önemli metottur. O da zaten sıradan, masum ve maceracı bir kişinin gözünden kuruyordu hikayesini sürekli.
Bunun yanında komedi, aşk, macera gibi türleri de işin içine katıp katıksız bir blockbuster üretmek için kolları sıvıyordu. Böylece herhangi bir kitlenin dahi onun filmlerine ilgisiz kalması imkansız hale geliyordu.
Ancak bu ticari yolları bir kenara bırakınca onun sinemasını genel anlamda bir çocukluk fantezisi olarak görmek mümkün. B sınıfını A tipinin içine geçirmesiyle çığır açması ise sinemanın gidişatı açısından önemli bir atılıma yol açtı. Ama tabii Sam Peckinpah, Quentin Tarantino, Peter Jackson gibi yönetmenler kanımca ondan daha devrimci oldular bu konuda. Spielberg sadece bu anlayışı tetikleyen isimdi.
KİM KORKMAZ BİR KÖPEK BALIĞINDAN, YA DA KİM İSTEMEZ BİR UZAYLI İLE KARŞILAŞMAK?
1975 tarihli “Denizin Dişleri”, “King Kong” (1933) ile başlayan canavar filmi kavramını hayvanlar üzerine, gerçekçi bir şekilde yerleştirerek onun ‘görmeye korktuğumuz şeyler’ mantıklı sinemasının bir başlangıcıydı. Richard Dreyfuss’ın gözünden akması ve hayvan karşıtı olması dışında aslında o sürekli kitsch (bayağılık estetiği) halleriyle gördüğümüz hayvanlar ilk kez bu kadar gerçekçi bir şekle sokuluyordu. Film de aslında tamı tamına bu açıdan önem arz ediyordu.
Tabii ‘deniz korkusu’nu başlatması da ne kadar realist şeylerin peşinde koştuğunu kanıtlıyordu. Bunun yanında filmin Hitchcock’un sinemaya “Ölüm Korkusu”yla (“Vertigo”, 1950) giren kamerayı iterken zoom out yapma tekniğini bir sahnede kullanması da, sözünü ettiğimiz numaranın Yeni Hollywood’a transfer olmasını sağlıyordu.
Dokunabileceğimiz gerçekçi şeyler peşinde koştuğunu 1977 yılında çektiği “Tehlikeli İlişkiler”de de devreye sokuyordu yönetmen. O güne kadar görsek de bir türlü hissedemediğimiz uzaylı kavramını efekt teknolojisiyle son derece hissedilebilir hale getiriyordu Spielberg. Tabii işin içine müzik ve ışık cümbüşü sokması da aslında bu etkileyiciliğin bir taraftan da yüreklere seslenmesini sağlıyordu. Elbette yine Richard Dreyfuss’ın canlandırdığı özdeşleşilebilecek bir karakter yoluyla...
UZAYLI OLUNCA İLLA DOST MU OLACAK?
Zaten bu filmin de en önemli taktiği sözünü ettiğimiz A sınıf efektleri, insan ruhunun derinliklerine sızacak kadar gerçek hale getirmesiydi. Tabii buradaki ‘dost uzaylı’ tanımlı uzaylı istilası filmi mantığını Spielberg, 1982’de de devreye sokuyordu.
“E.T.”, bu durumu biraz da Disney filmlerini andırır şekilde aile filmlerinin yapısına yaklaştırıyordu. Şeker mi şeker, büyük kafalı ‘uzaylı’ karakteriyle birçok filmin de yolunu açıyordu. Zaten Spielberg’ün o ‘izleyiciyi duygusal olarak içime alacağım’ mantığının bir başka ürünüydü bu tercih.
Tabii yönetmenin 2005’de çektiği birebir yeniden çevrim “Dünyalar Savaşı” (“War of the Worlds”) da, bu çocukluk düşlerini gerçekleştirebilecek üçüncü eser idi. Öyle ki üç kafalı uzay gemilerini (tripod) 80’lerde efektlerle canlandırmak kolay değildi.
İKİNCİ DÖNEMİNDE POLİTİK SÖYLEM ÖNE ÇIKTI
Bu sebeple de Spielberg, bu uzaylı istilası filmini daha profesyonel çekmek için 2000’leri beklemişti. Yani bu sefer rüyasını gerçekleştirmek için sabretmişti. Böylece aslında ‘duygusallaşacak karakterler yaratma’ geleneğinin yani ilk döneminin mantığının biraz da rafa kalktığını kanıtlıyordu yönetmen.
Zaten “Dünyanın Durduğu Gün” (“The Day The Earth Stood Still”, 1944) de uzaylıyı ‘dost canlısı’ bir hale sokuyordu insanların arasında. Yani bu durumda bir yanlışlık ve yenilik yoktu. Bu sebeple geri çekilmesi de bir şey kaybettirmedi Spielberg’e.
Tabii bir not olarak bu anlayışın burada ‘korumacı aile babası’ tiplemesiyle muhafazakar bir politik duruş izlediği görülebiliyordu. Böylece Spielberg’ün ilk dönemi ile son dönemi arasındaki yaş farkı da ortaya çıkıyordu.
UCUZ ŞEYLERİ PROFESYONELCE CANLANDIRMA MANTIĞI İKİ FENOMEN ÜRETTİ
Tabii B filminin kalıplarını ‘gerçek bir doku’ya transfer etme güdüsünün en somut iki örneği ‘Indiana Jones’ ve ‘Jurassic Park’ serileri oldu. Her ikisi de dörder filmlik serilere dönüşerek kısa zamanda birer fenomen haline geldiler. İlkinde alışıldık macera filmlerinin o ırkçı ve kitsch duran atmosferlerini A sınıfına transfer ediyordu yönetmen. Böylece yeni nesle uygun bir blockbuster kahramanı çıkarıyordu karşımıza. Özellikle ikinci ‘Indiana Jones’ filminin oyunlu bir B filmi gibi ilerlemesi de önemliydi.
1993’de gelen “Jurassic Park” ise Disneyland edasıyla yaratılmış bir parkta yine gerçek dinozorlarla yakından munasebet kurmamızı sağlıyordu. O zamanlar bu bir hayaldi. Ancak CGI teknolojisini ilk kez kullanan Spielberg, bunu başarıyordu. Böylece B filmlerinin o kitsch yaratıkları canlanmış oluyordu adeta.
Uzun lafın kısası 1933’de ilk kez Spielberg’in belli ki çok sevdiği ama izleyince ‘daha profesyonelini yaparım ben!’ diye hayıflandığı “King Kong”ta gördüğümüz dinozorlar, capcanlı karşımıza dikiliyordu! Zaten ikinci Jurassic Park filmi “Kayıp Dünya” (“The Lost World: Jurassic Park”, 1997) da tepeden tırnağa “King Kong” göndermesi kokan bir hikayeye sahip idi.
POLİTİK SİNEMANIN DA EN İYİ HİKAYE ANLATICILARI ARASINDA
Tabii sinemanın B sınıfı mantığını A tipine transfer ederek birçok filmi etkilemesi bir tarafa, yönetmen Hollywood’un ve tüm dünyanın ‘ciddi projeler’ olarak gördüğü, Oscar yarışına giren politik damarı güçlü eserler de çekti. Bunlar “Mor Yıllar” (“Color of Purple”, 1985), “Güneşin İmparatorluğu” (“Empire of the Sun”, 1987), “Schindler’in Listesi” (“Schindler’s List”, 1993), “Amistad” (1997), “Er Ryan’ı Kurtarmak” (“Saving Private Ryan”, 1998), ve “Münih” (“Munich”, 2005) idi.
Aslında bu eserlere bakınca savaş draması, savaş filmi, politik-dram, casusluk gerilimi gibi farklı türlere el attığı gözüküyor Spielberg. Bunun da ‘her alanda film çektim’ egosunu kalkındırdığı söylenebilir. Zira kendisi çok egosantrik ve ben merkezli bir insandır özel hayatında.
Ancak bunları çekerken kanımca yönetmenin esas amacı sinemada ele alınması gereken dönemleri kurmaca bir iskeletle sinemalaştırmaktı. Bu konuda türlerle ilgilenmekten ziyade biraz da sosyal sorumluluk hissediyordu üzerinde. Öyle ki hem çektiği filmlerin ciddiyetle karşılanmaması sayesinde eleştirilere tabi tutuluyordu, hem de içindeki Oscar hırsını tatmin etmek zorundaydı. Ama bunları üretirkenki hareketi ‘hikaye anlatıcı yönetmenlik kimliği’ ile her şeyi yapabileceğini göstermekti. Tabii bir diğer taraftan da sinemanın gelişen gramerine ayak uydurduğu her filminde daha iyi hissedilebiliyordu.
LİBERAL BAKIŞI BÜTÜN FİLMLERİNE SİNİP SORU İŞARETİ BIRAKMIŞTIR
Genelde 100 milyon dolar civarındaki bütçeye sahip filmlerde 70’ler, 2. Dünya Savaşı, 1900’lar, Amerikan İç Savaşı, Normandiya çıkartması gibi dönemleri devreye sokup son derece sinemasal sonuçlar almayı becerdi. Tabii Spielberg, kimi kesimler tarafından gerçek bir liberal olmasıyla eleştirildi.
Aslında bu durum daha çok “Terminal”de (“The Terminal”, 2004) ayyuka çıkıyordu. Hem de yabancı bir karakteri, havaalanında sıkışan bir göçmeni ana dili gibi İngilizce konuşturup Amerikan duyarlılığına hapsolmasını sağlayarak... Tabii bu film başta olmak üzere eserlerinin bir diğer eleştirilen tarafı da blockbuster olma çabası sebebiyle politik görüşü suistimal etmeleri konusuydu. Bu sebeple de Spielberg, çocuk ruhlu görülmesine karşın tartışmaların insanı da oluyordu.
Filmlerinde Vilmond Zgismond’dan Jamuz Kaminski’ye uzanan usta görüntü yönetmenlerini özellikle de uzun dönemli bulundurmasıyla dikkat çekmişti Spielberg. “Bela” (“Duel”, 1971) adlı muhalif psikolojik-gerilimiyle birlikte sinemaya soktuğu ‘yolda masum insanı kovalayan şoförsüz bir tır’ formülün ve “Daima” (“Always”, 1989) ile devreye giren ‘eski aşkının hayatına dönen sevgili odaklı fantastik aşk filmi’ başta olmak üzere çaktırmadan önem arz eden eserler de üretti aralarda.
DREAMWORKS’Ü KURUNCA GENÇ YETENEK AVCISI OLDU
Tabii kariyerinde özellikle 81’de açtığı Amblin Entertainment’la sevdiği aynı kuşaktan yönetmenlere destek vermesi, 90’ların sonunda kurduğu DreamWorks ile birlikte ise genç yönemenler çıkartmaya başlaması önemliydi. Onun yapımcı kimliğine uygun bir kafası olduğunu ispatlıyordu. Bunun yanında yine 90’ların sonunda Stanley Kubrick’in ölmesiyle birlikte çektiği “Yapay Zeka” (“A.I.”, 2000) ile de tartışmalar açtı. Kubrick mükemmelliyetçiliğini tutturma çabasında sınıfta kaldığı konusunda eleştiriler aldı.
Genel anlamda bakınca şu an peşinde olduğu ‘Tintin’ projesinden, ‘Transformers’ın yapımcılığı yapmasına kadar uzanan ‘çocuk hayallerini A sınıfına transfer etme’ güdüsünün hep zihnini kurcaladığına tanıklık etmek mümkün. Bunun sonucunda Spielberg’ün sinemada önemli devrimler yaptığını söyleyebiliriz.
STEVEN SPIELBERG'İN EN İYİ 5 FİLMİ
1-Jurassic Park (1993)
2-Güneş İmparatorluğu (Empire of the Sun) (1987)
3-Schindler’in Listesi (Schindler’s List) (1993)
4-Munih (Munich) (2005)
5-Bela (Duel) (1971)