BERLİNALE'DEN JÜRİ İZLENİMLERİ
21 Şubat 2017'de Gazete Habertürk'te yayımlanan yazının uzun versiyonudur.
9-19 Şubat arasında 67. kez düzenlenen Berlin Film Festivali’nin FIPRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu) Jürisi’ndeydim. Üç kadın yönetmeni ödüllendirdik: Ana Yarışma’da “On Body and Soul” ile Ildiko Enyedi, Panorama’da “Pendular” ile Julia Murat, Forum’da “A Feeling Greater Than Love” ile Mary Jirmanus Laba. Kapanış töreninde Festival direktörü Dieter Kosslick’in Türkiye’de gözaltına alınan Die Welt muhabiri Deniz Yücel’in arkasında olduklarını açıklaması elbette ilginç bir detaydı. Mesleğimizin uluslararası piyasadaki gururu Alin Taşçıyan başkanlığındaki jüride Dubravka Lakic, Rudiger Suchsland, Alexandra Trelles, Denise Bucher, Jennifer Bormann, Sasja Koetsier ve Rasha Hosny ile birlikteydik. Ben daha ziyade Ana Yarışma ve Panorama bölümlerinden sorumluydum.
Doğu-Orta Avrupa sinemasının ağırlığını hissettiği bir festivali geride bıraktık. Ildiko Enyedi, “On Body and Soul”da (“A Teströl és Lélekröl”) bir mezbahanın çevresinde dönen hipnotik, sembolik, sıra dışı, cinsellik ve şiddet yüklü bir ilişkiyi konu ediniyordu. Macar sinemasından 1989’da çıkış yapan taze kadın yönetmenin geri dönüşü bizim gibi üç jüriyi daha tatmin etti. Oy çokluğuyla öne çıktı.
Benim kişisel favorilerim Karusmaki’nin güncel politikalara, İslamofobiye bakarken ustalığını ispatladığı incelikli filmi “The Other Side of Hope” ile Netzer’in bambaşka bir sinema diline evrildiği lineer akışı zekice parçalayan sarsıcı aşk filmi “Ana, Mon Amour” idi. Elbette 18 filmlik seçkide, “On Body and Soul” ve Agniezska Holland’ın araştırmacı ruhlu bir kadının fantastik mücadelesini ele alırken dikkat çekici dönüşleriyle sersemleten melez filmi “Spoor” (“Pokot”), feminist sinema açısından değerli işlerdi. Ama Karusmaki ve Netzer, daha olgun ve olmuş filmlere imza attılar.
DİĞER YARIŞMA FİLMLERİ NASILDI?
Çin sinemasının Tarantino kara komedilerine hafif estetize edilmiş cevabı “Have a Nice Day” ilginç bir animasyondu. Keyifli, samimi ve oyalayıcı olsa da bir “Kötü Kedi Şerafettin” (2016) etkisi yaratmadı. “Wild Mouse”da (“Wilde Maus”) Josef Hader, ‘minimalizm’ damarından dengeli bir poker surat mizahı sunuyordu. İlk film olarak saygıyı hak etti.
Portekizli Teresa Villaverde “Colo”da genç bir kızın annesi ve babasıyla ilişkisini ‘ekonomik kriz’in şokunu anlatan karelerle yansıtıyordu. ‘Ağırlaştırılma’ rekoru kırıp zorla 136 dakikaya bağlanan film, “Felicité”, “Bright Nights” (“Helle Nachte”), “Joaquim” ve “Mr. Long” (“Ryu San”) ile bu açıdan akrabalık kuruyordu. Açıkçası ana yarışmanın problemi, ‘prestijli yarışmaya girmek için süreyi uzatıp, tempoyu düşürerek sanatsal olma arzusu’ idi. Belli ki Cannes bu ezberi, kötü alışkanlığı bütün yönetmenlere aşılamıştı.
Seçkide Alman sinemasından en çok belgesel “Beuys” dikkat çekti. “On the Beach at Night Alone”da (“Bamui haebyun-eoseo honja”) Hong Sang-Soo, diyalogtan ibaret sinemasında en azından epizodik bir deneme yapıyordu. Ama “Django”, Reda Kateb dışında tatmin edemeyen bir video filmiydi. Lelio, Schlöndorff ve Potter ise hayal kırıklığı yarattı.
Açıkçası ana jürinin Büyük Ödül, Kadın Oyuncu ve Erkek Oyuncu kararlarını onaylamak mümkün değildi. Verhoeven’ın kendi haline bıraktığı üyelerin kararları açığa çıkmıştı. Ama elbette bu ödüller bekleniyordu. Zira Arslan ve “Felicité” birçok kişinin kalbini kazanmıştı. Bu ilgiyi geri çevirmek imkansızdı. ‘Gabon’a Fransız bakışı’ olarak anılabilecek “Felicité”, eğer keşfedilip ABD’de dağıtımcı bulursa 2018 Oscar’larında ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kısa listesine girip “Mustang”, “Timbuktu”, “Tanna” gibi Batı’ya ‘oryantalist ve egzotik gözükme’ hedefinin karşılığını alabilir.
PANORAMA’DA HEYECAN VERİCİ KEŞİFLER
Panorama seçkisinde 10 dünya prömiyeri içerisinde, ‘yenilikçi’ ve ‘vizyon sahibi’ işler heyecan vericiydi. “Pendular”, adeta modern sanat eserlerine benzeyen görsel dokusuyla büyüleyen epizodik ve katmanlı bir dans koreografisi gibiydi. Çığır açıcı ve modern cinsel ilişki filmi Brezilyalı Julia Murat’ın vizyonuyla sunuluyordu. Onunla çekişen, ülkenin Bruno Dumont’unu duyuran, “Bir Zamanlar Anadolu’da” (2008) ile de yakın akraba Çin filmi “Ghost in the Mountains” (“Kong Shan Yi Ke”) idi. Kült olacak “Misandrists” ile sahte belgesel “From the Balcony” (“Fra Balkongen”) de es geçilemeyecek yapıtlardı.
İlkinin John Waters ile Jess Franco’nun formda olduğu filmleri andırması ilginçti. Kadın ya da lezbiyen direnişini camp ve isyankar bir politik taşlamaya çeviren Bruce LaBruce’a yakın zamanlı bir kostümlü drama çekmek yaramıştı. ‘Erkeksiz dünya’ yaratma hedefinde ‘retro ütopya’ ile de Orhan Kemal’in ‘Tersine Dünya’sından esinlenen “Her Şeye Rağmen” (1988) ve “Kukuriku: Kadın Krallığı”nın (2010), ‘LGBT’ ve ‘cinsel istismar’ uyruklu, oturaklı ve olgun şubesine imza atıyordu. Açıkçası garip deneysel bilimkurgu “Fluidø” ile mayına basıp modern sanat bayağılıkları tatsak da bu eser tatmin etti. Kült film açlığını kapattı.
“From the Balcony”de dördüncü filmine imza atan Ole Giæver, günümüz gençliğinin yolculuğunu; arşiv görüntülerinden, anılardan ve animasyondan beslenirken YouTube kitlesini de tatmin edecek bir sahte belgeselle sundu. Orijinal durmasa da akıcı ve sorunsuzdu.
Çin’den çıkan üç yapıt da egzotik doğaları yansıtıyordu. “Taste of Betel Nut”, bu damarda bir üçlü ilişkiyi yükselen sıcağın katkısıyla, “Ananı Da!” (“Y Tu Mama Tambien”, 2001) ile akrabalık kurarak anlatırken, “Ciao Ciao” ve “Ghost in the Mountains”, ‘minimalist’ omurgadan ilerledi, ikincisi uzun süresine karşın daha usturuplu bir işti.
Panorama Special’da gösterilen Ceylan Özçelik’in “Kaygı”sı bizim seçkiye girmese de kendi türünde, ‘politik kadın gotiği’nde kayda değer bir denemeydi. Medya sansürünün yaratabileceklerine ‘psikolojik’ ve ‘görsel’ yollar bulma şevkiyle öne çıktı. Gelişme bölümünde sıkıntılar yaşasa ve bütünden bağımsız duran finaliyle tartışılacak olsa da ülkemizdeki kadın yönetmenlerden çıkması gereken bir işti. “Abluka” (2014) ve “Küçük Kıyamet”in (2006) kız kardeşi gibi dururken, onların seviyesine ulaşmakta zorlandı.
PİYANO EŞLİĞİNDE BİLİMKURGU KLASİKLERİ
.
Festivalin ‘Retrospektif’ bölümünde saklı bilimkurgu klasiklerini, Danimarka’dan Polonya’ya, Fassbinder’den Zulawski’ye uzanan bir zenginlikle 35 mm’den keşfetmek ise ayrı bir keyifti. Özellikle “A Trip to Mars” (“Himmelskibet”, 1918), “Seconds” (1966), “Algol” (1920), “O-Bi, O-Ba - The End of Civilization” (1985) geriye kaldı. Özellikle iki sessiz filmi canlı piyano eşliğinde deneyimlemek elbette unutulmazdı.
Berlin’de Friedrichstadt-Palast’tan Zoo Palast’a, Cinemaxx’tan CineStar’a kadar fazlaca salonda, dolu sinemalarda film izleme deneyimi bir ayrıcalıktı. Bu sayede seyircinin sinemaya saygısıyla bir yedinci sanat coşkusu aşılandı. Elbette sinemaların çeşitliliği de ayrı bir zenginlikti. 250.000 civarı bilet adedi, Toronto Film Festivali ile birlikte ‘büyük şehir-metropol festivalleri’ arasında bir önderlik getiriyor zaten.
Elbette Forum bölümü, minimalizme ve belgesel gerçekçiliğine alan açan yaklaşımıyla biraz fazla ‘mayınlı bölge’ gibiydi. Ama Panorama’nın heyecan verici keşiflere, aşırılığa, cinselliğe, ötekilere alan açması önemliydi. Yan bölüm, yarışmadan daha verimli geçti.
Doğu-Orta Avrupa sinemasının ağırlığını hissettiği bir festivali geride bıraktık. Ildiko Enyedi, “On Body and Soul”da (“A Teströl és Lélekröl”) bir mezbahanın çevresinde dönen hipnotik, sembolik, sıra dışı, cinsellik ve şiddet yüklü bir ilişkiyi konu ediniyordu. Macar sinemasından 1989’da çıkış yapan taze kadın yönetmenin geri dönüşü bizim gibi üç jüriyi daha tatmin etti. Oy çokluğuyla öne çıktı.
Benim kişisel favorilerim Karusmaki’nin güncel politikalara, İslamofobiye bakarken ustalığını ispatladığı incelikli filmi “The Other Side of Hope” ile Netzer’in bambaşka bir sinema diline evrildiği lineer akışı zekice parçalayan sarsıcı aşk filmi “Ana, Mon Amour” idi. Elbette 18 filmlik seçkide, “On Body and Soul” ve Agniezska Holland’ın araştırmacı ruhlu bir kadının fantastik mücadelesini ele alırken dikkat çekici dönüşleriyle sersemleten melez filmi “Spoor” (“Pokot”), feminist sinema açısından değerli işlerdi. Ama Karusmaki ve Netzer, daha olgun ve olmuş filmlere imza attılar.
DİĞER YARIŞMA FİLMLERİ NASILDI?
Çin sinemasının Tarantino kara komedilerine hafif estetize edilmiş cevabı “Have a Nice Day” ilginç bir animasyondu. Keyifli, samimi ve oyalayıcı olsa da bir “Kötü Kedi Şerafettin” (2016) etkisi yaratmadı. “Wild Mouse”da (“Wilde Maus”) Josef Hader, ‘minimalizm’ damarından dengeli bir poker surat mizahı sunuyordu. İlk film olarak saygıyı hak etti.
Portekizli Teresa Villaverde “Colo”da genç bir kızın annesi ve babasıyla ilişkisini ‘ekonomik kriz’in şokunu anlatan karelerle yansıtıyordu. ‘Ağırlaştırılma’ rekoru kırıp zorla 136 dakikaya bağlanan film, “Felicité”, “Bright Nights” (“Helle Nachte”), “Joaquim” ve “Mr. Long” (“Ryu San”) ile bu açıdan akrabalık kuruyordu. Açıkçası ana yarışmanın problemi, ‘prestijli yarışmaya girmek için süreyi uzatıp, tempoyu düşürerek sanatsal olma arzusu’ idi. Belli ki Cannes bu ezberi, kötü alışkanlığı bütün yönetmenlere aşılamıştı.
Seçkide Alman sinemasından en çok belgesel “Beuys” dikkat çekti. “On the Beach at Night Alone”da (“Bamui haebyun-eoseo honja”) Hong Sang-Soo, diyalogtan ibaret sinemasında en azından epizodik bir deneme yapıyordu. Ama “Django”, Reda Kateb dışında tatmin edemeyen bir video filmiydi. Lelio, Schlöndorff ve Potter ise hayal kırıklığı yarattı.
Açıkçası ana jürinin Büyük Ödül, Kadın Oyuncu ve Erkek Oyuncu kararlarını onaylamak mümkün değildi. Verhoeven’ın kendi haline bıraktığı üyelerin kararları açığa çıkmıştı. Ama elbette bu ödüller bekleniyordu. Zira Arslan ve “Felicité” birçok kişinin kalbini kazanmıştı. Bu ilgiyi geri çevirmek imkansızdı. ‘Gabon’a Fransız bakışı’ olarak anılabilecek “Felicité”, eğer keşfedilip ABD’de dağıtımcı bulursa 2018 Oscar’larında ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kısa listesine girip “Mustang”, “Timbuktu”, “Tanna” gibi Batı’ya ‘oryantalist ve egzotik gözükme’ hedefinin karşılığını alabilir.
PANORAMA’DA HEYECAN VERİCİ KEŞİFLER
Panorama seçkisinde 10 dünya prömiyeri içerisinde, ‘yenilikçi’ ve ‘vizyon sahibi’ işler heyecan vericiydi. “Pendular”, adeta modern sanat eserlerine benzeyen görsel dokusuyla büyüleyen epizodik ve katmanlı bir dans koreografisi gibiydi. Çığır açıcı ve modern cinsel ilişki filmi Brezilyalı Julia Murat’ın vizyonuyla sunuluyordu. Onunla çekişen, ülkenin Bruno Dumont’unu duyuran, “Bir Zamanlar Anadolu’da” (2008) ile de yakın akraba Çin filmi “Ghost in the Mountains” (“Kong Shan Yi Ke”) idi. Kült olacak “Misandrists” ile sahte belgesel “From the Balcony” (“Fra Balkongen”) de es geçilemeyecek yapıtlardı.
İlkinin John Waters ile Jess Franco’nun formda olduğu filmleri andırması ilginçti. Kadın ya da lezbiyen direnişini camp ve isyankar bir politik taşlamaya çeviren Bruce LaBruce’a yakın zamanlı bir kostümlü drama çekmek yaramıştı. ‘Erkeksiz dünya’ yaratma hedefinde ‘retro ütopya’ ile de Orhan Kemal’in ‘Tersine Dünya’sından esinlenen “Her Şeye Rağmen” (1988) ve “Kukuriku: Kadın Krallığı”nın (2010), ‘LGBT’ ve ‘cinsel istismar’ uyruklu, oturaklı ve olgun şubesine imza atıyordu. Açıkçası garip deneysel bilimkurgu “Fluidø” ile mayına basıp modern sanat bayağılıkları tatsak da bu eser tatmin etti. Kült film açlığını kapattı.
“From the Balcony”de dördüncü filmine imza atan Ole Giæver, günümüz gençliğinin yolculuğunu; arşiv görüntülerinden, anılardan ve animasyondan beslenirken YouTube kitlesini de tatmin edecek bir sahte belgeselle sundu. Orijinal durmasa da akıcı ve sorunsuzdu.
Çin’den çıkan üç yapıt da egzotik doğaları yansıtıyordu. “Taste of Betel Nut”, bu damarda bir üçlü ilişkiyi yükselen sıcağın katkısıyla, “Ananı Da!” (“Y Tu Mama Tambien”, 2001) ile akrabalık kurarak anlatırken, “Ciao Ciao” ve “Ghost in the Mountains”, ‘minimalist’ omurgadan ilerledi, ikincisi uzun süresine karşın daha usturuplu bir işti.
Panorama Special’da gösterilen Ceylan Özçelik’in “Kaygı”sı bizim seçkiye girmese de kendi türünde, ‘politik kadın gotiği’nde kayda değer bir denemeydi. Medya sansürünün yaratabileceklerine ‘psikolojik’ ve ‘görsel’ yollar bulma şevkiyle öne çıktı. Gelişme bölümünde sıkıntılar yaşasa ve bütünden bağımsız duran finaliyle tartışılacak olsa da ülkemizdeki kadın yönetmenlerden çıkması gereken bir işti. “Abluka” (2014) ve “Küçük Kıyamet”in (2006) kız kardeşi gibi dururken, onların seviyesine ulaşmakta zorlandı.
PİYANO EŞLİĞİNDE BİLİMKURGU KLASİKLERİ
.
Festivalin ‘Retrospektif’ bölümünde saklı bilimkurgu klasiklerini, Danimarka’dan Polonya’ya, Fassbinder’den Zulawski’ye uzanan bir zenginlikle 35 mm’den keşfetmek ise ayrı bir keyifti. Özellikle “A Trip to Mars” (“Himmelskibet”, 1918), “Seconds” (1966), “Algol” (1920), “O-Bi, O-Ba - The End of Civilization” (1985) geriye kaldı. Özellikle iki sessiz filmi canlı piyano eşliğinde deneyimlemek elbette unutulmazdı.
Berlin’de Friedrichstadt-Palast’tan Zoo Palast’a, Cinemaxx’tan CineStar’a kadar fazlaca salonda, dolu sinemalarda film izleme deneyimi bir ayrıcalıktı. Bu sayede seyircinin sinemaya saygısıyla bir yedinci sanat coşkusu aşılandı. Elbette sinemaların çeşitliliği de ayrı bir zenginlikti. 250.000 civarı bilet adedi, Toronto Film Festivali ile birlikte ‘büyük şehir-metropol festivalleri’ arasında bir önderlik getiriyor zaten.
Elbette Forum bölümü, minimalizme ve belgesel gerçekçiliğine alan açan yaklaşımıyla biraz fazla ‘mayınlı bölge’ gibiydi. Ama Panorama’nın heyecan verici keşiflere, aşırılığa, cinselliğe, ötekilere alan açması önemliydi. Yan bölüm, yarışmadan daha verimli geçti.