DANNY BOYLE KÖKLERİNE DÖNDÜ!
16/02/2009 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 8.4 |
1990’larda çektiği “Mezarını Derin Kaz” (“The Shallow Grave”) ve “Trainspotting” ile video klip estetiğini sinemaya sokan ilk yönetmenlerden biri olan Danny Boyle, 2000’lere gelindiğinde ne yazık ki kabuk değiştirme sevdasına girdi. Böylece ilk iki filminde devrim yapan her yönetmen gibi düşüş ivmesine girmiş oldu, hem de kendini tekrarlamanın tam tersi bir istikamette gidip farklı bir kulvara geçerek. Ancak yine de öznel görsel yapılarıyla dikkat çeken ve sinemaya hızlı kurguyu sokan bu filmlerin ardından, 2000’lerde çektiği “28 Gün Sonra” (“28 Days Later…”) ile de zombi filmi alt türünü yenilemeyi başardı. Yani el kamerasını kullanarak da değişim yaratabilme yeteneğine sahipti Danny Boyle. Ancak çektiği iki TV filmi ve minimaliste yakın yönetmenlik tarzıyla öne çıkan “Günışığı” (“Sunshine”), onun düşüşünü hızlandırdı.
Ancak Boyle belli ki bu yaptıklarıyla tabana vurduğunun farkında. Zira “Milyoner” (“Slumdog Millionaire”) ile ilk dönemindeki yaklaşımına geri dönüyor. Bir kez daha biçimci yönetmenlik tarzıyla ve video klip estetiğiyle dikkat çeken bir filmle karşımıza çıkıyor. Hem de ilk döneminde kara filmi kara komedi haline getirip postmodernize etmesi veya uyuşturucu kavramını halüsinasyonlarla yoğurması gibi yenilikçi hamlelerinin yanına bu sefer bir yenisini daha ekliyor.
BOLLYWOOD MÜZİKALLERİ İLE BİLGİSAYAR OYUNU ESTETİĞİ İÇ İÇE GEÇİYOR
Öncelikle “Slumdog Millionaire”, “Tanrıkent”in (“City of God”) gettolardaki suç ve şiddet eğilimini stilize bir dille sinemalaştırması ile “Güneş İmparatorluğu”nun (“Empire of The Sun”) savaş ve yıkımı bir çocuğun gözünden anlatması formüllerini iç içe geçiriyor. Yani bu iki formüle de yakın duruyor sinemasal olarak bakınca. Ancak işin ilginci, benimsediği formülün bunların ikisiyle de bir ilgisi olmaması.
Boyle, çok bilinmeyenli bir füzyon yaratma derdinde belli ki.
Bunun için de bir taraftan eline aldığı hikaye Hindistan’da geçtiği için Bollywood müzikallerinin dramatik ve görsel yapısını kullanıyor, diğer bir taraftan ise “Ölüm Oyunu” (“Battle Royale”) ile patlayan bilgisayar oyunu estetiğini uygulamaya çaba gösteriyor. Karşımıza çıkardığı sonuç da benimsediği şeylerden bağımsız olarak baktığımızda birinci sınıf bir stil gösterisi. Bu gösterinin, bizleri çok katmanlı postmodern bir füzyona ulaştırdığını söyleyebiliriz.
İNGİLİZ SOSYAL GERÇEKÇİ SİNEMASININ KALIPLARINI TERSYÜZ EDİYOR
Zira film, Hindistan’ın gettolarında yaşayan alt sınıf mensubu bir gencin hikayesini anlatıyor özünde. Ancak Boyle, kendisinden beklendiği gibi bu Ken Loach’a uygun arka planı, postmodernize etmeyi tercih ediyor. İlk olarak filmini ‘Cemal (ana karakter), ‘Kim milyoner olmak ister?’ yarışmasında son soruya gelmesine karşın bir polis sorgusunda ne yapıyor?’ sorusuyla açıyor. Bu anda Cemal’i yarışma koltuğunda ve polis karakolunda gösteriyor. İzleyiciye de o yarışmadaki gibi dört şık veriyor: A: Para; B: Şans; C: Zeka; D: Kader. Anlayacağınız aynen bir bilgisayar oyununda rastlayabileceğimiz kurallar koyuyor. Filmini, hız üzerine kuran Danny Boyle, bu seçeneklerden herhangi birine tıklaması için izleyiciyi dürtüyor.
Daha doğrusu filmi bir bilgisayar oyununa uygun şekilde kuruyor. Bunun için de izleyicinin kendi yerine koyduğu ana karakteri, senaryonun bilinçli olarak önüne çıkardığı kanıtlarla o seçeneklerden birini seçmeye yönlendiriyor. Karakterimiz, geçmişi boyunca yaşadığı koşuşturmanın içine, bu sefer interaktif bir şekilde yerleştiriliyor.
Bunun üzerine de, yarışmada ve hayatta –ya da bilgisayar oyununda diyebiliriz- kazanmak için sürekli kanıt toplama peşinde olduğunu öğreniyoruz. Yani o seçeneklerden birine ulaşmak için yoğun çaba harcıyor veya kafa patlatıyor. Bunun için de Boyle, senaryosunun standart gereklilikleri yerine getirmemesini sağlayarak sekansları hız ve müzik bombardımanına çevirmeyi tercih ediyor.
Lafın özü, aynen adventure ve strateji oyunlarında olduğu gibi sonuca ulaşmak için ‘tesadüfler’ yoluyla bir şeyler topluyor ana karakterimiz. Filmin görsel yapısını da bu düzlemde kuruyor Boyle. Yani aslında bu kadar basit bir amacı var burada. Daha önce “Battle Royale”da gördüğümüz gibi hayatın interaktif bir oyun olduğunu ve günümüz toplumunda bilgisayar oyunlarının bu mantığı temsil ettiğini gösteriyor.
Böyle olunca da karşımıza geçmişinde yani çocukken sürekli koşuşturan ve müzik eşliğindeki hızlı kurguya gebe olan bir karakter çıkıyor. Filmin görsel olarak çekici, yönetmenlik açısından ise biçimci olması da buna bağlanabilir. Boyle’un yönetmenliği, yapıtın her dakikasında sosyal meselelerin üzerine geçiyor.
DİKKAT ÇEKİCİ BİR FÜZYON!
Ancak Boyle, görsel yapıyı kurarken Hindistan’ın gettolarındaki oryantalizmi vurgulamak için alt açı, üst açı ve çarpık açılara başvurmuş çokça. Bunun yanında orada olan biteni yani çetelerin durumunu göstermek için çete başlarını fazlasıyla karton çizmiş. Bölgede yaşayan karakterleri (mesela ana karakterimizin kardeşi Selim veya sevgilisi), o gangster çetelerine üye olmaya zorlamış.
Bunları böyle sunmasının ana sebebi ise Bollywood müzikallerinin görkemli görsel yapısını ve pembe dizi mantığını daha da yapaylaştıran dramatik yapısını ödünç alması. Yani müziği öne çıkarırken biçimci yönetmenlikle gelen koreografinin gücü ön plana yerleşiyor. Ancak elbette burada bu mantık müzikal olarak değil de, müziklerin modern dünyaya uygun hale getirilmesiyle aksiyon ve gangster filmi türlerinin içinde devreye giriyor. Böylece hem şık ve süslü görsel yapının, hem de karton karakterler ve abartılı motivasyonlarla yürüyen dramatik yapının ana sebebi ortaya çıkmış oluyor.
Boyle, Bollywood müzikallerini bilgisayar oyunu estetiğinin içine yerleştirmiş. Bu doğrultuda da postmodern bir füzyon yaratmış. Yönetmenlik stilinin özündeki video klip estetiğini ise bir adım ileriye götürmüş. Böylece bir taraftan eline aldığı senaryoları kendi tarzına uyduracağının mesajını vermiş, bir diğer taraftan ise sinema tarihine hakim olduğunu ve elinden asla ‘sıradan’ bir şeyler çıkmayacağını da kanıtlamış. Boyle, modern sinemanın önemli yönetmenlerinden biri. Her ne çekiyorsa takip etmekte fayda var!
Ancak Boyle belli ki bu yaptıklarıyla tabana vurduğunun farkında. Zira “Milyoner” (“Slumdog Millionaire”) ile ilk dönemindeki yaklaşımına geri dönüyor. Bir kez daha biçimci yönetmenlik tarzıyla ve video klip estetiğiyle dikkat çeken bir filmle karşımıza çıkıyor. Hem de ilk döneminde kara filmi kara komedi haline getirip postmodernize etmesi veya uyuşturucu kavramını halüsinasyonlarla yoğurması gibi yenilikçi hamlelerinin yanına bu sefer bir yenisini daha ekliyor.
BOLLYWOOD MÜZİKALLERİ İLE BİLGİSAYAR OYUNU ESTETİĞİ İÇ İÇE GEÇİYOR
Öncelikle “Slumdog Millionaire”, “Tanrıkent”in (“City of God”) gettolardaki suç ve şiddet eğilimini stilize bir dille sinemalaştırması ile “Güneş İmparatorluğu”nun (“Empire of The Sun”) savaş ve yıkımı bir çocuğun gözünden anlatması formüllerini iç içe geçiriyor. Yani bu iki formüle de yakın duruyor sinemasal olarak bakınca. Ancak işin ilginci, benimsediği formülün bunların ikisiyle de bir ilgisi olmaması.
Boyle, çok bilinmeyenli bir füzyon yaratma derdinde belli ki.
Bunun için de bir taraftan eline aldığı hikaye Hindistan’da geçtiği için Bollywood müzikallerinin dramatik ve görsel yapısını kullanıyor, diğer bir taraftan ise “Ölüm Oyunu” (“Battle Royale”) ile patlayan bilgisayar oyunu estetiğini uygulamaya çaba gösteriyor. Karşımıza çıkardığı sonuç da benimsediği şeylerden bağımsız olarak baktığımızda birinci sınıf bir stil gösterisi. Bu gösterinin, bizleri çok katmanlı postmodern bir füzyona ulaştırdığını söyleyebiliriz.
İNGİLİZ SOSYAL GERÇEKÇİ SİNEMASININ KALIPLARINI TERSYÜZ EDİYOR
Zira film, Hindistan’ın gettolarında yaşayan alt sınıf mensubu bir gencin hikayesini anlatıyor özünde. Ancak Boyle, kendisinden beklendiği gibi bu Ken Loach’a uygun arka planı, postmodernize etmeyi tercih ediyor. İlk olarak filmini ‘Cemal (ana karakter), ‘Kim milyoner olmak ister?’ yarışmasında son soruya gelmesine karşın bir polis sorgusunda ne yapıyor?’ sorusuyla açıyor. Bu anda Cemal’i yarışma koltuğunda ve polis karakolunda gösteriyor. İzleyiciye de o yarışmadaki gibi dört şık veriyor: A: Para; B: Şans; C: Zeka; D: Kader. Anlayacağınız aynen bir bilgisayar oyununda rastlayabileceğimiz kurallar koyuyor. Filmini, hız üzerine kuran Danny Boyle, bu seçeneklerden herhangi birine tıklaması için izleyiciyi dürtüyor.
Daha doğrusu filmi bir bilgisayar oyununa uygun şekilde kuruyor. Bunun için de izleyicinin kendi yerine koyduğu ana karakteri, senaryonun bilinçli olarak önüne çıkardığı kanıtlarla o seçeneklerden birini seçmeye yönlendiriyor. Karakterimiz, geçmişi boyunca yaşadığı koşuşturmanın içine, bu sefer interaktif bir şekilde yerleştiriliyor.
Bunun üzerine de, yarışmada ve hayatta –ya da bilgisayar oyununda diyebiliriz- kazanmak için sürekli kanıt toplama peşinde olduğunu öğreniyoruz. Yani o seçeneklerden birine ulaşmak için yoğun çaba harcıyor veya kafa patlatıyor. Bunun için de Boyle, senaryosunun standart gereklilikleri yerine getirmemesini sağlayarak sekansları hız ve müzik bombardımanına çevirmeyi tercih ediyor.
Lafın özü, aynen adventure ve strateji oyunlarında olduğu gibi sonuca ulaşmak için ‘tesadüfler’ yoluyla bir şeyler topluyor ana karakterimiz. Filmin görsel yapısını da bu düzlemde kuruyor Boyle. Yani aslında bu kadar basit bir amacı var burada. Daha önce “Battle Royale”da gördüğümüz gibi hayatın interaktif bir oyun olduğunu ve günümüz toplumunda bilgisayar oyunlarının bu mantığı temsil ettiğini gösteriyor.
Böyle olunca da karşımıza geçmişinde yani çocukken sürekli koşuşturan ve müzik eşliğindeki hızlı kurguya gebe olan bir karakter çıkıyor. Filmin görsel olarak çekici, yönetmenlik açısından ise biçimci olması da buna bağlanabilir. Boyle’un yönetmenliği, yapıtın her dakikasında sosyal meselelerin üzerine geçiyor.
DİKKAT ÇEKİCİ BİR FÜZYON!
Ancak Boyle, görsel yapıyı kurarken Hindistan’ın gettolarındaki oryantalizmi vurgulamak için alt açı, üst açı ve çarpık açılara başvurmuş çokça. Bunun yanında orada olan biteni yani çetelerin durumunu göstermek için çete başlarını fazlasıyla karton çizmiş. Bölgede yaşayan karakterleri (mesela ana karakterimizin kardeşi Selim veya sevgilisi), o gangster çetelerine üye olmaya zorlamış.
Bunları böyle sunmasının ana sebebi ise Bollywood müzikallerinin görkemli görsel yapısını ve pembe dizi mantığını daha da yapaylaştıran dramatik yapısını ödünç alması. Yani müziği öne çıkarırken biçimci yönetmenlikle gelen koreografinin gücü ön plana yerleşiyor. Ancak elbette burada bu mantık müzikal olarak değil de, müziklerin modern dünyaya uygun hale getirilmesiyle aksiyon ve gangster filmi türlerinin içinde devreye giriyor. Böylece hem şık ve süslü görsel yapının, hem de karton karakterler ve abartılı motivasyonlarla yürüyen dramatik yapının ana sebebi ortaya çıkmış oluyor.
Boyle, Bollywood müzikallerini bilgisayar oyunu estetiğinin içine yerleştirmiş. Bu doğrultuda da postmodern bir füzyon yaratmış. Yönetmenlik stilinin özündeki video klip estetiğini ise bir adım ileriye götürmüş. Böylece bir taraftan eline aldığı senaryoları kendi tarzına uyduracağının mesajını vermiş, bir diğer taraftan ise sinema tarihine hakim olduğunu ve elinden asla ‘sıradan’ bir şeyler çıkmayacağını da kanıtlamış. Boyle, modern sinemanın önemli yönetmenlerinden biri. Her ne çekiyorsa takip etmekte fayda var!