'MIDSOMMAR': GÜNDÜZ DÜŞÜNDEN KORKU MODELİ YARATMA SANATI
FİLMİN NOTU: 8.3
|
Jodorowsky ile Powell-Pressburger’i bir araya getiren, “Kurdun Saati” ile kardeşlik ilişkisi kuran 'saykodelik', 'mimari', 'hipnotik' ve 'meta' bir okült/folk korku filmi. Ari Aster ikinci uzunu “Ritüel” (“Midsommar”), içine girdiği alt türünde ve alt-alt türünde model yaratma iddiasıyla yola çıkıyor.
HÜZÜNLÜ AİLE HİKAYELERİ
Ari Aster, büyük oranda hüzünlü aile hikayeleri anlatmak istiyor. Ama bunları korku formları üzerinden yorumlamayı seviyor. “Ayin”de (“Hereditary”, 2018) ailenin en büyüğünün ölmesini takiben garip olaylar izliyorduk. Arkada gizlenen bir ‘yas filmi’ vardı. “Ritüel”de (“Midsommar”, 2019) de ailenin bipolar bireyinin intiharını takiben bir festival alanında ‘intihara sürükleyen pagan tarikat’ devreye giriyor. Başroldeki Pugh (Dani) ile Reynor’ın (Christian) yarattığı ‘ayrılık’ hissi her şeyi tetikleyen ana unsur sanki. Aslında bunu yaparken de çok klasik bir işleyiş yok.
Korku sinemasında M. Night Shyamalan, 1990’ların sonunda atmosfer odaklı geleneği, Nakata’vari bir şekilde Amerikan sinemasına soktu (bkz. gotik korku filmi klasiği “Altıncı His” / 1999). Bu durum birçok filmi etkiledi, bir eğilim yarattı. Pek başarılı olmasa da “Blair Cadısı”nın (“The Blair Witch Project”, 1999) devamında 2000’lerde devreye giren ‘buluntu film’ furyaya dönüştü. Bunun peşine Ti West, Adam Wingard gibileri ‘mumblecore akımı’ üzerine kurulu yaratıcı gerçeklikle takıldı. Aslında 2007’de Oren Peli “Paranormal Activity” ile bu eğilime ‘nokta atışı bir örnek’ ekledi, seriye dönüşen filmin diğer örneklerinde yapımcı koltuğuna çekildi.
Seriye dönüşen “Otel”le (“Hotel”, 2005) Eli Roth, bir diğer taraftan da istismar filmlerinin furyaya dönüşmesini sağladı. Bu eğilimle dirsek teması kurup melez yapısıyla çığır açan slasher filmi “Testere”nin (“Saw”, 2004) yönetmeni James Wan’ın oyunbaz korku filmleri de revaçtaydı. “Ruhlar Bölgesi” (“Insidious”, 2010), ‘klasik perili ev filmi’ni, ‘metafiziksel ruh filmi’ne çevirerek bir modern klasik çıkardı. 2010’larda ise Ari Aster ve Robert Eggers bunların hiçbirinden beslenmeden taptaze bir auteur kumaşıyla yeni bir kuşak yaratmaya oynuyor. Son 20 yılda ev çok fazla merkezdeydi, bu sebeple de aslında “Ruhlar Bölgesi” ve Wingard’ın “Şeytanın Evi” (“The House of the Devil”, 2009) kadar kalıcı olamadı “Ayin”.
‘MİMARİ KORKU’ ARAYIŞINA AÇIK ALAN YARAMIŞ
“Ritüel” ise o maket/bebek evi estetiği merkezli modelin daha doğru hesaplandığı ve detaycı hale getirildiği bir film. Elbette bir atmosfer arayışı var, ama fazlasıyla eklektik. Modelin esas meselesi ise ‘maket’ üzerine kurulu bir yaklaşım. Bu da sanat yönetimini merkeze yerleştiren bir ‘mimari korku’ eğilimi getiriyor. William Castle da zamanında yapım tasarımını öne alırdı, oyunbazlığı ile Wan’ı etkiledi.
Ama Aster’in yapmak istediği sanki olup bitenin bir maket ile gerçek hikaye arasında gidip gelmesini vurgulamak. Bu da aslında bir çeşit ‘meta-horror’ denemesini devreye sokuyor. Yönetmenin 2011 tarihli kısa filmi “The Strange Thing About the Johnsons”da bunun daha net bir şekilde ev içindeki gerilime adapte edildiğini gördük. Burada ise yine hikaye ev üzerinden start alsa da 25. dakikasında bizi İsveç’te bir pagan tarikatının arasına sokuyor.
'PAGAN TARİKATI FİLMLERİ'NDEN KENDİNE ÖZGÜ BİR MODEL ÇIKARIYOR
Sinemada cadı ayininin kullanılmasının tarihini 1920’lerde Danimarka sessiz sinema klasiği “Haxan”a kadar götürebiliriz. 1960’larda ise renkli dönemde cadı avının, cadı ayinin artıp bir alt tür yaratmasını takiben okült korku filmi alt türü de devreye girdi. Onun içinden ‘satanist tarikat’, ‘pagan tarikatı’, ‘dini tarikat’, ‘çocuklardan oluşan tarikat’ gibi alt-alt türlerin çıktığı görüldü.
Bunlardan ilkinde “Rosemary’nin Bebeği” (“Rosemary’s Baby”, 1968), “Ecelle Yarış” (“Race with The Devil”, 1975), “Şeytanın Evi” (2009), ikincisinde “Manos: The Hands of Fate” (1966), “Gizemli Ada” (“The Wicker Man”, 1973), “Black Death” (2010), "Karanlığı Savuşturmak için Bir Büyü" ("A Spell to Ward Off The Darkness", 2013), “Lanet” (“Sinister”, 2016) gibi örnekler hatırlanıyor. Dini fanatiklik üzerinden yürüyen intihar tarikatına “Ayin” (“The Sacrament”, 2013), “Apostle” (2018), “The Lodge” (2018); çocukların bir okült grup oluşturduğu filmlere “Mısır Çocukları” (“Children of the Corn”, 1984) ve “Vinyan” (2008) örnekleri verilebilir. Tabi “The Master” (2012) ve “Martha Marcy May Marlene” (2011) gibi cinsel istismar tarikatları da korkuya kaymadan iş bitirebiliyor.
FOLK/OKÜLT KORKU ALANINDA ANILACAKTIR
Aslında 2010’larda da ‘tarikatlı korku filmi’ alanında çok başarılı örnekler var. Ama bunların arasında farkını yaratarak öne çıkan bir ‘pagan tarikatı filmi’ modeli yaratıyor Ari Aster burada. Bu alt-alt türde ilk örnek çöp (trash) “Manos: The Hands of Fate”. Ama esasen 1973’te Christopher Lee’nin rol aldığı, İskoçya’da bir adada geçen ve tarihsel açıdan değerli bir yere oturan “Gizemli Ada” daha bir öne çıkarılabilir.
Ama onun da 2006’da anlamsız bir yeniden çevrime malzeme olmasının yanı sıra ister istemez kült bir B-tipi denemenin ötesi olmadığı söylenebilir. Sürekli tarikat bireylerinin müzikal numaraları ve anadan üryan çıplak kalmalarıyla acemiliğin ortasında kaybolup gitmişti. Robin Hardy’den ziyade Lee kalıcı oldu. 2011’de yapılan “The Wicker Tree” de anlamsız bir devam filmi olarak önemsenmedi.
“Gizemli Ada”, 1970’lerden beri sözü geçen ve kaynağını edebiyat veya müzikten aldığı düşünülebilecek ‘folk horror’un da başlangıçlarından biri olarak anılmakta yeni milenyumda. Sözü geçen alan, ‘efsaneler, mitler ve halk hikayeleri’nden beslenen bir başka akraba alt türe açılır. 2010’lardan Ben Wheatley’nin “Ölüm Listesi” (“Kill List” 2011), “Büyülü Tarla” (“A Field in England”, 2013) gibi çılgın filmleri bu konuda örnek gösterilebilir. Bu sebeple de “Ritüel”i bir ‘folk/pagan tarikatı korkusu’ ya da ‘folk/okült korku’ olarak anmak daha doğru olacaktır.
BERGMAN FİLMİ GİBİ BAŞLIYOR
2010’larda paganizmi ele alan “Black Death” gibi yine İngiliz coğrafyasında ilerleyen ve fena işlemeyen aksiyon ve fantezi yüklü bir epik film denemesi var. Derrickson imzalı “Lanet” ise Wan’vari bir tekinsizlikten destek alırken evin içinde Super 8 ve snuff film üzerinden keşif yapma arzusunu başarılı bir şekilde kullanmasıyla en değerli denemelerden biriydi. Ti West’in bu alt türde paganizme girmeden iki retro dokulu ve kalıcı film çekmesi de unutulmamalı: “Şeytanın Evi” ve “The Sacrament”. Ben Rivers-Ben Russell ikilisinin "Karanlığı Savuşturma için Bir Büyü"sü ise docudrama damarlı tuhaf bir 'metal kültürünün saykodelik pagan korkusu' yaratarak, türün geleneklerine karşı çıkan dağınık bir imge gösterisine dönüşmüştü.
Ama burada başka bir model arayışı var. “Ritüel”, yazın ortasında bir ritüelin arasında kimliğini kaybeden 4-5 arkadaşın arasına giriyor. Girişte ABD bölümleri mat renkleri öne çıkarıp bir Bergman filmi gibi start alıyor aslında, çokça da “Kurdun Saati”nin (“Vargtimmen”, 1968), üstadın ilişki filmi gibi başlayıp ‘gotik yamyam filmi klasiği’ne dönüşen filminin kardeşi gibi gözüküyor. Orada hamile kalan eşinden kopup başka bir adadaki malikanenin içinde ‘yasak ilişki’ arayan Johan Borg (Max Von Sydow) vardı. Onun ‘kurdun saati’ni, yani sabaha karşı 4-5 arasını, ölüm ile doğumun en çok olduğu zaman dilimini de feyz alarak ‘karanlık’ta yol alması ruhsal ve ikonik bir modele yol açmıştı.
“Ritüel”de ise sıkıntı giriş bölümüne yüklenmiş. Dani ile Christian’ın gözünden akan ‘ilişki filmi’, büyük oranda ‘ayrılık filmi’ne dönüşüyor. Oradaki karanlığın yerini aydınlık alıyor, belki de en önemli farklılık bu. Uçakta kameranın kaydırılmasıyla birlikte aslında Pugh’un yerine oturduğu plan sekans anlamlı. Onun ötesinde arabayı görünce ters dönüp takip eden kamera da bir şeyleri ortaya koyuyor.
JODOROWSKY İLE POWELL-PRESSBURGER BULUŞUYOR
Tarlaya girişle birlikte ise İsveç’e özgü bir hap alan Pugh’un arayışı ya da kabusu başlıyor. Buradan da aslında 40. dakikadan itibaren olup bitenin bir kabus olabileceğine dikkat çekiyor yönetmen. Bir kabus, bir düş, bir uyuşturucu nöbeti ya da Amerikalıların deyimiyle 'acid trip' canlanıyor bu sayede. Aslında yöreye girişle birlikte bir şekilde Jodorowsky usulü bir zihinsel yaklaşım var. Kafa yapan acid bilimkurgu başyapıtı “Kutsal Dağ”ı (“La Montaña Sagrada”, 1973) çokça andırıyor filmin sanat yönetimine ve öznel dünyaya yaklaşımı.
Genel planları da kullanan yönetmen, genelde oyuncuların yanında kaydırmalara başvurmayı seçiyor. Leh görüntü yönetmeni Pogorzelski bunların süresiyle filmin özellikli ritim duygusunu destekliyor. Bakış açı kamerasına da geçebiliyor. Bunun ötesinde kuruluşa dikkat çeken ’90 yılda bir yapılan kutlama’ adına da kamera kaydırmaları, etkinliğin posterlerine yakın plan alabiliyor. Ortada beliren ve kalınan camp ortam da gayet manidar. Aslında bu sayede de Powell-Pressburger ikilisinin sanat yönetimi odaklı ve düşsel/masalsı atmosferi akla geliyor. Bu damar da filme ‘destansı’ bir hava katıyor.
“Ritüel”, özünde ‘ilişki filmi’ olduğunu da düşününce “Aşk ve Ölüm” (“A Matter Life and Death”, 1946) gibi bir atmosfer duygusunu ucundan yaşatıyor. Oradaki ‘fantastik’ ile ‘gerçek dünya’ arasındaki bağlantı akla geliyor. Yani Jodorowsky ile Powell-Pressburger birleşiyor. Bu uçlardaki isimlerin bir araya gelip orijinal “The Wicker Man”i çektiği izlenimi de yaratılıyor çokça. Yönetmenin ilk filmde başlattığı ‘mimari korku’, yani her şeyi bir maket ya da oyuncak ev estetiğiyle şekillendirme duygusu açık alanda daha işlevsel ve iş bitirici oluyor bu sayede.
GÜN IŞIĞINDA GEÇEN FOLK KORKU FİLMİ
Derin odak da korkutucu anlarda araya girebiliyor. Shayamalan kadar sert atmosfer duygusu yok, aksine hipnotik ayin sekansları da belirebiliyor, deneysel müzik grubu The Haxan Cloak’un alternatif besteleriyle irkiltici olması değerli. Bu da aslında ‘gün ışığında korku filmi’ne çok şey katıyor. Genelde gece geçen ‘korku’ burada gözleri alan bir güneşin içinde canlanıyor.
İsveç’te gece olmaması bir yana, karakterin saykodelik haline odaklanmak da yukarıdan gelen beyaz ışıkların bir sebebi olabilir. Bu açıdan da filmin saykodelik, hipnotik, mimari, meta-okült korku filmi geleneği anılası hale geliyor.
Aster, İsveççe konuşan tiplemeleri de dışlamayarak politik açıdan doğru duruyor. Biraz da intihar eden bipolar kardeşinin yerine gelen kabusları canlandırıyor. Ama sıcak üzerimize üzerimize geliyor ve bizi sarhoş ediyor. Jodorowsky ile Pressburger-Powell arası havada şekillenen ve ‘folk korku’ konusunda aslında ötekileştirme yapmayan bir yaklaşım canlanıyor. Zira bu alanda genelde halk hikayelerini, egzotik dünyaları yansıtmasıyla sinemada ötekileştirici bir eğilim vardır genelde…
KÜLT PAGAN TARİKATI FİLMİ THE WICKER MAN’İ İKİYE KATLIYOR
Filmin mizahla ilişkisi de sapına kadar o noktaya kayıp kontrolden çıkan “The Wicker Man”i düşününce manidar. Aster’in ana karakterine hap almak, uyuşturucu kullanmak iyi gelmiş. Bu da rüya gibi bir mimari korku armağan ediyor sinemaya. Üstelik üst açısından genel açısına, detay planlarından kaydırmalarına son derece sarhoş edercesine... İntihar tarikatının anlamlı hale gelmesinden ziyade gerilimle değil tüm gerçekliğiyle sunulması filmi zirveye çıkarıyor.
‘Meta-korku’, ‘mimari korku’, ‘saykodelik korku’, ‘hipnotik korku’ gibi alanlardan geçerek kendi yönünü belirleyen bir tarikatlı folk korku filmine dönüşüyor “Midsommar”. Yaz sıcağında sarhoşa çevirirken dört kişinin elinden geçen deli işi sanat yönetimiyle de mest ediyor. Gerçekten yapı üzerine yapı kurulurken detaycılık üst düzey ve her konuda profesyonelce uğraşılmış. 1973 ve 2006 tarihli iki ‘The Wicker Man’ filminin toplamından daha kaliteli “Midsommar”, alanında modern klasiğe dönüşebilir.
HÜZÜNLÜ AİLE HİKAYELERİ
Ari Aster, büyük oranda hüzünlü aile hikayeleri anlatmak istiyor. Ama bunları korku formları üzerinden yorumlamayı seviyor. “Ayin”de (“Hereditary”, 2018) ailenin en büyüğünün ölmesini takiben garip olaylar izliyorduk. Arkada gizlenen bir ‘yas filmi’ vardı. “Ritüel”de (“Midsommar”, 2019) de ailenin bipolar bireyinin intiharını takiben bir festival alanında ‘intihara sürükleyen pagan tarikat’ devreye giriyor. Başroldeki Pugh (Dani) ile Reynor’ın (Christian) yarattığı ‘ayrılık’ hissi her şeyi tetikleyen ana unsur sanki. Aslında bunu yaparken de çok klasik bir işleyiş yok.
Korku sinemasında M. Night Shyamalan, 1990’ların sonunda atmosfer odaklı geleneği, Nakata’vari bir şekilde Amerikan sinemasına soktu (bkz. gotik korku filmi klasiği “Altıncı His” / 1999). Bu durum birçok filmi etkiledi, bir eğilim yarattı. Pek başarılı olmasa da “Blair Cadısı”nın (“The Blair Witch Project”, 1999) devamında 2000’lerde devreye giren ‘buluntu film’ furyaya dönüştü. Bunun peşine Ti West, Adam Wingard gibileri ‘mumblecore akımı’ üzerine kurulu yaratıcı gerçeklikle takıldı. Aslında 2007’de Oren Peli “Paranormal Activity” ile bu eğilime ‘nokta atışı bir örnek’ ekledi, seriye dönüşen filmin diğer örneklerinde yapımcı koltuğuna çekildi.
Seriye dönüşen “Otel”le (“Hotel”, 2005) Eli Roth, bir diğer taraftan da istismar filmlerinin furyaya dönüşmesini sağladı. Bu eğilimle dirsek teması kurup melez yapısıyla çığır açan slasher filmi “Testere”nin (“Saw”, 2004) yönetmeni James Wan’ın oyunbaz korku filmleri de revaçtaydı. “Ruhlar Bölgesi” (“Insidious”, 2010), ‘klasik perili ev filmi’ni, ‘metafiziksel ruh filmi’ne çevirerek bir modern klasik çıkardı. 2010’larda ise Ari Aster ve Robert Eggers bunların hiçbirinden beslenmeden taptaze bir auteur kumaşıyla yeni bir kuşak yaratmaya oynuyor. Son 20 yılda ev çok fazla merkezdeydi, bu sebeple de aslında “Ruhlar Bölgesi” ve Wingard’ın “Şeytanın Evi” (“The House of the Devil”, 2009) kadar kalıcı olamadı “Ayin”.
‘MİMARİ KORKU’ ARAYIŞINA AÇIK ALAN YARAMIŞ
“Ritüel” ise o maket/bebek evi estetiği merkezli modelin daha doğru hesaplandığı ve detaycı hale getirildiği bir film. Elbette bir atmosfer arayışı var, ama fazlasıyla eklektik. Modelin esas meselesi ise ‘maket’ üzerine kurulu bir yaklaşım. Bu da sanat yönetimini merkeze yerleştiren bir ‘mimari korku’ eğilimi getiriyor. William Castle da zamanında yapım tasarımını öne alırdı, oyunbazlığı ile Wan’ı etkiledi.
Ama Aster’in yapmak istediği sanki olup bitenin bir maket ile gerçek hikaye arasında gidip gelmesini vurgulamak. Bu da aslında bir çeşit ‘meta-horror’ denemesini devreye sokuyor. Yönetmenin 2011 tarihli kısa filmi “The Strange Thing About the Johnsons”da bunun daha net bir şekilde ev içindeki gerilime adapte edildiğini gördük. Burada ise yine hikaye ev üzerinden start alsa da 25. dakikasında bizi İsveç’te bir pagan tarikatının arasına sokuyor.
'PAGAN TARİKATI FİLMLERİ'NDEN KENDİNE ÖZGÜ BİR MODEL ÇIKARIYOR
Sinemada cadı ayininin kullanılmasının tarihini 1920’lerde Danimarka sessiz sinema klasiği “Haxan”a kadar götürebiliriz. 1960’larda ise renkli dönemde cadı avının, cadı ayinin artıp bir alt tür yaratmasını takiben okült korku filmi alt türü de devreye girdi. Onun içinden ‘satanist tarikat’, ‘pagan tarikatı’, ‘dini tarikat’, ‘çocuklardan oluşan tarikat’ gibi alt-alt türlerin çıktığı görüldü.
Bunlardan ilkinde “Rosemary’nin Bebeği” (“Rosemary’s Baby”, 1968), “Ecelle Yarış” (“Race with The Devil”, 1975), “Şeytanın Evi” (2009), ikincisinde “Manos: The Hands of Fate” (1966), “Gizemli Ada” (“The Wicker Man”, 1973), “Black Death” (2010), "Karanlığı Savuşturmak için Bir Büyü" ("A Spell to Ward Off The Darkness", 2013), “Lanet” (“Sinister”, 2016) gibi örnekler hatırlanıyor. Dini fanatiklik üzerinden yürüyen intihar tarikatına “Ayin” (“The Sacrament”, 2013), “Apostle” (2018), “The Lodge” (2018); çocukların bir okült grup oluşturduğu filmlere “Mısır Çocukları” (“Children of the Corn”, 1984) ve “Vinyan” (2008) örnekleri verilebilir. Tabi “The Master” (2012) ve “Martha Marcy May Marlene” (2011) gibi cinsel istismar tarikatları da korkuya kaymadan iş bitirebiliyor.
FOLK/OKÜLT KORKU ALANINDA ANILACAKTIR
Aslında 2010’larda da ‘tarikatlı korku filmi’ alanında çok başarılı örnekler var. Ama bunların arasında farkını yaratarak öne çıkan bir ‘pagan tarikatı filmi’ modeli yaratıyor Ari Aster burada. Bu alt-alt türde ilk örnek çöp (trash) “Manos: The Hands of Fate”. Ama esasen 1973’te Christopher Lee’nin rol aldığı, İskoçya’da bir adada geçen ve tarihsel açıdan değerli bir yere oturan “Gizemli Ada” daha bir öne çıkarılabilir.
Ama onun da 2006’da anlamsız bir yeniden çevrime malzeme olmasının yanı sıra ister istemez kült bir B-tipi denemenin ötesi olmadığı söylenebilir. Sürekli tarikat bireylerinin müzikal numaraları ve anadan üryan çıplak kalmalarıyla acemiliğin ortasında kaybolup gitmişti. Robin Hardy’den ziyade Lee kalıcı oldu. 2011’de yapılan “The Wicker Tree” de anlamsız bir devam filmi olarak önemsenmedi.
“Gizemli Ada”, 1970’lerden beri sözü geçen ve kaynağını edebiyat veya müzikten aldığı düşünülebilecek ‘folk horror’un da başlangıçlarından biri olarak anılmakta yeni milenyumda. Sözü geçen alan, ‘efsaneler, mitler ve halk hikayeleri’nden beslenen bir başka akraba alt türe açılır. 2010’lardan Ben Wheatley’nin “Ölüm Listesi” (“Kill List” 2011), “Büyülü Tarla” (“A Field in England”, 2013) gibi çılgın filmleri bu konuda örnek gösterilebilir. Bu sebeple de “Ritüel”i bir ‘folk/pagan tarikatı korkusu’ ya da ‘folk/okült korku’ olarak anmak daha doğru olacaktır.
BERGMAN FİLMİ GİBİ BAŞLIYOR
2010’larda paganizmi ele alan “Black Death” gibi yine İngiliz coğrafyasında ilerleyen ve fena işlemeyen aksiyon ve fantezi yüklü bir epik film denemesi var. Derrickson imzalı “Lanet” ise Wan’vari bir tekinsizlikten destek alırken evin içinde Super 8 ve snuff film üzerinden keşif yapma arzusunu başarılı bir şekilde kullanmasıyla en değerli denemelerden biriydi. Ti West’in bu alt türde paganizme girmeden iki retro dokulu ve kalıcı film çekmesi de unutulmamalı: “Şeytanın Evi” ve “The Sacrament”. Ben Rivers-Ben Russell ikilisinin "Karanlığı Savuşturma için Bir Büyü"sü ise docudrama damarlı tuhaf bir 'metal kültürünün saykodelik pagan korkusu' yaratarak, türün geleneklerine karşı çıkan dağınık bir imge gösterisine dönüşmüştü.
Ama burada başka bir model arayışı var. “Ritüel”, yazın ortasında bir ritüelin arasında kimliğini kaybeden 4-5 arkadaşın arasına giriyor. Girişte ABD bölümleri mat renkleri öne çıkarıp bir Bergman filmi gibi start alıyor aslında, çokça da “Kurdun Saati”nin (“Vargtimmen”, 1968), üstadın ilişki filmi gibi başlayıp ‘gotik yamyam filmi klasiği’ne dönüşen filminin kardeşi gibi gözüküyor. Orada hamile kalan eşinden kopup başka bir adadaki malikanenin içinde ‘yasak ilişki’ arayan Johan Borg (Max Von Sydow) vardı. Onun ‘kurdun saati’ni, yani sabaha karşı 4-5 arasını, ölüm ile doğumun en çok olduğu zaman dilimini de feyz alarak ‘karanlık’ta yol alması ruhsal ve ikonik bir modele yol açmıştı.
“Ritüel”de ise sıkıntı giriş bölümüne yüklenmiş. Dani ile Christian’ın gözünden akan ‘ilişki filmi’, büyük oranda ‘ayrılık filmi’ne dönüşüyor. Oradaki karanlığın yerini aydınlık alıyor, belki de en önemli farklılık bu. Uçakta kameranın kaydırılmasıyla birlikte aslında Pugh’un yerine oturduğu plan sekans anlamlı. Onun ötesinde arabayı görünce ters dönüp takip eden kamera da bir şeyleri ortaya koyuyor.
JODOROWSKY İLE POWELL-PRESSBURGER BULUŞUYOR
Tarlaya girişle birlikte ise İsveç’e özgü bir hap alan Pugh’un arayışı ya da kabusu başlıyor. Buradan da aslında 40. dakikadan itibaren olup bitenin bir kabus olabileceğine dikkat çekiyor yönetmen. Bir kabus, bir düş, bir uyuşturucu nöbeti ya da Amerikalıların deyimiyle 'acid trip' canlanıyor bu sayede. Aslında yöreye girişle birlikte bir şekilde Jodorowsky usulü bir zihinsel yaklaşım var. Kafa yapan acid bilimkurgu başyapıtı “Kutsal Dağ”ı (“La Montaña Sagrada”, 1973) çokça andırıyor filmin sanat yönetimine ve öznel dünyaya yaklaşımı.
Genel planları da kullanan yönetmen, genelde oyuncuların yanında kaydırmalara başvurmayı seçiyor. Leh görüntü yönetmeni Pogorzelski bunların süresiyle filmin özellikli ritim duygusunu destekliyor. Bakış açı kamerasına da geçebiliyor. Bunun ötesinde kuruluşa dikkat çeken ’90 yılda bir yapılan kutlama’ adına da kamera kaydırmaları, etkinliğin posterlerine yakın plan alabiliyor. Ortada beliren ve kalınan camp ortam da gayet manidar. Aslında bu sayede de Powell-Pressburger ikilisinin sanat yönetimi odaklı ve düşsel/masalsı atmosferi akla geliyor. Bu damar da filme ‘destansı’ bir hava katıyor.
“Ritüel”, özünde ‘ilişki filmi’ olduğunu da düşününce “Aşk ve Ölüm” (“A Matter Life and Death”, 1946) gibi bir atmosfer duygusunu ucundan yaşatıyor. Oradaki ‘fantastik’ ile ‘gerçek dünya’ arasındaki bağlantı akla geliyor. Yani Jodorowsky ile Powell-Pressburger birleşiyor. Bu uçlardaki isimlerin bir araya gelip orijinal “The Wicker Man”i çektiği izlenimi de yaratılıyor çokça. Yönetmenin ilk filmde başlattığı ‘mimari korku’, yani her şeyi bir maket ya da oyuncak ev estetiğiyle şekillendirme duygusu açık alanda daha işlevsel ve iş bitirici oluyor bu sayede.
GÜN IŞIĞINDA GEÇEN FOLK KORKU FİLMİ
Derin odak da korkutucu anlarda araya girebiliyor. Shayamalan kadar sert atmosfer duygusu yok, aksine hipnotik ayin sekansları da belirebiliyor, deneysel müzik grubu The Haxan Cloak’un alternatif besteleriyle irkiltici olması değerli. Bu da aslında ‘gün ışığında korku filmi’ne çok şey katıyor. Genelde gece geçen ‘korku’ burada gözleri alan bir güneşin içinde canlanıyor.
İsveç’te gece olmaması bir yana, karakterin saykodelik haline odaklanmak da yukarıdan gelen beyaz ışıkların bir sebebi olabilir. Bu açıdan da filmin saykodelik, hipnotik, mimari, meta-okült korku filmi geleneği anılası hale geliyor.
Aster, İsveççe konuşan tiplemeleri de dışlamayarak politik açıdan doğru duruyor. Biraz da intihar eden bipolar kardeşinin yerine gelen kabusları canlandırıyor. Ama sıcak üzerimize üzerimize geliyor ve bizi sarhoş ediyor. Jodorowsky ile Pressburger-Powell arası havada şekillenen ve ‘folk korku’ konusunda aslında ötekileştirme yapmayan bir yaklaşım canlanıyor. Zira bu alanda genelde halk hikayelerini, egzotik dünyaları yansıtmasıyla sinemada ötekileştirici bir eğilim vardır genelde…
KÜLT PAGAN TARİKATI FİLMİ THE WICKER MAN’İ İKİYE KATLIYOR
Filmin mizahla ilişkisi de sapına kadar o noktaya kayıp kontrolden çıkan “The Wicker Man”i düşününce manidar. Aster’in ana karakterine hap almak, uyuşturucu kullanmak iyi gelmiş. Bu da rüya gibi bir mimari korku armağan ediyor sinemaya. Üstelik üst açısından genel açısına, detay planlarından kaydırmalarına son derece sarhoş edercesine... İntihar tarikatının anlamlı hale gelmesinden ziyade gerilimle değil tüm gerçekliğiyle sunulması filmi zirveye çıkarıyor.
‘Meta-korku’, ‘mimari korku’, ‘saykodelik korku’, ‘hipnotik korku’ gibi alanlardan geçerek kendi yönünü belirleyen bir tarikatlı folk korku filmine dönüşüyor “Midsommar”. Yaz sıcağında sarhoşa çevirirken dört kişinin elinden geçen deli işi sanat yönetimiyle de mest ediyor. Gerçekten yapı üzerine yapı kurulurken detaycılık üst düzey ve her konuda profesyonelce uğraşılmış. 1973 ve 2006 tarihli iki ‘The Wicker Man’ filminin toplamından daha kaliteli “Midsommar”, alanında modern klasiğe dönüşebilir.
'YULI': 'SAHNE-HAYAT İLİŞKİSİ' DAMARLI BİYOGRAFİK BALE FİLMİ
FİLMİN NOTU: 6.8
|
Küba’nın ‘Billy Elliott’ı olarak anılabilecek, ‘sahne-hayat ilişkisi’ üzerine kurulu bir Carlos Acosta biyografik bale filmi. Iciar Bollain, 8. uzun metrajında olgunluk sınavı veriyor ve yeni milenyumun en iyi 3 bale filmi arasına “Yuli”nin adını yazdırıyor.
LAVERTY İLE DÖRDÜNCÜ BİRLİKTELİK
Bale filmlerinin tarihine bakınca “Kırmızı Pabuçlar” (“The Red Shoes”, 1948), “Billy Elliott” (2000), “Siyah Kuğu” (“Black Swan”, 2011) gibi başyapıt seviyesinde örnekler ilk akla gelenler. Ama Bergman’ın “Yaz Oyunları” (“Sommarlek”, 1951), Charlie Chaplin’in sahne hayatını romans malzemesi olarak kullanan “Sahne Işıkları” (“Limelight”, 1952), Herbert Ross’un Bancroft-MacLaine yüzleşmesine odaklanan düzgün çekilmiş “The Turning Point”i (1977) ve Bruce Beresford’un kendi içinde tutarlı “Mao’nun Son Dansçısı” (“Mao’s Last Dancer”, 2009) da bu türde tatmin edici denemelerdi. Aslında "Yuli", sonuncunun daha modern ve yetkin kardeşi gibi.
Bollain, Ken Loach’un senaristi Paul Laverty ile bir araya gelerek farklı ülkelerin, ücra köşelerin ilginç hikayelerini keşfe çıkmayı planladı. Bunlardan bazıları kayda değer bir kapitalizm eleştirisine dönüşürken, bazıları anlamsız bir turistik geziye dönüştü.
“Yağmuru Bile”de (“Tambien La Lluvia”, 2010) Bolivya’da Christophe Columbus’la ilgili bir film çekmenin hikayesi, Lluis Tosar ile Gael Garcia Bernal üzerinden sonuç veren bir yaklaşımın başlangıcı olarak değerliydi. ‘Egzotik meta-film’ olarak özel bir yere yerleşti. “Gökyüzünde Bir Ayna” (“Katmandú, un espejo en el cielo”, 2011), İspanyol bir öğretmenin Afrika’ya seyahati, Nepal’e yapılan turistik gezinin ötesi değildi. 2016’da “Zeytin Ağacı” (“El Olivo”) yine doğanın katledilmesi üzerine, yok edilen büyük bir ağacın lokantaya dönüştürülmesine dair çevreci bir hikayenin izini sürdü, ama tonlama ve görsel işçilik sıkıntıları çekti.
DAHİYANE KOREOGRAFİLERLE ŞAHLANIYOR
“Yuli”, paralel kurgunun azmiyle koreografi gücü yüklenen heyecan verici bir başarı hikayesi olarak anılabilir. Sanki Acosta'nın yaşadıkları araya ‘bale koreografileri’ koyarak canlandırıyor. Bu ‘dans-başarı hikayesi’ ilişkisi bir hayli ilgi çekici. Adeta koreografiler bir hayat hikayesini anlatıyor, bu sayede de aslında bir resital arka planda akıyor. Ne Carlos Saura’nın inatla flamenko performansı üzerine gitme algısı ne de klasik biyografilerin yaşama odaklanırken sanatın gerçekliğini gözden kaçırma sorunu devreye giriyor.
Bu durum da Küba'dan ABD'ye, Londra'ya uzanan geniş bir alanı kapsıyor. Yuli'nin yaşlarına can veren karakterin eşliğinde, politik açıdan tartışmalı “Entebbe’de 7 Gün” (“7 Days in Entebbe”, 2018) ile akrabalık kuran bir koreografi mantığı var. İster istemez de “Yuli”nin yolculuğu bize tesir ediyor. Bu tesir etme sömürüye kaymadan araya ‘dahiyane koreografiler’in girmesi ile gerçekleşiyor.
KOREOGRAFİ-SİNEMA İLİŞKİSİ ADINA ETKİLEYİCİ BİR FİLM
Eisenstein'in Kuleshov efekti misali, bir “Potemkin Zırhlısı” (“Bronenosets Potemkin”, 1925) etkisi de beliriyor çokça. Ama bu kez klasik biyografinin ‘müzikal/dans’ damarlı hale geldiği net. Film, zaman zaman Bob Fosse’un başyapıtı “All That Jazz”i (1979) ile akrabalık kuran modern bir biyografik müzikale dönüşüyor. Bunun adını ‘bale müzikali’ koymak mümkün olabilir. Nacho Ruiz Capillas’ın kurgusu ise çok iyi.
“Yuli”, Stephen Daldry’nin “Billy Elliott”ının Küba'dan çıkan kardeşi gibi. “Siyah Kuğu” kadar devrimci, melankolik ve melez bir bale filmi değil. Ama finalde gelinen “Kırmızı Pabuçlar” noktası bile bu politik figürü duyguları ve parçalarıyla hatmetme arzusu yaratıyor. Bale filmlerinin biyografik bir hikayeden beslendiğini az görürüz –belki en yakın 2009 tarihli “Mao’nun Son Dansçısı” akla geliyor-. Burada Acosta’nın hayatı, türün ‘sahne-hayat ilişkisi’ damarlı yapısını kendine göre şekillendirip modern/postmodern bir biyografinin içine yerleştiriyor. Filmin özelliği de bu püf noktası sanki.
Bollain, yavaş yavaş üzerine koyduğu sinemasında bu kez 2.35:1'de hiçbir karede falso vermeden, akılda kalıcı ezgileriyle de iz bırakıyor. Koreografi-sinema ilişkisi adına etkileyici bir film “Yuli”. Yönetmenin de olgunluk dönemine girdiğini kanıtlıyor.
LAVERTY İLE DÖRDÜNCÜ BİRLİKTELİK
Bale filmlerinin tarihine bakınca “Kırmızı Pabuçlar” (“The Red Shoes”, 1948), “Billy Elliott” (2000), “Siyah Kuğu” (“Black Swan”, 2011) gibi başyapıt seviyesinde örnekler ilk akla gelenler. Ama Bergman’ın “Yaz Oyunları” (“Sommarlek”, 1951), Charlie Chaplin’in sahne hayatını romans malzemesi olarak kullanan “Sahne Işıkları” (“Limelight”, 1952), Herbert Ross’un Bancroft-MacLaine yüzleşmesine odaklanan düzgün çekilmiş “The Turning Point”i (1977) ve Bruce Beresford’un kendi içinde tutarlı “Mao’nun Son Dansçısı” (“Mao’s Last Dancer”, 2009) da bu türde tatmin edici denemelerdi. Aslında "Yuli", sonuncunun daha modern ve yetkin kardeşi gibi.
Bollain, Ken Loach’un senaristi Paul Laverty ile bir araya gelerek farklı ülkelerin, ücra köşelerin ilginç hikayelerini keşfe çıkmayı planladı. Bunlardan bazıları kayda değer bir kapitalizm eleştirisine dönüşürken, bazıları anlamsız bir turistik geziye dönüştü.
“Yağmuru Bile”de (“Tambien La Lluvia”, 2010) Bolivya’da Christophe Columbus’la ilgili bir film çekmenin hikayesi, Lluis Tosar ile Gael Garcia Bernal üzerinden sonuç veren bir yaklaşımın başlangıcı olarak değerliydi. ‘Egzotik meta-film’ olarak özel bir yere yerleşti. “Gökyüzünde Bir Ayna” (“Katmandú, un espejo en el cielo”, 2011), İspanyol bir öğretmenin Afrika’ya seyahati, Nepal’e yapılan turistik gezinin ötesi değildi. 2016’da “Zeytin Ağacı” (“El Olivo”) yine doğanın katledilmesi üzerine, yok edilen büyük bir ağacın lokantaya dönüştürülmesine dair çevreci bir hikayenin izini sürdü, ama tonlama ve görsel işçilik sıkıntıları çekti.
DAHİYANE KOREOGRAFİLERLE ŞAHLANIYOR
“Yuli”, paralel kurgunun azmiyle koreografi gücü yüklenen heyecan verici bir başarı hikayesi olarak anılabilir. Sanki Acosta'nın yaşadıkları araya ‘bale koreografileri’ koyarak canlandırıyor. Bu ‘dans-başarı hikayesi’ ilişkisi bir hayli ilgi çekici. Adeta koreografiler bir hayat hikayesini anlatıyor, bu sayede de aslında bir resital arka planda akıyor. Ne Carlos Saura’nın inatla flamenko performansı üzerine gitme algısı ne de klasik biyografilerin yaşama odaklanırken sanatın gerçekliğini gözden kaçırma sorunu devreye giriyor.
Bu durum da Küba'dan ABD'ye, Londra'ya uzanan geniş bir alanı kapsıyor. Yuli'nin yaşlarına can veren karakterin eşliğinde, politik açıdan tartışmalı “Entebbe’de 7 Gün” (“7 Days in Entebbe”, 2018) ile akrabalık kuran bir koreografi mantığı var. İster istemez de “Yuli”nin yolculuğu bize tesir ediyor. Bu tesir etme sömürüye kaymadan araya ‘dahiyane koreografiler’in girmesi ile gerçekleşiyor.
KOREOGRAFİ-SİNEMA İLİŞKİSİ ADINA ETKİLEYİCİ BİR FİLM
Eisenstein'in Kuleshov efekti misali, bir “Potemkin Zırhlısı” (“Bronenosets Potemkin”, 1925) etkisi de beliriyor çokça. Ama bu kez klasik biyografinin ‘müzikal/dans’ damarlı hale geldiği net. Film, zaman zaman Bob Fosse’un başyapıtı “All That Jazz”i (1979) ile akrabalık kuran modern bir biyografik müzikale dönüşüyor. Bunun adını ‘bale müzikali’ koymak mümkün olabilir. Nacho Ruiz Capillas’ın kurgusu ise çok iyi.
“Yuli”, Stephen Daldry’nin “Billy Elliott”ının Küba'dan çıkan kardeşi gibi. “Siyah Kuğu” kadar devrimci, melankolik ve melez bir bale filmi değil. Ama finalde gelinen “Kırmızı Pabuçlar” noktası bile bu politik figürü duyguları ve parçalarıyla hatmetme arzusu yaratıyor. Bale filmlerinin biyografik bir hikayeden beslendiğini az görürüz –belki en yakın 2009 tarihli “Mao’nun Son Dansçısı” akla geliyor-. Burada Acosta’nın hayatı, türün ‘sahne-hayat ilişkisi’ damarlı yapısını kendine göre şekillendirip modern/postmodern bir biyografinin içine yerleştiriyor. Filmin özelliği de bu püf noktası sanki.
Bollain, yavaş yavaş üzerine koyduğu sinemasında bu kez 2.35:1'de hiçbir karede falso vermeden, akılda kalıcı ezgileriyle de iz bırakıyor. Koreografi-sinema ilişkisi adına etkileyici bir film “Yuli”. Yönetmenin de olgunluk dönemine girdiğini kanıtlıyor.
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
AKILLARA SEZA: 2.9
ALADDIN: 4.5
AMERİKAN SOYGUNU (AMERICAN ANIMALS): 5.4
ANNA: 3.3
ANNABELLE 3: 4.5
ARKADAŞIMIN AŞKI (AMOUREUX DE MA FEMME): 3.4
ASLAN KRAL (THE LION KING): 5.9
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
ATEŞLE OYNAYANLAR (JOUEURS): 5.3
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
COLETTE: 5.5
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GLORIA BELL: 5.5
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GÜLLER: 3.3
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HOTEL MUMBAI: 4.5
İMPARATOR: YERALTI DÜNYASININ HÜKÜMDARI (L’EMPEREUR DE PARIS): 3.9
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KIYAMET DENEYİ: APORIA: 3.4
KRİPTO VURGUN (CRYPTO): 2.5
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
KÜL EN SAF BEYAZDIR (ASH IS PUREST WHITE): 6.1
LAUREL İLE HARDY (STAN AND OLLIE): 4.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
ÖLÜMCÜL SULAR (CRAWL): 3.5
ÖRÜMCEK-ADAM: EVDEN UZAKTA (SPIDER-MAN: FAR FROM HOME): 5.4
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TOLKIEN: 5.8
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YESTERDAY: 5.5
YULI: 6.8
YUVAYA DÖNÜŞ: 2.8
ZAVALLI (PITY): 6.8
AKILLARA SEZA: 2.9
ALADDIN: 4.5
AMERİKAN SOYGUNU (AMERICAN ANIMALS): 5.4
ANNA: 3.3
ANNABELLE 3: 4.5
ARKADAŞIMIN AŞKI (AMOUREUX DE MA FEMME): 3.4
ASLAN KRAL (THE LION KING): 5.9
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
ATEŞLE OYNAYANLAR (JOUEURS): 5.3
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.3
BAĞCIK: 0.8
BEKÇİ: 4.1
BEYAZ KARGA (THE WHITE CROW): 6
BÜYÜLÜ GECELER: 5
CİNNET: 5.1
COLETTE: 5.5
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GLORIA BELL: 5.5
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GÜLLER: 3.3
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HOTEL MUMBAI: 4.5
İMPARATOR: YERALTI DÜNYASININ HÜKÜMDARI (L’EMPEREUR DE PARIS): 3.9
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KIYAMET DENEYİ: APORIA: 3.4
KRİPTO VURGUN (CRYPTO): 2.5
KUYU (HOLE IN THE GROUND): 5.5
KÜL EN SAF BEYAZDIR (ASH IS PUREST WHITE): 6.1
LAUREL İLE HARDY (STAN AND OLLIE): 4.5
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
OYUNCAK HİKAYESİ 4 (TOY STORY 4): 3.6
ÖLÜMCÜL SULAR (CRAWL): 3.5
ÖRÜMCEK-ADAM: EVDEN UZAKTA (SPIDER-MAN: FAR FROM HOME): 5.4
ROCKETMAN: 6.9
SINIR (GRANS): 5.6
SİYAH GİYEN ADAMLAR: GLOBAL TEHDİT: 3.9
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TOLKIEN: 5.8
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YESTERDAY: 5.5
YULI: 6.8
YUVAYA DÖNÜŞ: 2.8
ZAVALLI (PITY): 6.8