KIESLOWSKI ETKİLİ İLİŞKİ FİLMİ
20/04/2011 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 7.2
|
Fassbinder, Bergman ve Kieslowski’den bildiğmiz ‘renk farkları ve tonları’ üzerinden sinema dili yaratma mantığının izini süren bir Amerikan bağımsızı. Bunu dörtlü bir ilişki filminin içinde sadakat, mahremiyet, tutku, aşk, evlilik gibi kavramlar ışığında devreye sokan James Gray, “İki Aşık” ile felsefik anlamda derin noktalara açılmayı becermiş. Böylelikle 70’ler Amerikan sinemasındaki ‘Avrupa’ tutkusunun günümüzde John Curran ile birlikte en bariz temsilcisi olduğunu bir kez daha ispatlıyor burada.
Amerikan bağımsız sineması menşeli James Gray, 1994’de “Küçük Odessa” (“Little Odessa”) ile Venedik’te aldığı Gümüş Aslan ödülünden beri kendini ispat etmiş bir isim. Kaynağını aldığı yerden de bütün türleri ‘karakter draması’ bünyesinde karşımıza getirmeyi sevdiğini görebiliyoruz. Yönetmenin senaryolarını da şahsen kendisi yazması, bundan 20 sene sonra auteur mertebesine ulaşmasının bir garantisi olarak görülebilir.
Avrupa sinemasının geleneklerine aşık bir bağımsız ruh
1999’da “The Yards” ile adı Oscar yarışında geçen Gray’in, 2007’de çektiği “Gecenin İki Yüzü”nden (“We Own the Night”) sonra “İki Aşık”la (“Two Lovers”, 2008) da Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasına girmesi sürpriz değil. Zira yönetmen önceki filminden ders almış bir ölçekte burada filmografisinin ‘aşk filmi’ ya da ‘ilişki filmi’ ayağıyla yüzleşmemizi sağlıyor. Bu doğrultuda da aslında psikolojik, felsefik ve sinemasal derinliği olan bir yapıtla çıkageliyor.
Aslında burada daha iyi anlaşılıyor ki Gray, fazlasıyla Avrupa sinemasının geleneklerini ruhuna uyarlamak isteyen bir sinema işçisi. “İki Aşık”taki Joaquin-Baca Asay imzalı sinematografi çalışmasının renkler üzerinden anlam yaratan Krzysztof Kieslowski’nin ‘ağıt sineması’na yakın durması tesadüf değil. Bu bağlamda da yönetmen New York metropolünün göbeğinde orta halli bir apartmandan ‘dörtlü ilişki filmi’ kavramına giriş yapmayı hedef almış kendisine.
Renk skalasından güç alan bir ilişki filmi
Gray’in filminin açılışını Joaquin Phoenix’in Leonard karakterinin köprüde yürümesi ve intihar edip kurtulması ile yapması, biraz da film boyunca nasıl bir psikoloji ile yüzleşeceğimizi özetliyor. 2.35:1 formatında her karesine, çekim ölçeğine, karakter girişine ve senaryosal dönüşüne hakim bir yönetmen filmi izliyoruz burada. Bu ilk karenin ardından da ‘yitik bir ruh’un hikayesi üzerinden, adeta ailesinin evine hapsolan 35 yaşlarında bir adamın; ‘ailemin önerdiği kız mı, yoksa sarışın güzel karşı komşum mu?’ açmazı içinde yaptıkları ele alınıyor.
Yönetmen, bu bağlamda soğukkanlılığını koruyarak filmi renkler üzerine yerleştirmiş. Sarı, Paltrow’un yani hayata giren ışığın, yeni ve tehlikeli hedeflerin anlamını çıkartırken, Vinessa Shaw’un tiplemesinin mavi ile dinginlik, adeta bulut ve sığınma mantığını anlattığı söylenebilir.
Dairenin içinin genelde kapkaranlık çizilmesi ise bir anlamda Leonard’ın ailesinden uzaklaşmak istediğini anlatıyor bizlere. Tabii Gray’in ‘röntgencilik’ meselesini kullanırken, özel hayat-mahrem hayat ikileminde bir dünya sunduğunu da bir kenara itemeyiz. Zira tüm bunları gölge ve ışık oyunlarıyla farklı renksel dokular üzerinden anlamlı hale getirdiğini görebiliyoruz.
Amerikan aile yapısına dil uzatırken, soyut tavrından uzaklaşmaması lehine olmuş
Zira bir taraftan bu sarı ile mavinin yani ilişkide aranması gereken bütün renklerin birleştiği nihai son yaklaşırken, bir taraftan da ‘röntgen’ meselesiyle ruhtan ziyade heyecan aşılanmış oluyor. Leonard, elinin altındaki kadından çok ‘tehlike’ye odaklanmayı seçiyor. Evlenme arifesindeki bir karakterin ağına düşüyor. Bu noktada da Gray’in işi çığrından çıkarıp gerilim ve karton karakterlerden ziyade, korumacı aile tablosunu eleştiren, karakterlerin psikolojisini öne çıkaran ve ilişkisel aldatma konusunda ince dokunuşlar yapan bir doğrultuda ilerlediği söylenebilir.
“İki Aşık”ın, nihai sona vardığında ise buna ‘nokta’ koyma açmazına düşmemesi takdir edilesi bir şey. Gray’in yönetmenlik becerisiyle ve soyut yaklaşımıyla öne çıkan bir ‘dörtlü ilişki filmi’ olarak anılabilir bu yapıt.
Amerikan bağımsız sineması menşeli James Gray, 1994’de “Küçük Odessa” (“Little Odessa”) ile Venedik’te aldığı Gümüş Aslan ödülünden beri kendini ispat etmiş bir isim. Kaynağını aldığı yerden de bütün türleri ‘karakter draması’ bünyesinde karşımıza getirmeyi sevdiğini görebiliyoruz. Yönetmenin senaryolarını da şahsen kendisi yazması, bundan 20 sene sonra auteur mertebesine ulaşmasının bir garantisi olarak görülebilir.
Avrupa sinemasının geleneklerine aşık bir bağımsız ruh
1999’da “The Yards” ile adı Oscar yarışında geçen Gray’in, 2007’de çektiği “Gecenin İki Yüzü”nden (“We Own the Night”) sonra “İki Aşık”la (“Two Lovers”, 2008) da Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasına girmesi sürpriz değil. Zira yönetmen önceki filminden ders almış bir ölçekte burada filmografisinin ‘aşk filmi’ ya da ‘ilişki filmi’ ayağıyla yüzleşmemizi sağlıyor. Bu doğrultuda da aslında psikolojik, felsefik ve sinemasal derinliği olan bir yapıtla çıkageliyor.
Aslında burada daha iyi anlaşılıyor ki Gray, fazlasıyla Avrupa sinemasının geleneklerini ruhuna uyarlamak isteyen bir sinema işçisi. “İki Aşık”taki Joaquin-Baca Asay imzalı sinematografi çalışmasının renkler üzerinden anlam yaratan Krzysztof Kieslowski’nin ‘ağıt sineması’na yakın durması tesadüf değil. Bu bağlamda da yönetmen New York metropolünün göbeğinde orta halli bir apartmandan ‘dörtlü ilişki filmi’ kavramına giriş yapmayı hedef almış kendisine.
Renk skalasından güç alan bir ilişki filmi
Gray’in filminin açılışını Joaquin Phoenix’in Leonard karakterinin köprüde yürümesi ve intihar edip kurtulması ile yapması, biraz da film boyunca nasıl bir psikoloji ile yüzleşeceğimizi özetliyor. 2.35:1 formatında her karesine, çekim ölçeğine, karakter girişine ve senaryosal dönüşüne hakim bir yönetmen filmi izliyoruz burada. Bu ilk karenin ardından da ‘yitik bir ruh’un hikayesi üzerinden, adeta ailesinin evine hapsolan 35 yaşlarında bir adamın; ‘ailemin önerdiği kız mı, yoksa sarışın güzel karşı komşum mu?’ açmazı içinde yaptıkları ele alınıyor.
Yönetmen, bu bağlamda soğukkanlılığını koruyarak filmi renkler üzerine yerleştirmiş. Sarı, Paltrow’un yani hayata giren ışığın, yeni ve tehlikeli hedeflerin anlamını çıkartırken, Vinessa Shaw’un tiplemesinin mavi ile dinginlik, adeta bulut ve sığınma mantığını anlattığı söylenebilir.
Dairenin içinin genelde kapkaranlık çizilmesi ise bir anlamda Leonard’ın ailesinden uzaklaşmak istediğini anlatıyor bizlere. Tabii Gray’in ‘röntgencilik’ meselesini kullanırken, özel hayat-mahrem hayat ikileminde bir dünya sunduğunu da bir kenara itemeyiz. Zira tüm bunları gölge ve ışık oyunlarıyla farklı renksel dokular üzerinden anlamlı hale getirdiğini görebiliyoruz.
Amerikan aile yapısına dil uzatırken, soyut tavrından uzaklaşmaması lehine olmuş
Zira bir taraftan bu sarı ile mavinin yani ilişkide aranması gereken bütün renklerin birleştiği nihai son yaklaşırken, bir taraftan da ‘röntgen’ meselesiyle ruhtan ziyade heyecan aşılanmış oluyor. Leonard, elinin altındaki kadından çok ‘tehlike’ye odaklanmayı seçiyor. Evlenme arifesindeki bir karakterin ağına düşüyor. Bu noktada da Gray’in işi çığrından çıkarıp gerilim ve karton karakterlerden ziyade, korumacı aile tablosunu eleştiren, karakterlerin psikolojisini öne çıkaran ve ilişkisel aldatma konusunda ince dokunuşlar yapan bir doğrultuda ilerlediği söylenebilir.
“İki Aşık”ın, nihai sona vardığında ise buna ‘nokta’ koyma açmazına düşmemesi takdir edilesi bir şey. Gray’in yönetmenlik becerisiyle ve soyut yaklaşımıyla öne çıkan bir ‘dörtlü ilişki filmi’ olarak anılabilir bu yapıt.