BiZE DE BEKLERiZ # 6: SUGAR
20/08/2009 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 9.4 |

“Half Nelson”ın yönetmenlerinin bu ikinci filmi, spor filmlerinin kalıplarını tersyüz ederek türün tarihinde “Şampiyon”dan daha devrimci bir yere oturuyor. Bu yönüyle de 2008’in en iyileri arasındaki yerini tescilliyor.
Spor filmlerinin kalıplarını hepimiz biliriz. Ya elinde hiçbir şey olmayan bir adam, bir anda sınıf atlar ve hayat standartlarını geliştirir. Ya da hayatı düzgün giden bir kişi, sporla bu mutluluğunu sürdürür. Ancak bunların hepsinin sonunda ‘başarı’ vardır. Tabii ki de ‘spor filmi’, bir tür olduğu için ‘tür sinemasının’ içinde Amerikan klasik sinemasının grameriyle anlatılır.
“ŞAMPİYON"UN ŞANSSIZLIĞI "SUGAR" İLE AYNI YIL ÇEKİLMESİ
Böyle olunca da ister istemez bir ‘Amerikan başarı öyküsü’ne dönüşür ve solcu mesajlar salgılar. Bu kalıpları yıkmak için ise hem Amerikan klasik sinemasının film gramerinden kaçınmak, hem başarıyı başarısızlığa çevirmek, hem de elimize anti-kahramanlar vermek gerekir. 2008’de çekilen “Şampiyon” (“The Wrestler”) ve “Sugar” işte bu yolun yolcusu iki film. Ancak “Sugar”, “Şampiyon” ile görsel ve dramatik anlamda aynı şeyin izini sürse de daha iddialı ve bozucu bir yapıt.
Öyle ki “Half Nelson”ın arkasındaki isimler olan Ryan Fleck ve Anna Boden, yine el kamerasını Cassavetes kadar derin ve aktif bir şekilde kullanıp, izleyicilerin beklentilerini boşa çıkaracak şekilde duygu sömürüsünü bozan bir yapıyla çıkageliyorlar. Öğrenci-öğretmen ilişkisinde sıkıldığımız şeyleri, iki alt kültür bireyi ve uyuşturucu katkısıyla “Half Nelson”da ‘Amerika'nın soyut portresi’ne çeviren yönetmenler, burada yine hem kalemlerini hem de zekalarını konuşturuyorlar.
HER ŞEY SPOR FİLMİNİ BOZMAK İÇİN!
“Sugar”, Dominik Cumhuriyeti’nde başlayan ve orada New York Yankees beyzbol takımının pilot takımının yıldızı olan bir karakterin izini sürüyor. Sugar lakaplı Miguel Santos, aslında biraz da ezilmek için bu takma isimle çağırılıyor. Zira yabancılaştırıcı bir şekilde onun ve arkadaşlarının arasından çıkmış bir ‘sosyal gerçekçi film’ izliyor gibi oluyoruz zaman zaman. Karakterlerin tamamının Portekizce konuşmaları ve amatör oyuncular olmaları, bu gerçekliği spor filmini bozmak için konumlandırıyor aslında.
Zira bölgeye gelen New York Yankees’in gözlemcisi (scout) o kadar kötü ki, adeta ‘Amerikalılar kötü, Afrikalılar iyidir’ gibi fazla kör kör parmağım gözüne bir mesaj salgılamış oluyor yapıt. Tabii bunu, ana karakterin, oradaki bütün beyzbolcuları aşağılaması ve adeta slapstick komedi malzemesi yapmasıyla anlatıyor. Öyle ki bu, tersine bir iyi-kötü mücadelesi. ‘Topa nasıl vuramazsın!’, ‘nasıl koşamazsın!’ gibi haşlamalarla yürüyor.
Filmin zaten üç bölüme ayrıldığı söylenebilir. Birinci kısımda ‘gözlem’e, ikinci kısımda ‘New York Yankees’de başarısızlık’a, üçüncü kısımda ise ‘beyzbol stadının altındaki bir oteldeki geçim mücadelesi’ne tanık oluyoruz. Yani başarmak ve sınıf atlamak için ABD’ye göç eden bir sporcu, bunun tam tersi istikamette ‘hayatını bile idame ettiremeyen bir adam’a dönüşüyor. Amerikan rüyası, daha önce bağımsız sinemada çokça gördüğümüz bir şekilde yıkılıyor.
FORMÜLLERİN BODEN-FLECK İKİLİSİNDEN ÇEKECEĞİ VAR!
Kameranın sürekli o karakterin yamacından ayrılmaması da, aslında daha önce gördüğümüz bu ‘anti-rüya’ meselesinin spor filmine transfer olmasını sağlıyor. İkinci kısımda, spor filminin gereklerini tersine çeviren bir görsel tercihle, kulübede oturan Sugar’a odaklanmaktan maçı bile izleyemiyoruz. Şehir hayatının görkemine de kapılmıyor karakterimiz.
Yani izleyicinin eline hiçbir istediğini vermiyor yapıt. Böylece seyircisini yabancılaştırmayı hedeflerken, karakterin yerine de koyarak yıldırmayı beceriyor. Bu sayede gerçekle yüzleştirmiş oluyor. Bu gayesiyle de zaten spor filmlerinin o sınıf atlama hikayesini tersine çevirdiği söylenebilir.
Zira karakterimizin sondaki hali, baştakindan daha trajik. ‘Sugar’ ismi de aslında onu şehrin erittiğini vurguluyor. Sonuç olarak Ryan Fleck-Anna Boden ikilisi bundan sonra da Cassavetes ekolünü benimsemenin yanında belli formülleri de yıkma peşinde koşacaklar orası kesin. En önemlisi de duygu sömürüsünü gerçekçi bir zemine oturtmaları olacak. ‘Öğretmen-öğrenci ilişkisi filmi’ni yıktıkları “Half Nelson”dan sonra “Sugar” da 2008’in en iyi filmlerinden biri. Spor filminde bir devrim!
Spor filmlerinin kalıplarını hepimiz biliriz. Ya elinde hiçbir şey olmayan bir adam, bir anda sınıf atlar ve hayat standartlarını geliştirir. Ya da hayatı düzgün giden bir kişi, sporla bu mutluluğunu sürdürür. Ancak bunların hepsinin sonunda ‘başarı’ vardır. Tabii ki de ‘spor filmi’, bir tür olduğu için ‘tür sinemasının’ içinde Amerikan klasik sinemasının grameriyle anlatılır.
“ŞAMPİYON"UN ŞANSSIZLIĞI "SUGAR" İLE AYNI YIL ÇEKİLMESİ
Böyle olunca da ister istemez bir ‘Amerikan başarı öyküsü’ne dönüşür ve solcu mesajlar salgılar. Bu kalıpları yıkmak için ise hem Amerikan klasik sinemasının film gramerinden kaçınmak, hem başarıyı başarısızlığa çevirmek, hem de elimize anti-kahramanlar vermek gerekir. 2008’de çekilen “Şampiyon” (“The Wrestler”) ve “Sugar” işte bu yolun yolcusu iki film. Ancak “Sugar”, “Şampiyon” ile görsel ve dramatik anlamda aynı şeyin izini sürse de daha iddialı ve bozucu bir yapıt.
Öyle ki “Half Nelson”ın arkasındaki isimler olan Ryan Fleck ve Anna Boden, yine el kamerasını Cassavetes kadar derin ve aktif bir şekilde kullanıp, izleyicilerin beklentilerini boşa çıkaracak şekilde duygu sömürüsünü bozan bir yapıyla çıkageliyorlar. Öğrenci-öğretmen ilişkisinde sıkıldığımız şeyleri, iki alt kültür bireyi ve uyuşturucu katkısıyla “Half Nelson”da ‘Amerika'nın soyut portresi’ne çeviren yönetmenler, burada yine hem kalemlerini hem de zekalarını konuşturuyorlar.
HER ŞEY SPOR FİLMİNİ BOZMAK İÇİN!
“Sugar”, Dominik Cumhuriyeti’nde başlayan ve orada New York Yankees beyzbol takımının pilot takımının yıldızı olan bir karakterin izini sürüyor. Sugar lakaplı Miguel Santos, aslında biraz da ezilmek için bu takma isimle çağırılıyor. Zira yabancılaştırıcı bir şekilde onun ve arkadaşlarının arasından çıkmış bir ‘sosyal gerçekçi film’ izliyor gibi oluyoruz zaman zaman. Karakterlerin tamamının Portekizce konuşmaları ve amatör oyuncular olmaları, bu gerçekliği spor filmini bozmak için konumlandırıyor aslında.
Zira bölgeye gelen New York Yankees’in gözlemcisi (scout) o kadar kötü ki, adeta ‘Amerikalılar kötü, Afrikalılar iyidir’ gibi fazla kör kör parmağım gözüne bir mesaj salgılamış oluyor yapıt. Tabii bunu, ana karakterin, oradaki bütün beyzbolcuları aşağılaması ve adeta slapstick komedi malzemesi yapmasıyla anlatıyor. Öyle ki bu, tersine bir iyi-kötü mücadelesi. ‘Topa nasıl vuramazsın!’, ‘nasıl koşamazsın!’ gibi haşlamalarla yürüyor.
Filmin zaten üç bölüme ayrıldığı söylenebilir. Birinci kısımda ‘gözlem’e, ikinci kısımda ‘New York Yankees’de başarısızlık’a, üçüncü kısımda ise ‘beyzbol stadının altındaki bir oteldeki geçim mücadelesi’ne tanık oluyoruz. Yani başarmak ve sınıf atlamak için ABD’ye göç eden bir sporcu, bunun tam tersi istikamette ‘hayatını bile idame ettiremeyen bir adam’a dönüşüyor. Amerikan rüyası, daha önce bağımsız sinemada çokça gördüğümüz bir şekilde yıkılıyor.
FORMÜLLERİN BODEN-FLECK İKİLİSİNDEN ÇEKECEĞİ VAR!
Kameranın sürekli o karakterin yamacından ayrılmaması da, aslında daha önce gördüğümüz bu ‘anti-rüya’ meselesinin spor filmine transfer olmasını sağlıyor. İkinci kısımda, spor filminin gereklerini tersine çeviren bir görsel tercihle, kulübede oturan Sugar’a odaklanmaktan maçı bile izleyemiyoruz. Şehir hayatının görkemine de kapılmıyor karakterimiz.
Yani izleyicinin eline hiçbir istediğini vermiyor yapıt. Böylece seyircisini yabancılaştırmayı hedeflerken, karakterin yerine de koyarak yıldırmayı beceriyor. Bu sayede gerçekle yüzleştirmiş oluyor. Bu gayesiyle de zaten spor filmlerinin o sınıf atlama hikayesini tersine çevirdiği söylenebilir.
Zira karakterimizin sondaki hali, baştakindan daha trajik. ‘Sugar’ ismi de aslında onu şehrin erittiğini vurguluyor. Sonuç olarak Ryan Fleck-Anna Boden ikilisi bundan sonra da Cassavetes ekolünü benimsemenin yanında belli formülleri de yıkma peşinde koşacaklar orası kesin. En önemlisi de duygu sömürüsünü gerçekçi bir zemine oturtmaları olacak. ‘Öğretmen-öğrenci ilişkisi filmi’ni yıktıkları “Half Nelson”dan sonra “Sugar” da 2008’in en iyi filmlerinden biri. Spor filminde bir devrim!
NE DURUMDA?
Ülkemizde haklarını alan şirket yok. Ancak ABD hakları Sony Pictures’ın elinde olduğu için şirketin DVD’lerini dağıtan Tiglon’dan yakın zamanda DVD’si çıkması beklenebilir. Ayrıca 2008’de patlayan filmin ülkemizdeki festivallere uğramaması da bir garip. Bu sebeple Ekim ayında Filmekimi veya 2010’da !f İstanbul’da gösterilmesi beklenebilir.