İLERİ GÖRÜŞLÜ MÜKEMMELLİYETÇİ
16/08/2010 - Habertürk
|
Henüz 24 yaşındayken içindeki yüksek sinema tutkusunu belli ederek 1953’te ilk filmini aile yardımı ve el yordamıyla çeken bir yönetmen. 1999’daki vefatına kadar sinemanın hemen hemen her türünde eser vermiş, bunları da farklı film modelleriyle sararak çığır açmış bir başyapıt fabrikası. Mükemmelliyetçiliğinin yanında ilişkilerin modern dünyadaki durumu, toplumsal şiddetin gideceği nokta, teknolojinin geleceği yerler, siyasi yönetimlerin dünyada açacağı zararlar ve daha nice sosyopolitik gelişme konusunda ileri görüşlü bir sanat adamı. Stanley Kubrick, Avrupa duyarlılığı da taşıyan hikaye anlatma güdüsüyle her filminde farklı bir üslup yaratıp sinemanın değişiminde önemli bir mihenk taşı olmuştur. Sadece 13 filmde bunu başarmak da hiç kuşkusuz bir ‘usta’ dokunuşu ister!
Sinemada bir planın nasıl çekilmesi gerektiğini, yerleştirilecek çerçevenin, yapılacak kurgu numarasının, kullanılacak objektifin, uygulanacak kamera hareketinin (ya da kamera çeşidinin) üstüne uzun saatler düşünülmesine ihtiyaç olduğu gerçeğini, yönetmenlik sanatına kazandırmıştır. Orson Welles’den sonra sanat dalının en önemli hikaye anlatıcısı olan yönetmen, mükemmelliyetçi yaklaşımıyla 46 yıllık kariyerinde ürettiği yalnızca 13 film ile zirve yapmıştır üstelik. Hollywood’un ‘hem kaliteli olmayı hem de popüler kitleyi yakalamayı hedefleyen orta direği’nin en önemli temsilcisi olmuştur.
Amerikan sinemasının ‘Tanrı’sı denebilir
Bu sebeple de akıl sır erdirilemeyecek bir ustadır. Savaş filminden tarihi epiğe, dönem filminden bilimkurguya, korkudan ilişki filmine, politik taşlamadan soygun filmine uzanarak her türlü alanda eserler vermesi, bunların hepsi için de özel sinema dilleri ve yönetmenlik stilleri düşünmesi, onu ‘Tanrı’ kıvamına yükseltmiştir. Zaten 60’ların sonunda çıkan Yeni Hollywood eğiliminin de en önemli esin kaynağı odur Amerikan sinemasından. Yani şu anda izlediğimiz popüler filmlerin ‘baba’sıdır.
Her şeye rağmen kendi stilini keskin çizgilerle oturtarak auteur (kendi tarzını oturtan yönetmenler için kullanılan sinema terimi) olmaktan özellikle uzak durmuş ve farklı olanı yapmaya gayret etmiştir. Elbette her filminin destansı bir dokusu, klasik müziğe duyarlılığı, uzun planlara alan açması, geniş açı objektifler kullanması, alan derinliğinden uzaklaşmaması, uzun kaydırmalar kullanması gibi ana özellikleri vardır. Ancak onun esas amacı anlatı dilinde ve teknik anlamda yaptığı yenilikler ile her zaman farklı bir model yaratmaktır.
Siyah-beyaz döneminde ‘iyi çekilmiş filmler’ vardır
İlk döneminden itibaren kendine özgü ‘yönetmen’ duruşunu kabul ettirse de, aslında o yıllarda sadece ‘iyi çekilmiş filmler’ kotarmıştı. Ancak bu süreç, insan ruhunun mücadeleci bünyesini, toplumun köşeye sıkıştırdığı karakterlere yerleştirme konusunda kariyerinin sonraki ‘görkemli’ bölümüne önayaklık etmiştir.
Genelde de liberal ve insancıl duruşuyla dikkat çekmiştir Kubrick. Onu ne sağcı Amerikan popüler sinemasının, ne de solcu Amerikan bağımsız sinemasının veya Avrupa sinemasının duruşuyla özdeşleştirmek mümkündür.
“2001”, bir değişimin başlangıcıdır
1968, kariyeri için önemli bir dönüşüm noktası olmuştur. “2001: Uzay Yolu Macerası” (“2001: A Space Odyssey”) ile birlikte türlere ve metinlere kendi yorumunu katarak yenilikçi üsluplar çıkartmaya başladığı dönemi start almıştır. Bunlar da postmodern sinemanın Brian de Palma ile birlikte öncüsü olmasını sağlamıştır.
Aslında onun kariyerini sözünü ettiğimiz gibi siyah-beyaz ve renkli dönem olarak ikiye ayırmak mümkündür. 1953-1960 arasındaki birincisinde dönemin Hollywood’unda hakim olan türlerde, ışık, kamera ve odak oyunlarının ihtişamıyla dikkat çeken eserler kotarmıştır. Ama fazla ileri gitmeyerek filmlere bir ideoloji katmamıştır. Kara film (“Katilin Busesi/Killer’s Kiss”), soygun filmi (“Son Darbe/The Killing”), savaş filmi (“Zafer Yolları/Paths of Glory”) ve tarihi epik (“Spartaküs/Spartacus”) alanında verdiği örnekler, bu devrenin en belirgin simgeleridir. Sonuncusu renkli olsa da…
Büyük hedeflere ulaşmak için risk almak ve hatta damgalanmak gerekebilir
Öyle ki Kubrick, 1960’ların başından itibaren esas yapmak istediği şeyleri perdeye aktarmaya başlamıştır. Zira onun amacı o zamana kadar ele alınmamış hikayeleri, temasal bir bütünlükle perdeye yansıtmaktır. Yani gelecekte insanoğlunun içine gireceği halleri, toplumsal, politik ve ekonomik durumları, en önemlisi de teknolojik gelişmeleri önceden halka bildirmektir.
Bu mantığı ışığında da aslında bir sosyolog gibi çalışmıştır. Bu sözünü ettiklerimizi genelde tartışmalı romanların uyarlamaları ile perdeye yansıtması da üstadın filmlerinin ve kendisinin ‘damgalanan figür’ haline gelmesini sağlamıştır.
Sinemanın geleceği 40 yıl önceden garanti altına alınmıştı!
Bu durum görkemli dönemine geçiş olarak görülebilecek iki siyah-beyaz filmi ile başlar. Bunlar ensest ilişkiyi incelediği için katolik kilisesinin reddettiği “Lolita” (1962) ve ‘kıyamet’ tellallığı yaptığı için Rus propagandası olarak anılan “Garip Doktor”dur (“Dr. Strangelove”, 1964). “Otomatik Portakal”ın (“A Clockwork Orange”, 1971) toplumdaki şiddeti körüklediğinin düşünülmesi ve “Gözü Tamamen Kapalı”nın (“Eyes Wide Shut”, 1999) cinselliği istismar malzemesi haline getirmesi ise bolca tartışılmıştır.
Aslında yönetmenin esas amacı “Zafer Yolları” ile başlayarak çığır açan cümleler söylemektir. Orada savaşın bir ‘yalan’dan ibaret olduğunu belirtmesinden başlayarak, “Lolita”da ensest ilişkinin korkutucu gerçekliğine dikkat çekmesi, “Garip Doktor”da dönemin yozlaşmış yönetimini hedef göstererek ‘politik taşlama’ soslu bir kıyamet öngörüsünde bulunması, “2001: Uzay Yolu Macerası”nda bilgisayarların yönettiği, reenkarnasyonun ve paralel evrenin gerçek olduğu bir dünya portresi çizmesi, “Otomatik Portakal”da gençlerin şiddetten besleneceği bir kuşağın geldiğini haber vermesi, “Gözü Tamamen Kapalı”da ise seks açısından yozlaşmış bir burjuva sınıfının var olduğunu açıklaması önemlidir.
Sinemanın Nostradamus’u
Bu durum onun ‘Nostradamus’ gibi bir adam olduğunu kanıtlar. Zira “Otomatik Portakal”ın öngörüsünün günümüzdeki istismar filmi patlamasının gördüğü ilgiyi, “2001”in son 15 yılda tanık olduğumuz bilgisayar kontrolündeki dünya portresini, “Lolita”nın seks içeriği konusundaki sansürsel ve toplumsal değişmeleri yaklaşık 30 yıl öncesinden tahmin ettiği söylenebilir.
Ancak elbette yönetmenin bu ileri görüşlü yapısının, sinemasal anlamda da cereyan ettiği iddia edilebilir. Öyle ki 1968’den başlayarak bütün filmlerini adeta “Spartaküs” gibi en çok sekteye uğrasa da en iyi gelir getiren ‘tarihi epik’ projesinin dokusunu kullanarak inşa etmiştir. Hepsinde sinemanın görkemli prodüksiyon dönemlerinin ‘iki perdeli’ konseptinden yararlanmıştır. Bunun yanında o muhafazakar türün kullandığı şeyleri, alışık olmadığımız türlere kazandırmasıyla dikkat çekmiştir.
Sinemaya nereye gidiyor?
“2001: Uzay Yolu Macerası”nın bilimkurgu türünü A sınıfına transfer eden “Maymunlar Cehennemi” (“Planet of the Apes”, 1968) ile birlikte ilk eser olması, bu alanın yükselmesine ve özgün örnekler vermesine yol açmıştır. Filmin neredeyse diyalogsuz, ama bol klasik müzikli takılması da, onun ses ve görüntü ile bir şeyler anlatma sinemasının ustası olduğunu kanıtlar.
Ancak eser, daha çok Avrupalı yönetmenlerin duyarlılığıyla çekilmiş gibidir. Uzay boşluğu filmi (outer space film) alt türünde çığır açan filmin bilimkurguda daha önce ele alınmaya cesaret edilemeyen reenkarnasyon, paralel evren, evrim teorisi gibi meseleleri kurcalaması, bu ciddiyeti arttırır. Üç hikayeli bir iskelet kurarken, ana akışı yıkması da ‘Sinema nereye gidiyor?’ sorusunu başlatmasına yol açmıştır. Tabii her birinin ayrı bir görsel estetikle dokunması önemli bir detaydır.
Kubrick’in en biçimci filmi, distopik bilimkurguda çığır açmıştı
Böylesine minimaliste yakın ve hatta plan sekanslarla yoğrulmuş bir filmin ardından yönetmen “Otomatik Portakal”ı biçimci çekmeyi seçer. Zira birincisinin uzayda hipnotize edici duygular yaratması gerekirken, açı ve objektif tercihleriyle bu durumu devreye soktuğu görülür.
İkincisi ise gerçek anlamda toplumdaki şiddet eğiliminin yol açtıklarını incelemektedir. Bunun için de hızlı kurgu, bolca balık gözü objektifi, kısa planlar ve Mozart’ın bir senfonisi devreye sokulur. Her ikisinin fütüristik dünyaları farklıdır. Bu yapıt distopik bilimkurgu alanında çığır açar. Bastırılan şiddetin uygulanmaya zorlandığı totaliter bir rejim portresi çizer. Aynı zamanda kült bir eser olarak da sinema kitaplarındaki yerini alır.
Resim estetiğini ABD’de ilk kullanan yönetmen
1975’de meşhur İngiliz miras filmi (heritage film) konseptine giren yönetmen, oraya da bir biyografi armağan etmiştir. “Barry Lyndon”, bu alanda düello ve biyografi öğeleri de taşıyan çarpıcı ve yenilikçi bir eserdir. Film için düşündüğü ‘özgün sinema dili’ni oluşturmak için NASA’nın uzay araştırmalarında kullandığı en geniş objektiflerden isteyen yönetmen, doğal mum ışığı ile bol ışık yalıtımı üzerine kurar sinemasını.
Uzun planlar, zoom out tekniği ve ekspresyonist makyajlar ile yürüyen eser, aslında sinemada Sergei Parajanov ve Andrei Tarkovsy gibi Doğu Avrupalı yönetmenlerin devreye soktuğu resim estetiğini benimser. Resimli roman konseptiyle de Wes Anderson filmlerinin açık bir referansıdır.
Her filminde mükemmeliyetçiliğini farklı sinema dillerine kavuşturmasıyla dikkat çeken yönetmen 1980’de Stephen King’le kavga ederek onun romanı “Cinnet”i (“The Shining”) sinemaya uyarlar. Bu daha önce Hitchcock’un “Rebecca”da (1940) sinemaya soktuğu korkunun gotik alt türünde bir eserdir. Yani her şeyin ana karakterin zihninde gerçekleştiği bir otelin üzerinden az hayal, sıfır katil ve bol atmosfer ile yürüyen zorlayıcı bir eserdir. Alt tür Kubrick’in görkemini ve epik tonunu kaldıramaz. Ama yine de yönetmenin mükemmeliyetçiliğiyle dikkat çeken bir eserle yüzleşiriz burada da…
Ana akım sinemada ilk kez belgesel estetiği
1985’de çektiği “Full Metal Jacket”ın ilk bölümündeki askerlik sistemi eleştirisi ile ikinci bölümündeki ‘belgesel’ odaklı savaş psikolojisi, aslında sonraki savaş filmlerinin bir özetidir.
Öyle ki belgesel estetiği 2000’lerde, kurmacanın içinde aktif olacak bir başka yönetmenlik stilidir. Yani her filminde olduğu gibi burada da bir yönetmenlik stili konusunda ilki gerçekleştirmiştir Kubrick ve ilklerin adamı olmayı sürdürmüştür. Tabii birinci kısımdaki sistem eleştirisi de savaştan ziyade ‘baştakiler’ ile derdi olduğunu kanıtlar onun.
Yönetmen bu eserde psikolojik takıldığı için beyaz renklerin üzerine gitmeyi seçer ve doğal olanın izini sürer. Aslında burada savaşın yabancılaşmasını dingin bir tonla anlatması, aynı yıllarda çekilen ve plastik bir doku kullanan, Oliver Stone imzalı “Müfreze” (“Platoon”, 1986) gibi bir başka Vietnam Savaşı filminden ne kadar geniş hatlarla ayrıldığını görmemizi sağlar. Zira o gerçek bir stüdyo filmidir. “Full Metal Jacket” ise yönetmen filmidir.
İlişki filminin 2000’lerdeki tohumlarının 1999’da atıldığını görmek mümkün
1999’da çektiği “Gözü Tamamen Kapalı” ise Bergman ve Fassbinder gibi yönetmenlerin renkli dönemlerinde renkleri merkeze yerleştirdikleri sinema dili geleneğini izler. Özünde Kubrick yapımı bir ilişki filmidir. Tamamının bir rüya olarak anılabileceği gibi ayin sahnesiyle Pasolini’nin “Salo”sunu (“Salò o le 120 giornate di Sodoma”, 1975) da andırır.
Lafın özü yenilikçi, Avrupa bakış açısını arkasına alan bir ilişki filmidir. Aynı zamanda Nazi rejiminin yerine Amerikan burjuvazını koymasıyla da yine sert mesajlar depolar. Cesur ‘grup seks’ sahnesi ise günümüzün ilişki durumlarına dil uzatır. Böylece aslında 2000’lerde patlayan ilişki filmlerinin de bir el kitabı olmuştur “Gözü Tamamen Kapalı”, ahlaki, dramatik ve görsel açıdan…
Oyunculara ve ekibe çektirmesiyle efsaneleşmiştir
Tabii oradan yönetmenin filmografisine pay çıkarttığımızda, her zaman olduğu gibi Kubrick’in yine beklenmedik şekilde farklı bir anlatı seçtiğini görebiliriz. Aslında bu durum, onun dünya sinemasını da yakıdan takip ettiğini kanıtlar. Tüm bunların ışığında ise her filminin sonunu açık bırakması, onun Hollywood’dan uzak bir hikaye anlatıcısı olduğunu iddia etmemizi sağlar. Eserlerinin tamamına yakının üç saati bulan süresi de bu durumun bir başka kanıdıdır zaten. Her sahne için 2-3 hafta çalıştığı da bilinen Kubrick, belki de bu sebepten 70 yaşında hayata gözlerini yummuştur. “Spartaküs”te bir sahneyi 120 kere tekrar ettirdiği gibi anektodlar ise efsaneleşmiştir.
Sinemadaki iç ses, dış ses, renk filtresi, objektif oyunu, müzik, uyum kesmesi, ara plan gibi her türlü anlatı tekniği ile stedicam, vinç, bakış açısı kamerası gibi kamera türlerini; yerine göre yeni film modelleri için kullanan bir başyapıt fabrikasıdır Stanley Kubrick. Üstüne üstlük aksesuar, kostüm, makyaj gibi yan öğe ya da kenar süsü olarak bilinen şeyleri de bu dillerin bir aracı haline getirmiştir bütün detaycılığıyla…
‘Soğukkanlı ve destansı Kubrick filmi’ diye bir şey vardır
Özellikle 1960’ların sonundan sonra devreye soktuğu ‘destansı’ ya da ‘görkemli’ filmleri ile dikkat çeker. Soğukkanlılığı ve sabrıyla da bu oluşumu mükemmel ulaştırırken, bu durum yabancılaştırdığı karakterleri sebebiyle kimi zaman seyircinin ‘özdeşleşmesi’ne imkan tanımayan zor filmler de doğurmuştur. Bu yolda da aslında Amerikan hikaye anlatma sinemasının en bariz temsilcilerinden çok daha ‘belirgin’ isimleri etkilemiştir kanımca…
Bu isimleri de Francis Ford Coppola’dan Terence Malick’e, Clint Eastwood’dan Christopher Nolan’a, Paul Thomas Anderson’dan Lars Von Trier’e, Joel Schumacher’dan David Fincher’a kadar uzanan geniş bir skalada değerlendirebiliriz.
Ancak esas önemli olan, sinema bir hikaye anlatma aracı oldu olalı böylesi serbest ve özgün bir hikaye anlatıcısı görmediği gerçeğidir. Zaten bu ‘dahilik’in ışığında da her filminde farklı türlerde eserler veren sanatçıların üremesi zor olmadı.
Stanley Kubrick’in en iyi 5 filmi:
1-Otomatik Portakal (A Clockwork Orange) (1971)
2-2001: Bir Uzay Yolu Macera (2001: A Space Odyseey) (1968)
3-Barry Lyndon (1975)
4-Full Metal Jacket (1986)
5-Gözü Tamamen Kapalı (Eyes wide Shut) (1999)