CARLOS REYGADAS: 'BASİT VE SIRADAN FİLMLER ÇEKİYORUM'
18/04/2013 - Habertürk
|
Meksika sinemasının genç kuşağının önemli auteur'lerinden ve minimalist sinemanın son 10 yılına damga vuran isimlerden Carlos Reygadas, kariyer ivmesiyle kendini ispatlamış bir yönetmen. Katolik Kilisesi, muhafazakar aile tablosu, cinsellik, ölüm gibi kavramları çerçevesine alırken bunları Dreyer, Bergman ve Tarkovsky’yi bir araya getiren beklenmedik-tartışmalı imgelerle örülü bir üslupla yoğurmasıyla dikkat çekmiştir. Özellikle “Sessiz Işık” ve festivalde gösterilen “Karanlıktan Aydınlığa” onun sinemasını kavramak için iki arşivlik yapıt olarak görülebilir. 32. İstanbul Film Festivali kapsamında ‘Gerçek Mucizedir: Carlos Reygadas’ adlı iki kısa dört uzun metrajlı filmden oluşan bir retrospektifle seyirci karşısına çıkan, bunun yanında Sinema Dergisi moderatörlüğünde bir master class da veren yönetmenle bir araya geldim. Kendisinin ‘sinema denilen şeylerin çoğu sinema değil. Bunlara film tiyatrosu veya resimlenmiş tiyatro denebilir.’ gibi aykırı laflarının sırlarını araladım.
1971 doğumlu Carlos Reygadas için belki de Hollywood’da Alfonso Cuarón, Guillermo Del Toro ve Alejandro González Iñárritu ile bilinen Meksika sinemasının en sıra dışı, en entelektüel ve en yaratıcı ismi denebilir. ‘Gerçek bir auteur’ tanımıyla anılabilecek yönetmenin, Yeni Meksika Sineması akımının yönetmenlerinin arasına sokulması da gayet doğaldır. O koldan özgün bir taban bulurken genelde cinsel içeriği yüksek sahnelerin tartışılmasıyla ve minimalist stilinin zorlayıcılığı ile akılda kaldığı söylenebilir.
“Japon”un (“Japón”, 2002) yaşlı kadın bedeninin çıplaklığını ve atların cinsel ilişkisini göstermesinden “Karanlıktan Aydınlığa”nın (“Post Tenebras Lux”, 2012) grup seks sahnesine kadar öyle bir üne sahiptir. İlk filmiyle Cannes’da ‘Altın Kamera: Özel Mansiyon Ödülü’ kazanan yönetmenin, sonrasındaki üç eseriyle orada Altın Palmiye yarışmasına girip ‘Jüri Özel Ödülü’ ve ‘En İyi Yönetmen Ödülü’ne ulaştığı görülebiliyor. Bu da onun vizyonunu kanıtlarken, saygıdeğerliğini de arttırmayı ihmal etmiyor.
Reygadas’ın sinemaya karşı olan nefretini ve olağan tanımlardan uzak kalmasını özetleyen söyleşide ise önyargıları ve bildik tanımları devre dışı bırakan anlayışının sırlarını aralaması gayet doğal. Auteur kimliğinin kendisine gelen tepkilere uzanan röportajdan çıkan sonuç da büyük bir ustanın geldiği yönünde kanımca. Zira büyük yönetmenler, kendi yaklaşımlarını kabul ettirme yolunda inatla adımlar atıp etrafındakileri umursamazlar. ‘Palyaço veya provokatör değilim’ ve ‘basit ve sıradan filmler yapıyorum’ cümleleri bile bunun için yeterli! Geleceğin ustalarından olması garanti gibi duran Carlos Reygadas’la 30 Mart-14 Nisan 2013 tarihleri arasında düzenlenen 32. İstanbul Film Festivali’nin son günlerinde bir söyleşi gerçekleştirdim.
‘YENİ MEKSİKA SİNEMASI TAMAMEN UYDURMA’
Meksika’da Yeni Meksika Sineması adlı bir akımdan söz ediliyor. Son 20 yılda Alfonso Cuarón, Arturo Ripstein ve Alfonso Aaru’nun önderliğinde ülkede bir yükseliş olduğu kabul ediliyor. Sizi de Iñárritu ve Eimbcke ile beraber bu eğilimin ikinci kuşağına dahil edebilir miyiz? Onlarla bir fikir birliğiniz var mı?
Böyle bir ideoloji yok. Yeni bir dalga da yok. Bunlar sinema yazarlarının yarattığı şeyler. Ortada sanatsal veya politik bir yaklaşım yok. Çeşitlilik, özgürlük ve güzel kişisel bağlar var sadece.
Anladım. Onlarla daha gevşek bir bağınız olduğu söylenebilir mi?
Evet Dogma gibi bir şey yok yani. Guatemala veya Arjantin’de doğsam, yine öyle düşünürler miydi bilmiyorum.
Bugünlerde akımlar böyle plansız, birlik haline gelmeden işliyor maalesef. Dogma belki tek istisna. Fransız Yeni Dalgası ve Yeni Alman Sineması da geçmişten en belirgin örnekler.
Bugün Yeni Arjantin Sineması diye bir şeyden söz ediliyor. Uydurma o da bence.
Evet ama Iñárritu bir kenara Eimbcke, Naranjo, Escalante gibileri neredeyse hep aynı yönetmenlik stillerine sahip. Uzun kaydırmalı çekimler, sessizlik, tartışmalı meseleleri öne çıkarma algısı ve minimal bir bakış açısı... Aynı zamanda Enrique Rivero da bir sonraki jenerasyon olarak bunların arkasına eklenebilir. Meksika sineması ise ‘Carlos Reygadas’ ismiyle birlikte tartışmalı meseleler, cüretkar bir yaklaşım ve yeni bir yönetmenlik üslubuyla gelişmeye başladı.
Emin değilim. Bence onlar Meksikalı olduğu için böyle bir bağlantı kuruyorsun. Escalante ve Naranjo farklı. Naranjo “Miss Bala”da Scorsese gibi mesela.
Evet ama Iñárritu ve siz sanki ayrı ayrı kuşaklar açtınız gibi gözüküyor.
Belki..
Dünya sinemasında da...
Ama dünyada beş stil var. Türkiye’de Nuri Bilge Ceylan Amat Escalante’nin üslubuyla aynı görülebilir. En fazla benimkiyle... Bir şekilde bağ kurulacaktır.
Ceylan sabit kamera kullanıyor. Sadece son filminde kaydırmalı çekimlere geçti. Mesela Ozu ile Mizoguchi veya Bresson ile Angelopoulos arasında da buna benzer bir ayrım yapılabilirdi. Tabi “Karanlıktan Aydınlığa”da kaydırmalı çekimler biraz dizginlenmiş, en azından kısalmış gibi. Bunu sorarken onu da not düşmek lazım.
Duruma göre değişiyor. Dürüst olmaya çalışıyorum. Katılmayabilirsin. Ceylan sabit veya hareketli kamera kullansa da aynı stile sahip. Aynı stil Escalante’de de var. Sabit veya hareketli fark etmez. Bana göre “Tanrıkent”e veya “New York Çeteleri”ne daha yakın Naranjo. Meksikalılar sadece vizyona giren filmlerin yüzde üç veya beşinde kendi ülkelerinin üretimlerini izliyorlar. Diğerleri yabancı oluyor. Ben belirgin bir etkilenme olduğunu düşünmüyorum. Aynı okula gitmiyoruz. Ama belki de haklısındır.
Latin Amerika sinemasında özellikle Arjantin, Brezilya ve Küba sinemalarının bir geleneği vardır. Ama Meksika sineması tarihte sanatsal bir yaklaşımla çok karşılaşmamıştı. Bunuel ve Jodorowsky’nin ülkede film çekmesi belki de önemli bir ayrıntıydı. O yüzden söylüyorum. Brezilyalı veya Arjantinli, Meirelles, Sorin veya Martel olması önemli değil. Benim üstüne basmak istediğim böyle bir geleneğin Meksika için yeni gözüktüğü. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? Güney Amerika sinemasının tarihinde böyle bir durum olması sizi cesaretlendiriyor mu, serbest hareket etmenize olanak tanıyor mu? Üzerinizde pozitif veya negatif nasıl bir etki yaratıyor?
Ripstein 60’lardan beri film çekiyordu. Başkaları da var. 2000’lere kadar az kişi vardı. Aynı eğitmenlerle kendini geliştiren yönetmenler vardı. Birbirinden çok farklı işler görüyorduk. Şimdi daha çok film yapılıyor. Aynı okuldan gelmiyorlar. Sistem kişisel ve bağımsız prodüksiyonları desteklemeye açık. Çeşitliliğin belirgin hale gelmesi durumu değişti.
‘FİLM SADECE BİR ARAÇ’
Yönetmenlik stilinize bakınca sanki Dreyer, Tarkovsky ve Bergman’ın üslupsal etkisinin Harmony Korine’in cinselliğe yaklaşımıyla bütünlendiği gözüküyor. Bu konuda ne düşünürsünüz?
Belki... Her türlü yorum yapılabilir. Senin stilin şudur veya budur diyebilirim. Öyle düşünmemiştim açıkçası. Ama o tanımla adlandırmak doğru da olabilir. Her şeyi kategorize etmeye başlarsak gerçek yaşamdan da benzer örnekler verebiliriz.
Yeni bir yönetmenlik geleneğiniz var. O da, şiirsel, hipnotik, minimalist gibi sıfatlarla bağlantı kuruyor. İçinde fazlaca esin kaynağı bulundurmayı da ihmal etmiyor. Kopyalamaktan bahsetmiyorum elbette.
Emin değilim. Evet tabii ki anlıyorum. Ne diyebilirim...
Bütün filmlerinizde farklı formatlar veya peliküller kullandınız. “Japon”da 16mm ve 2.35:1, “Cennette Savaş”ta 35mm ve 1.85:1, “Sessiz Işık”ta 35mm ve 2.35:1, “Karanlıktan Aydınlığa” ise 35 mm ve 1.37:1 TV formatı... Bunun sebebi nedir, her hikayenin farklı bir görünüşü olması mı?
Kesinlikle. Ben bir ressamım. Şehir görüntüsünü, peyzajları, kır görüntüsünü başka başka yorumlayabilirim. Film benim için bir araç.
O zaman değişmeye devam edecek mi?
Evet. Yorumu filmin kendisi yapar.
‘SEKS SAHNESİ ÇEKMEK SAPIKLIK DEĞİL’
İlk iki filminiz daha tartışmalı olmuştu. Bunun da sebebi cinsel içerikli sahneleri ve hayvan zulmünü özellikle öne çıkarmanızdı. Ama son iki filminizde Meksika’nın tutucu toplumunun dini geleneklerine odaklanan, Katolik Kilisesi’ne bağlılığın yol açtığı yozlaşmayı eleştiren, Bergman ve Dreyer’e yakın bir yaklaşım devreye giriyor. Bu olgunlaştığınızı mı gösteriyor? Yoksa kırsal hayatın pastoral manzaraları veya şehir yaşamının mimarisine göre mi değişiyor?
Bununla ilgili bu kadar derin düşünmemiştim. Ama benim olgunlaşmamla alakalı. İlgi alanım değişiyor. 16 yaşındayken farklı, 17 yaşındayken farklı, 25 yaşındayken farklı şeyler yaparsınız. Başka şey değil. Bu, kim olduğunuzu ortaya çıkarır. Doğal olarak olan bir şey. Bir gün uyanıyorsunuz ve öyle bir gelişmeyle karşılaşıyorsunuz. Mesela bugün “Sessiz Işık”ı yeniden çeksem bunun karşılığı senin söylediğin ‘yeni üslup’ olur mu? Ondan emin değilim. Değişebilir. Yürümen de değişiyor. Bunu doğal olarak, akışa bırakarak canlandırırsanız daha sağlıklı bir kariyeriniz olur. Yoksa kopyalama ve çalma başlar.
Ben öyle düşünmesem de sizi genelde tartışmalı bir figür olarak biliyor insanlar. “Japon”daki yaşlı kadın ile genç erkek ilişkisindeki çıplaklık boyutu, atların cinsel ilişkisi, “Cennette Savaş”taki cinsel içeriği yüksek sekansların garipliği, “Sessiz Işık”ın sonundaki lezbiyen öpücük ve “Karanlık Aydınlığa”daki grup seks sahnesi derken liste kabarıyor. Bu normal mi sizce de? Gaspar Noé çok tartışmalı bir figürdür şiddeti kullanması sebebiyle. Ama sizin de onun yerine konulmanızla ilgili ne düşündüğünüzü merak ediyorum açıkçası.
Ben düşünmüyorum öyle. Bence ben cinsel açıdan belgelenmiş şeyleri yapmıyorum. Herkesin yaptıklarının tersine odaklanıyorum. Gelenekselliği bozuyorum. Normalde karı-koca cinsel ilişkiye girer. Ama bu gerçek hayatta öyle değil. İnsanların yüzde 25’i farklı şeyler yapabiliyor. Kadınlarla, köpeklerle seks yapabiliyorlar. Bunu bir filmde gösterince sapık oluyorsunuz. Ama normal bir konu varsa çok kolayca şok etme şansına sahip olabiliyorsunuz. Bu delice. Ben basit ve sıradan filmler yapıyorum. Bu yaptıklarım kaynağına başkalarının hikayelerini, yüzlerce kez anlatılan öyküleri almıyor. Bunların bir koda sokulmasını istemiyorum. Benim kendi deneyimimden gelmesini istiyorum. Politik açıdan doğru olup olmamasını umursamıyorum.
Pasolini, Haneke gibi isimler de öyle zaten.
Pasolini öyle. Haneke ölçüsüz filmler yapıyor. Bu çok fazla olmuyor. İnsanların birbirini öldürmesi başlı başına tartışmalı. Ama o içeriği bir sınır koymayınca ya da görüntüleri sansürlemeyince ister istemez çok tartışmalı bulunuyorum. Palyaço veya provokatör değilim.
‘KENARLARI İNCELTİLMİŞ BİR LENS KULLANDIM’
Sizin jenerasyonunuzdan bir başka auteur yönetmen daha var. Sizinle üslup açısından biraz ayrışsa da cinselliği yıkıcı ve çiğ olarak kullanmasıyla akrabalık kuruyor. Avusturyalı Ulrich Seidl’dan bahsediyorum. Onunla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Çok seviyorum. Seidl da normal filmler yapıyor. Deli insanlar hakkında hikayeler anlattığı düşünülüyor. Bunu da anlayamıyorum. Seidl, Avrupa’nın gözü açık yegane yönetmenlerden biri. Özellikle de son filmlerini izleyince gerçek hayatta olanlara baktığını ortaya çıkıyor bence. İnsanlarla alay ettiği düşünülüyor. Ama tam tersi bence. Kimsenin sıradan filmlerde görmek istemediği insanlarda onun gözü. Bence Seidl çok büyük bir sanatçı. İlgiyi insanların görmeyi reddediklerine çekmek kolay iş değil! Bazı aptal izleyicilerin ona filmler sonrasındaki soru-cevap söyleşilerinde ‘bunu izleyince insanlar ne düşünür?’ demesi garip geliyor. Bana da ‘Nicole Kidman senin filmini izleyince ne düşündü?’ diye sorabilirler o zaman! Onların dedikleri kimin umrunda. Sıradan insanlar. Seidl, müthiş bir yönetmen.
Tarkovsky’nin filmografisi gibi her virajda farklı bir heyecan veren bir filmografiniz var. Bu filmde “Karanlıktan Aydınlığa”da 1.37:1’i kullanırken sessiz sinema döneminde pelikülü elle boyayarak yapılan ‘yanları flulaştırma’ efektini kullandınız. Buna benzer numaraları Sokurov da “Ana ve Oğlu” ve “Faust”ta uygulamıştı. Bunu günümüzde nasıl yaptınız?
Özel bir lens var. Onun etrafını cilaladım.
Balık gözü mü?
Normal bir objektif. Lensler eğimlidir. Bir aletle lensin kenarlarını incelttik bu yanılsamayı yaratmak için. Mesela burada bir pencereye bakıyoruz ve orada yansıma görüyoruz. Aynadaysanız çocukken de gerçeklik başka bir boyuta geçebilir. Standart bir sinema filminde tek tarafı görürüz. Ama kadrajın başka yolları da var. Ana çerçevenin görünümünü çarpıtabilirsiniz. Olağan görüntüler böylece ortadan kalkar. Sokurov da böyle şeyler yapıyor. Onun sinemasını severim.
Bu lens kullanımı kenarlarındaki flulukla cehenneme veya arafa açılan bir kapı anlamına mı geliyor?
Hayır. Belki... Bu sizin bazı şeyleri başka boyuttan görmenizi, başka şekilde hissetmenizi sağlamak içindi.
Sizin şirketinizde çalışan Sebastian Hofmann da benzer bir lens çalışması yapmıştı bu sene çektiği “Halley”de. O film hakkında ne düşünüyorsunuz?
Evet evet sadece belli açılardan takdir ettim. Genel anlamda beğenmedim.
Şaşırmadım. Özellikle dramatik yapısı açısından beğenmemeniz normal.
Bir “Sinek” hikayesi. Daha önce görmüştük. Özgün değil. Sen beğendin mi?
Ben beğendim. Bu stili kullanırken tavizsiz bir şekilde bir zombinin bakış açısına uyarladığını düşünüyorum. “Halley”i alt türün gelenekleri genelde farklı olduğu için takdir ettim.
1971 doğumlu Carlos Reygadas için belki de Hollywood’da Alfonso Cuarón, Guillermo Del Toro ve Alejandro González Iñárritu ile bilinen Meksika sinemasının en sıra dışı, en entelektüel ve en yaratıcı ismi denebilir. ‘Gerçek bir auteur’ tanımıyla anılabilecek yönetmenin, Yeni Meksika Sineması akımının yönetmenlerinin arasına sokulması da gayet doğaldır. O koldan özgün bir taban bulurken genelde cinsel içeriği yüksek sahnelerin tartışılmasıyla ve minimalist stilinin zorlayıcılığı ile akılda kaldığı söylenebilir.
“Japon”un (“Japón”, 2002) yaşlı kadın bedeninin çıplaklığını ve atların cinsel ilişkisini göstermesinden “Karanlıktan Aydınlığa”nın (“Post Tenebras Lux”, 2012) grup seks sahnesine kadar öyle bir üne sahiptir. İlk filmiyle Cannes’da ‘Altın Kamera: Özel Mansiyon Ödülü’ kazanan yönetmenin, sonrasındaki üç eseriyle orada Altın Palmiye yarışmasına girip ‘Jüri Özel Ödülü’ ve ‘En İyi Yönetmen Ödülü’ne ulaştığı görülebiliyor. Bu da onun vizyonunu kanıtlarken, saygıdeğerliğini de arttırmayı ihmal etmiyor.
Reygadas’ın sinemaya karşı olan nefretini ve olağan tanımlardan uzak kalmasını özetleyen söyleşide ise önyargıları ve bildik tanımları devre dışı bırakan anlayışının sırlarını aralaması gayet doğal. Auteur kimliğinin kendisine gelen tepkilere uzanan röportajdan çıkan sonuç da büyük bir ustanın geldiği yönünde kanımca. Zira büyük yönetmenler, kendi yaklaşımlarını kabul ettirme yolunda inatla adımlar atıp etrafındakileri umursamazlar. ‘Palyaço veya provokatör değilim’ ve ‘basit ve sıradan filmler yapıyorum’ cümleleri bile bunun için yeterli! Geleceğin ustalarından olması garanti gibi duran Carlos Reygadas’la 30 Mart-14 Nisan 2013 tarihleri arasında düzenlenen 32. İstanbul Film Festivali’nin son günlerinde bir söyleşi gerçekleştirdim.
‘YENİ MEKSİKA SİNEMASI TAMAMEN UYDURMA’
Meksika’da Yeni Meksika Sineması adlı bir akımdan söz ediliyor. Son 20 yılda Alfonso Cuarón, Arturo Ripstein ve Alfonso Aaru’nun önderliğinde ülkede bir yükseliş olduğu kabul ediliyor. Sizi de Iñárritu ve Eimbcke ile beraber bu eğilimin ikinci kuşağına dahil edebilir miyiz? Onlarla bir fikir birliğiniz var mı?
Böyle bir ideoloji yok. Yeni bir dalga da yok. Bunlar sinema yazarlarının yarattığı şeyler. Ortada sanatsal veya politik bir yaklaşım yok. Çeşitlilik, özgürlük ve güzel kişisel bağlar var sadece.
Anladım. Onlarla daha gevşek bir bağınız olduğu söylenebilir mi?
Evet Dogma gibi bir şey yok yani. Guatemala veya Arjantin’de doğsam, yine öyle düşünürler miydi bilmiyorum.
Bugünlerde akımlar böyle plansız, birlik haline gelmeden işliyor maalesef. Dogma belki tek istisna. Fransız Yeni Dalgası ve Yeni Alman Sineması da geçmişten en belirgin örnekler.
Bugün Yeni Arjantin Sineması diye bir şeyden söz ediliyor. Uydurma o da bence.
Evet ama Iñárritu bir kenara Eimbcke, Naranjo, Escalante gibileri neredeyse hep aynı yönetmenlik stillerine sahip. Uzun kaydırmalı çekimler, sessizlik, tartışmalı meseleleri öne çıkarma algısı ve minimal bir bakış açısı... Aynı zamanda Enrique Rivero da bir sonraki jenerasyon olarak bunların arkasına eklenebilir. Meksika sineması ise ‘Carlos Reygadas’ ismiyle birlikte tartışmalı meseleler, cüretkar bir yaklaşım ve yeni bir yönetmenlik üslubuyla gelişmeye başladı.
Emin değilim. Bence onlar Meksikalı olduğu için böyle bir bağlantı kuruyorsun. Escalante ve Naranjo farklı. Naranjo “Miss Bala”da Scorsese gibi mesela.
Evet ama Iñárritu ve siz sanki ayrı ayrı kuşaklar açtınız gibi gözüküyor.
Belki..
Dünya sinemasında da...
Ama dünyada beş stil var. Türkiye’de Nuri Bilge Ceylan Amat Escalante’nin üslubuyla aynı görülebilir. En fazla benimkiyle... Bir şekilde bağ kurulacaktır.
Ceylan sabit kamera kullanıyor. Sadece son filminde kaydırmalı çekimlere geçti. Mesela Ozu ile Mizoguchi veya Bresson ile Angelopoulos arasında da buna benzer bir ayrım yapılabilirdi. Tabi “Karanlıktan Aydınlığa”da kaydırmalı çekimler biraz dizginlenmiş, en azından kısalmış gibi. Bunu sorarken onu da not düşmek lazım.
Duruma göre değişiyor. Dürüst olmaya çalışıyorum. Katılmayabilirsin. Ceylan sabit veya hareketli kamera kullansa da aynı stile sahip. Aynı stil Escalante’de de var. Sabit veya hareketli fark etmez. Bana göre “Tanrıkent”e veya “New York Çeteleri”ne daha yakın Naranjo. Meksikalılar sadece vizyona giren filmlerin yüzde üç veya beşinde kendi ülkelerinin üretimlerini izliyorlar. Diğerleri yabancı oluyor. Ben belirgin bir etkilenme olduğunu düşünmüyorum. Aynı okula gitmiyoruz. Ama belki de haklısındır.
Latin Amerika sinemasında özellikle Arjantin, Brezilya ve Küba sinemalarının bir geleneği vardır. Ama Meksika sineması tarihte sanatsal bir yaklaşımla çok karşılaşmamıştı. Bunuel ve Jodorowsky’nin ülkede film çekmesi belki de önemli bir ayrıntıydı. O yüzden söylüyorum. Brezilyalı veya Arjantinli, Meirelles, Sorin veya Martel olması önemli değil. Benim üstüne basmak istediğim böyle bir geleneğin Meksika için yeni gözüktüğü. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? Güney Amerika sinemasının tarihinde böyle bir durum olması sizi cesaretlendiriyor mu, serbest hareket etmenize olanak tanıyor mu? Üzerinizde pozitif veya negatif nasıl bir etki yaratıyor?
Ripstein 60’lardan beri film çekiyordu. Başkaları da var. 2000’lere kadar az kişi vardı. Aynı eğitmenlerle kendini geliştiren yönetmenler vardı. Birbirinden çok farklı işler görüyorduk. Şimdi daha çok film yapılıyor. Aynı okuldan gelmiyorlar. Sistem kişisel ve bağımsız prodüksiyonları desteklemeye açık. Çeşitliliğin belirgin hale gelmesi durumu değişti.
‘FİLM SADECE BİR ARAÇ’
Yönetmenlik stilinize bakınca sanki Dreyer, Tarkovsky ve Bergman’ın üslupsal etkisinin Harmony Korine’in cinselliğe yaklaşımıyla bütünlendiği gözüküyor. Bu konuda ne düşünürsünüz?
Belki... Her türlü yorum yapılabilir. Senin stilin şudur veya budur diyebilirim. Öyle düşünmemiştim açıkçası. Ama o tanımla adlandırmak doğru da olabilir. Her şeyi kategorize etmeye başlarsak gerçek yaşamdan da benzer örnekler verebiliriz.
Yeni bir yönetmenlik geleneğiniz var. O da, şiirsel, hipnotik, minimalist gibi sıfatlarla bağlantı kuruyor. İçinde fazlaca esin kaynağı bulundurmayı da ihmal etmiyor. Kopyalamaktan bahsetmiyorum elbette.
Emin değilim. Evet tabii ki anlıyorum. Ne diyebilirim...
Bütün filmlerinizde farklı formatlar veya peliküller kullandınız. “Japon”da 16mm ve 2.35:1, “Cennette Savaş”ta 35mm ve 1.85:1, “Sessiz Işık”ta 35mm ve 2.35:1, “Karanlıktan Aydınlığa” ise 35 mm ve 1.37:1 TV formatı... Bunun sebebi nedir, her hikayenin farklı bir görünüşü olması mı?
Kesinlikle. Ben bir ressamım. Şehir görüntüsünü, peyzajları, kır görüntüsünü başka başka yorumlayabilirim. Film benim için bir araç.
O zaman değişmeye devam edecek mi?
Evet. Yorumu filmin kendisi yapar.
‘SEKS SAHNESİ ÇEKMEK SAPIKLIK DEĞİL’
İlk iki filminiz daha tartışmalı olmuştu. Bunun da sebebi cinsel içerikli sahneleri ve hayvan zulmünü özellikle öne çıkarmanızdı. Ama son iki filminizde Meksika’nın tutucu toplumunun dini geleneklerine odaklanan, Katolik Kilisesi’ne bağlılığın yol açtığı yozlaşmayı eleştiren, Bergman ve Dreyer’e yakın bir yaklaşım devreye giriyor. Bu olgunlaştığınızı mı gösteriyor? Yoksa kırsal hayatın pastoral manzaraları veya şehir yaşamının mimarisine göre mi değişiyor?
Bununla ilgili bu kadar derin düşünmemiştim. Ama benim olgunlaşmamla alakalı. İlgi alanım değişiyor. 16 yaşındayken farklı, 17 yaşındayken farklı, 25 yaşındayken farklı şeyler yaparsınız. Başka şey değil. Bu, kim olduğunuzu ortaya çıkarır. Doğal olarak olan bir şey. Bir gün uyanıyorsunuz ve öyle bir gelişmeyle karşılaşıyorsunuz. Mesela bugün “Sessiz Işık”ı yeniden çeksem bunun karşılığı senin söylediğin ‘yeni üslup’ olur mu? Ondan emin değilim. Değişebilir. Yürümen de değişiyor. Bunu doğal olarak, akışa bırakarak canlandırırsanız daha sağlıklı bir kariyeriniz olur. Yoksa kopyalama ve çalma başlar.
Ben öyle düşünmesem de sizi genelde tartışmalı bir figür olarak biliyor insanlar. “Japon”daki yaşlı kadın ile genç erkek ilişkisindeki çıplaklık boyutu, atların cinsel ilişkisi, “Cennette Savaş”taki cinsel içeriği yüksek sekansların garipliği, “Sessiz Işık”ın sonundaki lezbiyen öpücük ve “Karanlık Aydınlığa”daki grup seks sahnesi derken liste kabarıyor. Bu normal mi sizce de? Gaspar Noé çok tartışmalı bir figürdür şiddeti kullanması sebebiyle. Ama sizin de onun yerine konulmanızla ilgili ne düşündüğünüzü merak ediyorum açıkçası.
Ben düşünmüyorum öyle. Bence ben cinsel açıdan belgelenmiş şeyleri yapmıyorum. Herkesin yaptıklarının tersine odaklanıyorum. Gelenekselliği bozuyorum. Normalde karı-koca cinsel ilişkiye girer. Ama bu gerçek hayatta öyle değil. İnsanların yüzde 25’i farklı şeyler yapabiliyor. Kadınlarla, köpeklerle seks yapabiliyorlar. Bunu bir filmde gösterince sapık oluyorsunuz. Ama normal bir konu varsa çok kolayca şok etme şansına sahip olabiliyorsunuz. Bu delice. Ben basit ve sıradan filmler yapıyorum. Bu yaptıklarım kaynağına başkalarının hikayelerini, yüzlerce kez anlatılan öyküleri almıyor. Bunların bir koda sokulmasını istemiyorum. Benim kendi deneyimimden gelmesini istiyorum. Politik açıdan doğru olup olmamasını umursamıyorum.
Pasolini, Haneke gibi isimler de öyle zaten.
Pasolini öyle. Haneke ölçüsüz filmler yapıyor. Bu çok fazla olmuyor. İnsanların birbirini öldürmesi başlı başına tartışmalı. Ama o içeriği bir sınır koymayınca ya da görüntüleri sansürlemeyince ister istemez çok tartışmalı bulunuyorum. Palyaço veya provokatör değilim.
‘KENARLARI İNCELTİLMİŞ BİR LENS KULLANDIM’
Sizin jenerasyonunuzdan bir başka auteur yönetmen daha var. Sizinle üslup açısından biraz ayrışsa da cinselliği yıkıcı ve çiğ olarak kullanmasıyla akrabalık kuruyor. Avusturyalı Ulrich Seidl’dan bahsediyorum. Onunla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Çok seviyorum. Seidl da normal filmler yapıyor. Deli insanlar hakkında hikayeler anlattığı düşünülüyor. Bunu da anlayamıyorum. Seidl, Avrupa’nın gözü açık yegane yönetmenlerden biri. Özellikle de son filmlerini izleyince gerçek hayatta olanlara baktığını ortaya çıkıyor bence. İnsanlarla alay ettiği düşünülüyor. Ama tam tersi bence. Kimsenin sıradan filmlerde görmek istemediği insanlarda onun gözü. Bence Seidl çok büyük bir sanatçı. İlgiyi insanların görmeyi reddediklerine çekmek kolay iş değil! Bazı aptal izleyicilerin ona filmler sonrasındaki soru-cevap söyleşilerinde ‘bunu izleyince insanlar ne düşünür?’ demesi garip geliyor. Bana da ‘Nicole Kidman senin filmini izleyince ne düşündü?’ diye sorabilirler o zaman! Onların dedikleri kimin umrunda. Sıradan insanlar. Seidl, müthiş bir yönetmen.
Tarkovsky’nin filmografisi gibi her virajda farklı bir heyecan veren bir filmografiniz var. Bu filmde “Karanlıktan Aydınlığa”da 1.37:1’i kullanırken sessiz sinema döneminde pelikülü elle boyayarak yapılan ‘yanları flulaştırma’ efektini kullandınız. Buna benzer numaraları Sokurov da “Ana ve Oğlu” ve “Faust”ta uygulamıştı. Bunu günümüzde nasıl yaptınız?
Özel bir lens var. Onun etrafını cilaladım.
Balık gözü mü?
Normal bir objektif. Lensler eğimlidir. Bir aletle lensin kenarlarını incelttik bu yanılsamayı yaratmak için. Mesela burada bir pencereye bakıyoruz ve orada yansıma görüyoruz. Aynadaysanız çocukken de gerçeklik başka bir boyuta geçebilir. Standart bir sinema filminde tek tarafı görürüz. Ama kadrajın başka yolları da var. Ana çerçevenin görünümünü çarpıtabilirsiniz. Olağan görüntüler böylece ortadan kalkar. Sokurov da böyle şeyler yapıyor. Onun sinemasını severim.
Bu lens kullanımı kenarlarındaki flulukla cehenneme veya arafa açılan bir kapı anlamına mı geliyor?
Hayır. Belki... Bu sizin bazı şeyleri başka boyuttan görmenizi, başka şekilde hissetmenizi sağlamak içindi.
Sizin şirketinizde çalışan Sebastian Hofmann da benzer bir lens çalışması yapmıştı bu sene çektiği “Halley”de. O film hakkında ne düşünüyorsunuz?
Evet evet sadece belli açılardan takdir ettim. Genel anlamda beğenmedim.
Şaşırmadım. Özellikle dramatik yapısı açısından beğenmemeniz normal.
Bir “Sinek” hikayesi. Daha önce görmüştük. Özgün değil. Sen beğendin mi?
Ben beğendim. Bu stili kullanırken tavizsiz bir şekilde bir zombinin bakış açısına uyarladığını düşünüyorum. “Halley”i alt türün gelenekleri genelde farklı olduğu için takdir ettim.