KIZLARI VE EGZOTİKLİĞİYLE 'WOLVERINE'
26/07/2013 - Habertürk
|
FİLMİN NOTU: 1.8
|
Yakışıklılığı, fiziği ve gücüyle bayan ağırlıklı kitleyi etkileyip kendine özel bir seyirci yaratan bir kahraman Wolverine. Şüphesiz 2000’de başlayan A sınıf ‘X-Men’ serisinde de bu özelliğini sürdürdü. Ancak 2009 tarihli onun adına üretilen yan bölümden sonra bu yeni denemenin de karakterin üzerindeki ölü toprağını atabildiğini söyleyemeyiz. Aksine bu ‘Conan’la akrabalık kuran demode süper kahramanın, James Mangold gibi mesaj kaygısını ve dramayı öne çıkaran bir yönetmenin eline verilmesi “Man of Steel”daki düşünsel katmanlılığı getirmiyor. Buna paralel olarak da günümüzde Steven Seagal, Jean-Claude Van Damme gibi eskimiş kahramanların önderlik ettiği, video piyasasına düşen egzotik, ırkçı ve yapma Amerikan yakuza aksiyonlarından birini daha deneyimliyoruz. Böylece çizgi roman uyarlamalarının “Kaptan Amerika” ve “Thor” ile ‘çöp’ üretimine kaydığı bir dönemde blockbuster sezonunun en büyük fiyaskosunu tatmak kaçınılmaz hale geliyor.
Hayvani hisleri, iyileşme özelliği ve kas gücüyle yol alan bir süper kahraman… İngilizcede kutup porsuğu ‘wolverene’in bir harf ile değişmiş hali olan ‘Wolverine’, ‘X-Men’ filmlerinde mizacıyla en geniş kitleye hitap eden isim oldu. Bu durum Hugh Jackman’ı popüler bir figüre dönüştürürken bu karakteri de zirveye çıkardı. İki devam filmi, bir yan bölüm (spin-off), bir önbölüm derken şimdi de o yan bölümün ikinci şubesinin yamacında ya da seri üretimin seri üretiminde alıyoruz soluğu.
Rudolph Valentino ile Arnold Schwarzennegger’i birleştiren bir kimlik
Gavin Hood’un “X-Men Başlangıç: Wolverine”inin (“X-Men Origins: Wolverine”, 2009) üzerine koymaktan ziyade ABD bazlı hikayesini Japonya’ya taşıyan bir durum var burada. Savaşçı ve çağ dışı kahraman böylece Rudolph Valentino’nun sessiz sinemada geçerli olan fiziksel çekiciliği ile 80’lerde geçerli olan Arnold Schwarzenegger’in ‘vuruş kuvveti’ni bir araya getiren bünyesinden faydalanabiliyor. 30 sene önce popüler olan ‘Conan’ın mizacını modern dünyaya taşıması bir tarafa, Uzakdoğu’daki kültürel dövüş filmlerinde etkin olabilecek özelliklerin üzerine gidiyor.
Ancak son yıllar süper kahraman filmlerinde, ‘Superman’, ‘Örümcek Adam’ ve ‘Batman’in ciddi dramalara kaydığını görebiliyoruz. Artık alan namına yetişkinleri ilgilendiren bir şablondan bahsedebiliyoruz. Belli ki “Olağan Şüpheliler” (“The Usual Suspects”, 1995) ile üne kavuşan Christopher McQuarrie’nin ilk çizgi roman bazlı senaryosunda, kaynakçadan bağımsız bir hikaye oluşturması ve James Mangold’un bağımsız ruhu derken ana hedef belli.
Eski model kahramanla psikolojik hikaye anlatmak ne kadar doğru?
Psikolojik bir karakter hikayesi anlatıp onun sorunlarını peliküle aktarmak arzulanıyor. Baştan itibaren de yatıp kalkan, rüya, kabus ve daha nice zihinsel evren görüntüsüyle karşılaşan bir ‘vurucu’ izliyoruz. 2. Dünya Savaşı döneminden başlayan sürecin yakuzaların arasına taşınması da normal.
Zira belli ki ana hedef ‘Wolverine ve üç kadın’ üzerinden bir örgü kurmak olmuş. Ross Emery’nin koyu renkleri öne çıkaran, gri ile lacivert arasında gidip gelen renk paleti ise aslında olgunlaşan çizgi roman geleneğine yatkın. Ancak Mangold’un ultra psikolojik ve felsefi bir dünya kurup büyük laflar etmek istemesi filmi anbean daha da yaralıyor. İster istemez karşımıza ‘Iron Man’ örneğiyle paralellik kuran, yenilmez bir savaş silahı çıkıyor.
Japonya’ya egosantrik ve egzotik bir bakış
ABD, Japonya fark etmeksizin Logan aynı Logan. Buradaki tek değişim ise karşımıza çıkan yakuza çetesi ve samuray kültürüyle mücadelesi. Her katmanıyla çiğ yakuza filmi evreni, ‘alt türde Seijun Suzuki’nin yarattığı dönüşümü istiyoruz!’ dedirtirken, kendimizi Jackie Chan veya Jet Li’nin yıllar sonra Hong Kong’a döndüğü, pespaye bir kung fu aksiyonunda izliyor gibi hissediyoruz. Hatta “Son Vuruş”un (“Knock Off”, 1997) dehlizleri de bunu anlatabilir.
Mangold’un kamerayı aşağıya koyup görkemi öne çıkarmaması psikolojiye destek vermekten ziyade filmin atmosferini sekteye uğratıyor. Kahraman modeli olarak 40’larda, aksiyon geleneği olarak 90’ların başında geçerli olabilecek süreç böylece canlanıyor. Kültürel türlerden yakuza filmlerine de Tarantino sonrası duyulan saygı, egzotik bir süreçle ‘yukarıdan bakma’yı devreye sokuyor. Egosantrik bir Amerikancılık, boyutsuz bir ırkçılık canlanıyor.
Van Damme ve Seagal ile karşılaşmamak doğal mı?
Famke Janssen, Svetlana Khodchenkova ve Rila Fukushima ise Amerika, Rusya ve Japon ayaklarından ‘dost’, ‘düşman’ ve ‘düşman’ şeklinde sıralanıyor. ABD’nin eski düşmanlarıyla münasabeti böylece furyaya ayak uyduruyor. Aksiyon sahneleri akılda kalmaktan ziyade çabuk tüketilme arzusu yaratırken kahramanın yakın planının üzerine defalarca kez gidilmesi, ruhsal faktörleri yabancılaştırma malzemesine dönüşüyor. Adeta son ‘Hulk’ uyarlamasındaki ana karakterin zorla zayıflatılmış ve biraz gençleştirilmiş vücut ölçülerinde izliyoruz.
Böylece 2000’de başlayan ‘X-Men’ serisinin en zayıf halkası ile yüzleşiyoruz. Kişisel olarak devam filmlerini ile önbölümü tercih edebilirim. Hatta önbölümün ‘Wolverine’li ikinci halkası “X-Men: Days of the Future Past”i (2014) şimdiden beklemek gerektiğini de söylemeliyim. Zira karşımızda ilk Wolverine filminden bile geride bir eser var. Orada en azından aydınlatılan sırların fazlalığı, burada da Jean Grey’in hali ve kapanıştaki sürpriz sahne ile canlanıyor. Ancak bunun ötesinde ‘fantastik aksiyon’u günümüze taşıyabilen bir şey göremiyoruz. Aksine Jean-Claude Van Damme, Steven Seagal gibi isimlerin yanımızda belirmesini, yakın temasta bulunmasını arzuladığımız bir süreç deneyimliyoruz. Onların filmlerinin çoktan video piyasasına düştüğünü düşünürsek tablonun vahameti daha da açığa çıkıyor.
Robot üretimi çöp eğilimini hızlandırıyor
Zira çizgi roman uyarlamalarının yavaş yavaş miyadının dolduğu, 90’lardan bir aksiyon filmi izleme arzusu uyandıran bir eserle yüzleşiyoruz. Mangold’un yegane başarısı “Kimlik” (“Identity”, 2003) sonrası bir türlü diğer alanlarda tutturamaması da buradaki en büyük zaaf olarak canlanıyor. Dramatik yaklaşımını, olgunluğunu, kalitesini ve mesaj kaygısını kattığı her şey tutmuyor. ‘Western’in günümüze uyumsuzluğu, ‘biyografi’nin geniş ölçekliliği derken, süper kahraman filmlerinin de değişen tabanı zarar veriyor yönetmene.
Son dönemde para için iş almaya başlayıp kaliteden ödün veren Christopher McQuarrie’nin oluşturduğu ‘travmatik’ derme çatma senaryo da bu duruma destek veriyor. Nihayetinde robot üretiminin buraya da sızması ise bir ‘Transformers’ etkisi. Ama filmin çöp yönelimini hızlandırıyor. Tabii ki Rus kızın dönüşümü de buna eklenebilir.
Hayvani hisleri, iyileşme özelliği ve kas gücüyle yol alan bir süper kahraman… İngilizcede kutup porsuğu ‘wolverene’in bir harf ile değişmiş hali olan ‘Wolverine’, ‘X-Men’ filmlerinde mizacıyla en geniş kitleye hitap eden isim oldu. Bu durum Hugh Jackman’ı popüler bir figüre dönüştürürken bu karakteri de zirveye çıkardı. İki devam filmi, bir yan bölüm (spin-off), bir önbölüm derken şimdi de o yan bölümün ikinci şubesinin yamacında ya da seri üretimin seri üretiminde alıyoruz soluğu.
Rudolph Valentino ile Arnold Schwarzennegger’i birleştiren bir kimlik
Gavin Hood’un “X-Men Başlangıç: Wolverine”inin (“X-Men Origins: Wolverine”, 2009) üzerine koymaktan ziyade ABD bazlı hikayesini Japonya’ya taşıyan bir durum var burada. Savaşçı ve çağ dışı kahraman böylece Rudolph Valentino’nun sessiz sinemada geçerli olan fiziksel çekiciliği ile 80’lerde geçerli olan Arnold Schwarzenegger’in ‘vuruş kuvveti’ni bir araya getiren bünyesinden faydalanabiliyor. 30 sene önce popüler olan ‘Conan’ın mizacını modern dünyaya taşıması bir tarafa, Uzakdoğu’daki kültürel dövüş filmlerinde etkin olabilecek özelliklerin üzerine gidiyor.
Ancak son yıllar süper kahraman filmlerinde, ‘Superman’, ‘Örümcek Adam’ ve ‘Batman’in ciddi dramalara kaydığını görebiliyoruz. Artık alan namına yetişkinleri ilgilendiren bir şablondan bahsedebiliyoruz. Belli ki “Olağan Şüpheliler” (“The Usual Suspects”, 1995) ile üne kavuşan Christopher McQuarrie’nin ilk çizgi roman bazlı senaryosunda, kaynakçadan bağımsız bir hikaye oluşturması ve James Mangold’un bağımsız ruhu derken ana hedef belli.
Eski model kahramanla psikolojik hikaye anlatmak ne kadar doğru?
Psikolojik bir karakter hikayesi anlatıp onun sorunlarını peliküle aktarmak arzulanıyor. Baştan itibaren de yatıp kalkan, rüya, kabus ve daha nice zihinsel evren görüntüsüyle karşılaşan bir ‘vurucu’ izliyoruz. 2. Dünya Savaşı döneminden başlayan sürecin yakuzaların arasına taşınması da normal.
Zira belli ki ana hedef ‘Wolverine ve üç kadın’ üzerinden bir örgü kurmak olmuş. Ross Emery’nin koyu renkleri öne çıkaran, gri ile lacivert arasında gidip gelen renk paleti ise aslında olgunlaşan çizgi roman geleneğine yatkın. Ancak Mangold’un ultra psikolojik ve felsefi bir dünya kurup büyük laflar etmek istemesi filmi anbean daha da yaralıyor. İster istemez karşımıza ‘Iron Man’ örneğiyle paralellik kuran, yenilmez bir savaş silahı çıkıyor.
Japonya’ya egosantrik ve egzotik bir bakış
ABD, Japonya fark etmeksizin Logan aynı Logan. Buradaki tek değişim ise karşımıza çıkan yakuza çetesi ve samuray kültürüyle mücadelesi. Her katmanıyla çiğ yakuza filmi evreni, ‘alt türde Seijun Suzuki’nin yarattığı dönüşümü istiyoruz!’ dedirtirken, kendimizi Jackie Chan veya Jet Li’nin yıllar sonra Hong Kong’a döndüğü, pespaye bir kung fu aksiyonunda izliyor gibi hissediyoruz. Hatta “Son Vuruş”un (“Knock Off”, 1997) dehlizleri de bunu anlatabilir.
Mangold’un kamerayı aşağıya koyup görkemi öne çıkarmaması psikolojiye destek vermekten ziyade filmin atmosferini sekteye uğratıyor. Kahraman modeli olarak 40’larda, aksiyon geleneği olarak 90’ların başında geçerli olabilecek süreç böylece canlanıyor. Kültürel türlerden yakuza filmlerine de Tarantino sonrası duyulan saygı, egzotik bir süreçle ‘yukarıdan bakma’yı devreye sokuyor. Egosantrik bir Amerikancılık, boyutsuz bir ırkçılık canlanıyor.
Van Damme ve Seagal ile karşılaşmamak doğal mı?
Famke Janssen, Svetlana Khodchenkova ve Rila Fukushima ise Amerika, Rusya ve Japon ayaklarından ‘dost’, ‘düşman’ ve ‘düşman’ şeklinde sıralanıyor. ABD’nin eski düşmanlarıyla münasabeti böylece furyaya ayak uyduruyor. Aksiyon sahneleri akılda kalmaktan ziyade çabuk tüketilme arzusu yaratırken kahramanın yakın planının üzerine defalarca kez gidilmesi, ruhsal faktörleri yabancılaştırma malzemesine dönüşüyor. Adeta son ‘Hulk’ uyarlamasındaki ana karakterin zorla zayıflatılmış ve biraz gençleştirilmiş vücut ölçülerinde izliyoruz.
Böylece 2000’de başlayan ‘X-Men’ serisinin en zayıf halkası ile yüzleşiyoruz. Kişisel olarak devam filmlerini ile önbölümü tercih edebilirim. Hatta önbölümün ‘Wolverine’li ikinci halkası “X-Men: Days of the Future Past”i (2014) şimdiden beklemek gerektiğini de söylemeliyim. Zira karşımızda ilk Wolverine filminden bile geride bir eser var. Orada en azından aydınlatılan sırların fazlalığı, burada da Jean Grey’in hali ve kapanıştaki sürpriz sahne ile canlanıyor. Ancak bunun ötesinde ‘fantastik aksiyon’u günümüze taşıyabilen bir şey göremiyoruz. Aksine Jean-Claude Van Damme, Steven Seagal gibi isimlerin yanımızda belirmesini, yakın temasta bulunmasını arzuladığımız bir süreç deneyimliyoruz. Onların filmlerinin çoktan video piyasasına düştüğünü düşünürsek tablonun vahameti daha da açığa çıkıyor.
Robot üretimi çöp eğilimini hızlandırıyor
Zira çizgi roman uyarlamalarının yavaş yavaş miyadının dolduğu, 90’lardan bir aksiyon filmi izleme arzusu uyandıran bir eserle yüzleşiyoruz. Mangold’un yegane başarısı “Kimlik” (“Identity”, 2003) sonrası bir türlü diğer alanlarda tutturamaması da buradaki en büyük zaaf olarak canlanıyor. Dramatik yaklaşımını, olgunluğunu, kalitesini ve mesaj kaygısını kattığı her şey tutmuyor. ‘Western’in günümüze uyumsuzluğu, ‘biyografi’nin geniş ölçekliliği derken, süper kahraman filmlerinin de değişen tabanı zarar veriyor yönetmene.
Son dönemde para için iş almaya başlayıp kaliteden ödün veren Christopher McQuarrie’nin oluşturduğu ‘travmatik’ derme çatma senaryo da bu duruma destek veriyor. Nihayetinde robot üretiminin buraya da sızması ise bir ‘Transformers’ etkisi. Ama filmin çöp yönelimini hızlandırıyor. Tabii ki Rus kızın dönüşümü de buna eklenebilir.