'ROCKETMAN': ARANAN MODERN ELTON JOHN FİLMİ
FİLMİN NOTU: 6.9
|

Dexter Fletcher, modern müzikal klasiği “Tommy”nin Elton John merkezli ardılı ya da yan bölümüne imza atmış. “Rocketman”, kurgusundan kostümlerine koreografisinden ses tasarımına her şeyiyle enerjik, modern ve başarılı bir ‘biyografik rock müzikali/operası’.
‘TOMMY’ KÜLTÜNÜN ARDILLARI ÇOĞALIYOR
Müzikalin 1930-1960 arasına denk gelen altın döneminde bambaşka alt türler hakimiyet kurmuştu. Ama bunlara paralel olarak ‘biyografik müzikal’, 1936’da “The Great Ziegfeld” ile başladı. 1950’lerin sonunda sinemaya giren Elvis Presley, 1963’te rock şarkıcısı bir ana karakter kullanan “Bye Bye Birdie”, 1964’te Beatles’ın klasikleşen sahte belgeseli “A Hard Day’s Night” derken ‘rock kültürü’nün ayak sesleri hissedilmeye başlanmıştı. 1970’lerde ise müzikalde modern dönem start aldı. Bunların içinde ‘biyografik rock müzikalleri’ önemli bir yere sahipti.
O dönemde çılgın ve biçimci biyografilerle çığır açan Ken Russell ise özellikle sinema tarihinin en iyi müzikalleri arasındaki The Who filmi “Tommy”de önüne geçilemeyecek bir model yarattı. ‘Rock müzikali’ olarak 1973’te çekilen “Jesus Chris Superstar”a göre bambaşka bir şey vardı sahnede. Orada Elton John ise Pinball Wizard (Tilt Büyücüsü) karakteriyle The Who’nun kurucusu Roger Daltrey’nin sahnesinin ortasında duran çılgın bir figürdü. Bu modelin ana meselesi; ‘saykodelik dünya’, ‘camp doku’, ‘rock/pop şarkıları’nı bir ‘jukebox müzikali’nin kurallarıyla devreye sokmaktı. Bir şarkıcının ya da müzik grubunun bestelediği şarkılardan koreografi yaratmak ana mantıktı. Ağdalı prodüksiyonların yerini ‘alt/karşıt kültür’ incelemesi almıştı artık.
FLETCHER MÜZİKALDE DAHA ÇOK ÜRETİM YAPMALI
Ama nedense günümüzde müzisyenleri ele almak söz konusu olduğunda bu alanda çok fazla üretim göremiyoruz. Daha ziyade ‘klasik biyografi’ler aktif. Elbette 2010’larda “Aşk ve Merhamet” (“Love & Mercy”, 2014), “Sen Şarkılarını Söyle” (“Inside Llewyn Davis”, 2013), “Blaze” (2018) bu alanda kendi orijinalliği olan filmlerdi. Ancak biraz da işin plastik boyutuna, hayali dehlizlerine, camp potansiyeline alan açmak şart.
Misal Julie Taymour “Accross the Universe”da (2007) sadece “The Wall” (1982) kafasını yansıtan romantik bir Beatles müzikaline imza atabilmişti, Richard Lester’ın “A Hard’s Day’s Night”ını sollayamamıştı. “Rocketman”de (2019) Dexter Fletcher kariyerinin yönelttiği yere gidiyor ve başarılı olduğu “Sunshine on Leith” (2013) sonrası ikinci kez bir müzikalle karşımıza çıkıyor.
EGERTON, ELTON JOHN’UN TA KENDİSİ OLMUŞ
Ana karakterin adının Elton konması sürecinin de muhakemesini yapan, ama esasen uçup gitmiş hali ile gerçek dünyası arasında gidip gelen bir hikaye kurgusu tercihi var. Çocukluk, gençlik, orta yaşlılık halleri iç içe geçiyor ve bir şarkı söyleme malzemesine dönüşüyor. Bu durum sahnedeki performansların etraftaki mimariyle ilişkisine de yansıyor. Taron Egerton, klişe yumağı “Kartal Eddie”den (“Eddie the Eagle”, 2016) tek akılda ve ayakta kalan ismiydi. Burada da John’un ta kendisi olmuş.
Aksandan makyaja onu bedenine o kadar büyük bir detaycılıkla yerleşmiş ki, aradaki farkları bulmakta zorlanıyoruz. Hatta etkileyici açılış ve kapanış sekanslarının da bu konuda bir nokta koyma işlevi var. “Rocketman”, rahatlıkla “Tommy”nin 2010’lardan ardılı ya da yan bölümü olarak anılabilir. 1975’te gördüğümüz Pinball Wizard karakterinin yaşlarında burada canlanmış gibi Elton John. Bu konuda 1989’lu Egerton bir falso vermiyor. Fletcher, elbette Ken Russell’ın o dönemdeki zindeliği kadar taptaze durmuyor. Ama ‘klasik müzikal’ ve ‘klasik biyografi’nin sinemayı sürüklediği o anlamsız seri üretimlere isyan ediyor.
UÇUŞ SERBEST!
Elbette “Nowhere Boy” (2009) gibi zamanlaması becerikli bir John Lennon biyografisi var. Ama müzikalin “Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı” (“Hedwig and the Angry Inch”, 2000) gibi postmodern bir LGBTİ+ başyapıtıyla start aldığı bir yüzyılda, özgürlük, biçimcilik, alt kültür ve daha nicesine ihtiyaç vardı. Bu konuda “Repo! The Genetic Opera” (2009) da füzyon harikası bir bilimkurgu rock operası olarak başka bir boyutun sözünü verip sınırları zorluyordu.
“Rocketman” o kadar devrim niteliğinde değil. “Kırmızı Değirmen!” (“Moulin Rouge!”, 2001), “Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı”, “Repo! The Genetic Opera” gibi müzikalin postmodern döneminin başyapıtları arasına katılmıyor. Ama Elton John biyografisinden ziyade ‘Elton John rock müzikali’ olmayı seçerek ruh halinin filmi olmuş. Bu da aslında isminden başlayan ‘uçuş serbest!’ algısını uyuşturucu, rock ve cinsellik temsilli hale getiriyor. Popüler figürün özel hayatı da homofobik “Bohemian Rhapsody”den (2018) sonra olabildiğince özgürlükçü bir şekilde yansıtılıyor. Sahne hayatının bir parçası olarak ‘zenginlik’ aşılıyor.
Yani isminin ötesinde, “Kartal Eddie”nin uçma üzerine muhafazakar kayak filmi olduğunu düşününce Fletcher’a gerçek müzik ruhu yaramış. Kaydırılan kameranın işlevselliğiyle uyum kesmesinin ritme adapte oluşu camp dekorasyon-kostümden o kadar iyi destek alıyor ki koreografi ve mizansen gücüne hayran kalmamak mümkün değil! Fletcher, yeni nesil Ken Russell olma yolunda ilerleyip ‘biyografi’ formülünde ‘lineer olmayan hikaye kurgusu’ ve ‘camp plastik anlar’a kafa yormalı! Böylesi enerjik müzikallere sektörün ihtiyacı var!
‘TOMMY’ KÜLTÜNÜN ARDILLARI ÇOĞALIYOR
Müzikalin 1930-1960 arasına denk gelen altın döneminde bambaşka alt türler hakimiyet kurmuştu. Ama bunlara paralel olarak ‘biyografik müzikal’, 1936’da “The Great Ziegfeld” ile başladı. 1950’lerin sonunda sinemaya giren Elvis Presley, 1963’te rock şarkıcısı bir ana karakter kullanan “Bye Bye Birdie”, 1964’te Beatles’ın klasikleşen sahte belgeseli “A Hard Day’s Night” derken ‘rock kültürü’nün ayak sesleri hissedilmeye başlanmıştı. 1970’lerde ise müzikalde modern dönem start aldı. Bunların içinde ‘biyografik rock müzikalleri’ önemli bir yere sahipti.
O dönemde çılgın ve biçimci biyografilerle çığır açan Ken Russell ise özellikle sinema tarihinin en iyi müzikalleri arasındaki The Who filmi “Tommy”de önüne geçilemeyecek bir model yarattı. ‘Rock müzikali’ olarak 1973’te çekilen “Jesus Chris Superstar”a göre bambaşka bir şey vardı sahnede. Orada Elton John ise Pinball Wizard (Tilt Büyücüsü) karakteriyle The Who’nun kurucusu Roger Daltrey’nin sahnesinin ortasında duran çılgın bir figürdü. Bu modelin ana meselesi; ‘saykodelik dünya’, ‘camp doku’, ‘rock/pop şarkıları’nı bir ‘jukebox müzikali’nin kurallarıyla devreye sokmaktı. Bir şarkıcının ya da müzik grubunun bestelediği şarkılardan koreografi yaratmak ana mantıktı. Ağdalı prodüksiyonların yerini ‘alt/karşıt kültür’ incelemesi almıştı artık.
FLETCHER MÜZİKALDE DAHA ÇOK ÜRETİM YAPMALI
Ama nedense günümüzde müzisyenleri ele almak söz konusu olduğunda bu alanda çok fazla üretim göremiyoruz. Daha ziyade ‘klasik biyografi’ler aktif. Elbette 2010’larda “Aşk ve Merhamet” (“Love & Mercy”, 2014), “Sen Şarkılarını Söyle” (“Inside Llewyn Davis”, 2013), “Blaze” (2018) bu alanda kendi orijinalliği olan filmlerdi. Ancak biraz da işin plastik boyutuna, hayali dehlizlerine, camp potansiyeline alan açmak şart.
Misal Julie Taymour “Accross the Universe”da (2007) sadece “The Wall” (1982) kafasını yansıtan romantik bir Beatles müzikaline imza atabilmişti, Richard Lester’ın “A Hard’s Day’s Night”ını sollayamamıştı. “Rocketman”de (2019) Dexter Fletcher kariyerinin yönelttiği yere gidiyor ve başarılı olduğu “Sunshine on Leith” (2013) sonrası ikinci kez bir müzikalle karşımıza çıkıyor.
EGERTON, ELTON JOHN’UN TA KENDİSİ OLMUŞ
Ana karakterin adının Elton konması sürecinin de muhakemesini yapan, ama esasen uçup gitmiş hali ile gerçek dünyası arasında gidip gelen bir hikaye kurgusu tercihi var. Çocukluk, gençlik, orta yaşlılık halleri iç içe geçiyor ve bir şarkı söyleme malzemesine dönüşüyor. Bu durum sahnedeki performansların etraftaki mimariyle ilişkisine de yansıyor. Taron Egerton, klişe yumağı “Kartal Eddie”den (“Eddie the Eagle”, 2016) tek akılda ve ayakta kalan ismiydi. Burada da John’un ta kendisi olmuş.
Aksandan makyaja onu bedenine o kadar büyük bir detaycılıkla yerleşmiş ki, aradaki farkları bulmakta zorlanıyoruz. Hatta etkileyici açılış ve kapanış sekanslarının da bu konuda bir nokta koyma işlevi var. “Rocketman”, rahatlıkla “Tommy”nin 2010’lardan ardılı ya da yan bölümü olarak anılabilir. 1975’te gördüğümüz Pinball Wizard karakterinin yaşlarında burada canlanmış gibi Elton John. Bu konuda 1989’lu Egerton bir falso vermiyor. Fletcher, elbette Ken Russell’ın o dönemdeki zindeliği kadar taptaze durmuyor. Ama ‘klasik müzikal’ ve ‘klasik biyografi’nin sinemayı sürüklediği o anlamsız seri üretimlere isyan ediyor.
UÇUŞ SERBEST!
Elbette “Nowhere Boy” (2009) gibi zamanlaması becerikli bir John Lennon biyografisi var. Ama müzikalin “Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı” (“Hedwig and the Angry Inch”, 2000) gibi postmodern bir LGBTİ+ başyapıtıyla start aldığı bir yüzyılda, özgürlük, biçimcilik, alt kültür ve daha nicesine ihtiyaç vardı. Bu konuda “Repo! The Genetic Opera” (2009) da füzyon harikası bir bilimkurgu rock operası olarak başka bir boyutun sözünü verip sınırları zorluyordu.
“Rocketman” o kadar devrim niteliğinde değil. “Kırmızı Değirmen!” (“Moulin Rouge!”, 2001), “Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı”, “Repo! The Genetic Opera” gibi müzikalin postmodern döneminin başyapıtları arasına katılmıyor. Ama Elton John biyografisinden ziyade ‘Elton John rock müzikali’ olmayı seçerek ruh halinin filmi olmuş. Bu da aslında isminden başlayan ‘uçuş serbest!’ algısını uyuşturucu, rock ve cinsellik temsilli hale getiriyor. Popüler figürün özel hayatı da homofobik “Bohemian Rhapsody”den (2018) sonra olabildiğince özgürlükçü bir şekilde yansıtılıyor. Sahne hayatının bir parçası olarak ‘zenginlik’ aşılıyor.
Yani isminin ötesinde, “Kartal Eddie”nin uçma üzerine muhafazakar kayak filmi olduğunu düşününce Fletcher’a gerçek müzik ruhu yaramış. Kaydırılan kameranın işlevselliğiyle uyum kesmesinin ritme adapte oluşu camp dekorasyon-kostümden o kadar iyi destek alıyor ki koreografi ve mizansen gücüne hayran kalmamak mümkün değil! Fletcher, yeni nesil Ken Russell olma yolunda ilerleyip ‘biyografi’ formülünde ‘lineer olmayan hikaye kurgusu’ ve ‘camp plastik anlar’a kafa yormalı! Böylesi enerjik müzikallere sektörün ihtiyacı var!
'SİYAH GİYEN ADAMLAR 4': BÖYLE YENİ NESİLLER TUTMAZ
FİLMİN NOTU: 3.9
|

Miadı dolan serilere ‘yeni nesil’ getirmek Hollywood’un olmazsa olmaz kuralı. Ama vasat “Siyah Giyen Adamlar: Global Tehdit”te Smith’in yerine Hemsworth’ü, ne de Jones’un yerine Thompson’ı getirme hamlesi tutuyor.
BİR ‘ARA BÖLÜM’ HİSSİYLE KAYBOLUP GİDİYOR
1997’de start alan ‘Siyah Giyen Adamlar’ serisi, ‘iki kafadar uzaylı istilası filmi ya da parodisi’ şablonunu devreye soktu. Bu da ‘Cehennem Silahı’ (‘Lethal Weapon’) ve ‘48 Saat’in (‘48 Hrs.’ tutmasıyla ‘siyah-beyaz bir ikili’nin daha devreye girdiği bir melez iskelet demekti. 2002’de aynı ekibin uyumuyla gelen devam filmi keyifliydi. 2012’de ise ‘zaman yolculuğu’ motifi üzerinden Josh Brolin, Michael Stuhlbarg, Jemaine Celement ve Alice Eve’in varlığı doyurucuydu.
2019’da “Siyah Giyen Adamlar: Global Tehdit”te (“Men In Black: International”) ana kadro tamamen gençleştirilmiş. Kimin kimin yerine geçtiği net olmayabilir. Ama Tessa Thompson ile Chris Hemsworth’ün, Tommy Lee Jones ile Will Smith’in veliahtına dönüştüğü söylenebilir. Bu tercih, filmin ‘beyaz-siyahi aşkı’na kaymasına, başka bir ‘medyatik’ arayışa kaymasına sebebiyet veriyor. Ama bir ‘ara bölüm’ ya da ‘ön bölüm’ hissiyle sanki gözümüzün önünden geçip giden vasat bir bilimkurgu-komedi seyirliği canlanan.
SMITH’IN YERİNE HEMSWORTH’Ü GETİRMEK İNTİHAR GİBİ!
1969’lu siyahi yönetmen F. Gary Gray; “İntikam Ateşi” (“A Man Apart”, 2003) ve “Straight Outta Compton” (2015) haricinde sekme yaşamayan memur bir yönetmendir. Ama burada projenin anlamsızlığına ve gereksiz ‘politik açıdan doğru’ hesabına o kadar kendini kaptırmış ki ‘katkıda bulunamama’ zarara yol açıyor. ‘Siyah Giyen Adamlar’, milliyetçi ve emperyalist uzaylı istilası filmlerinin arttığı günümüzde şart bir seri.
Ama Jones ve Smith’in yerini dolduracak ikili halen bulunamadı. Deneyimli Neeson ile başlama bir artı puan, ama onun üzerine de gidilmiyor. 2012’den sonra ikinci kez seride yer alan Emma Thompson bir Ajan O karizması katsa da bir yere kadar filmi idare edebiliyor. Ne kurgusu, ne senaryosu, ne oyuncuları, ne de karakterleri işleyen bir tür filmi dördüncü Siyah Giyen Adamlar.
Kimsenin birbirine kimyası tutmaması bir yana, sinematografi-kurgu birlikteliği de yaratık görsel efektlerini öne çıkarabiliyor. Sevimsiz diyaloglara odaklanmak ve zaaf aramaktan olup bitene odaklanamıyoruz. Smith’in yerine ‘çırak’ olarak sadece yakışıklılığı ve ses tonuyla idare eden Hemsworth’ü koymak adeta intihara yol açıyor!
BİR ‘ARA BÖLÜM’ HİSSİYLE KAYBOLUP GİDİYOR
1997’de start alan ‘Siyah Giyen Adamlar’ serisi, ‘iki kafadar uzaylı istilası filmi ya da parodisi’ şablonunu devreye soktu. Bu da ‘Cehennem Silahı’ (‘Lethal Weapon’) ve ‘48 Saat’in (‘48 Hrs.’ tutmasıyla ‘siyah-beyaz bir ikili’nin daha devreye girdiği bir melez iskelet demekti. 2002’de aynı ekibin uyumuyla gelen devam filmi keyifliydi. 2012’de ise ‘zaman yolculuğu’ motifi üzerinden Josh Brolin, Michael Stuhlbarg, Jemaine Celement ve Alice Eve’in varlığı doyurucuydu.
2019’da “Siyah Giyen Adamlar: Global Tehdit”te (“Men In Black: International”) ana kadro tamamen gençleştirilmiş. Kimin kimin yerine geçtiği net olmayabilir. Ama Tessa Thompson ile Chris Hemsworth’ün, Tommy Lee Jones ile Will Smith’in veliahtına dönüştüğü söylenebilir. Bu tercih, filmin ‘beyaz-siyahi aşkı’na kaymasına, başka bir ‘medyatik’ arayışa kaymasına sebebiyet veriyor. Ama bir ‘ara bölüm’ ya da ‘ön bölüm’ hissiyle sanki gözümüzün önünden geçip giden vasat bir bilimkurgu-komedi seyirliği canlanan.
SMITH’IN YERİNE HEMSWORTH’Ü GETİRMEK İNTİHAR GİBİ!
1969’lu siyahi yönetmen F. Gary Gray; “İntikam Ateşi” (“A Man Apart”, 2003) ve “Straight Outta Compton” (2015) haricinde sekme yaşamayan memur bir yönetmendir. Ama burada projenin anlamsızlığına ve gereksiz ‘politik açıdan doğru’ hesabına o kadar kendini kaptırmış ki ‘katkıda bulunamama’ zarara yol açıyor. ‘Siyah Giyen Adamlar’, milliyetçi ve emperyalist uzaylı istilası filmlerinin arttığı günümüzde şart bir seri.
Ama Jones ve Smith’in yerini dolduracak ikili halen bulunamadı. Deneyimli Neeson ile başlama bir artı puan, ama onun üzerine de gidilmiyor. 2012’den sonra ikinci kez seride yer alan Emma Thompson bir Ajan O karizması katsa da bir yere kadar filmi idare edebiliyor. Ne kurgusu, ne senaryosu, ne oyuncuları, ne de karakterleri işleyen bir tür filmi dördüncü Siyah Giyen Adamlar.
Kimsenin birbirine kimyası tutmaması bir yana, sinematografi-kurgu birlikteliği de yaratık görsel efektlerini öne çıkarabiliyor. Sevimsiz diyaloglara odaklanmak ve zaaf aramaktan olup bitene odaklanamıyoruz. Smith’in yerine ‘çırak’ olarak sadece yakışıklılığı ve ses tonuyla idare eden Hemsworth’ü koymak adeta intihara yol açıyor!
'BEKÇİ': YERLİ SİNEMANIN 'FAUST'U OLABİLİYOR MU?
FİLMİN NOTU: 4.1
|

Roger Corman’ın “Premature Burial”ı ile Goethe’nin ‘Faust’unu birleştiren bir fantastik dram denebilir. “Bekçi”, özellikle Turan Özdemir’in özverisi ve yönetmeninin entelektüelliğiyle zaman zaman parlayabilen vasat bir film.
İÇİNDEN GOETHE, ÇEHOV VE KLASİK MÜZİK GEÇEN BİR YAPIT
Sinemada ‘mezarlık bekçisi’ motifinin kullanılmasına alışığız. Ama filmlerin merkezine yerleştiği çok da görülmüş bir durum değildir. Roger Corman, “Ölmeden Gömülenler”de (“Premature Burial”, 1962) sinema tarihinin bilinen ilk renkli zombi filmlerinden birine imza attığında böyle bir karakteri başrole yerleştirmişti. O zaman Ray Milland’ın tiplemesi tarihe geçmişti.
Durmuş Akbulut, “Bekçi”de (2018) onun ardılı bir karakteri merkezine alıyor. Salih’i Turan Özdemir canlandırıyor. Onun yaşadığı fantastik yolculuk da filmin ‘Faust damarı’, ‘Çehov etkisi’ ve ‘hayalet öyküsü’yle cebelleşmesine alan açma peşinde. Bu da bolca gizemli bir yapıtın içinde gerçekleşiyor. Klasik müzik ise entelektüellik depoluyor.
İzleyenler için yönetmenin ikinci eseri “Kiraz Mevsimi” (2018) kadar aceleye getirilmiş TV ucuzluğunda bir film değil bu. İlk uzun metrajında Akbulut açısından gerçekten bir bilinç, bir yönetmenlik zekası görüyoruz. Ama bu iyi niyet, özellikle karanlıkta patlayan ışığın, işlevsizleşen kameranın anlamsızlığıyla devre dışı kalabiliyor. Ama Faust öyküsünü, ruhunu Mephisto’ya satan karakteri anlamlı hale getirmek bu melankolik atmosferde zor değil.
ALİ ÖZGENTÜRK’ÜN ‘BEKÇİ’SİYLE YARIŞABİLİYOR MU?
Serdar Özdemir’in sinematografisi filmi yukarı taşımıyor, yeri geldiğinde gerilla usulüyle dolduruyor. Boş çabalara saplanıp kalıyor. Bu da ister istemez Ole Bornedal’ın bir Amerikan yeniden çevrimine malzeme olmuş “Gece Bekçisi” (“Nattevagten”, 1994) kadar etkili bir gece bekçisi temsili görmemizi engelliyor.
Türkiye sinemasında Venedik’te ana yarışmaya girmiş, Ali Özgentürk’ün en iyi filmlerinden “Bekçi”, Müjdat Gezen’in ‘fabrika bekçisi’ tiplemesiyle de iz bırakmıştır. 2018 mamulü “Bekçi”, Eisenstein etkili deneyci kurgusu ve mizah-dram arasındaki tonuyla tuhaflaşan o klasikleşen yapıtın seviyesine yaklaşmaktan uzak. Ama Gezen ile Özdemir’in karakterleri farklı yumurta ikizleri olabilir.
Akbulut, bütünlüklü bir filme imza atamasa da gotik korku-şeytan filmi-perili ev filmi-gizem filmi arasında gidip gelen yapısıyla sarıp sarmalıyor. Merak unsuruyla seyirciyi avcuna alabiliyor. Entelektüel okumalarıyla da edebiyattan felsefeye uzanan alt metinler sunuyor. Fakat bir sonuç alma konusunda fazla özgüvenin de mağduru oluyor.
İÇİNDEN GOETHE, ÇEHOV VE KLASİK MÜZİK GEÇEN BİR YAPIT
Sinemada ‘mezarlık bekçisi’ motifinin kullanılmasına alışığız. Ama filmlerin merkezine yerleştiği çok da görülmüş bir durum değildir. Roger Corman, “Ölmeden Gömülenler”de (“Premature Burial”, 1962) sinema tarihinin bilinen ilk renkli zombi filmlerinden birine imza attığında böyle bir karakteri başrole yerleştirmişti. O zaman Ray Milland’ın tiplemesi tarihe geçmişti.
Durmuş Akbulut, “Bekçi”de (2018) onun ardılı bir karakteri merkezine alıyor. Salih’i Turan Özdemir canlandırıyor. Onun yaşadığı fantastik yolculuk da filmin ‘Faust damarı’, ‘Çehov etkisi’ ve ‘hayalet öyküsü’yle cebelleşmesine alan açma peşinde. Bu da bolca gizemli bir yapıtın içinde gerçekleşiyor. Klasik müzik ise entelektüellik depoluyor.
İzleyenler için yönetmenin ikinci eseri “Kiraz Mevsimi” (2018) kadar aceleye getirilmiş TV ucuzluğunda bir film değil bu. İlk uzun metrajında Akbulut açısından gerçekten bir bilinç, bir yönetmenlik zekası görüyoruz. Ama bu iyi niyet, özellikle karanlıkta patlayan ışığın, işlevsizleşen kameranın anlamsızlığıyla devre dışı kalabiliyor. Ama Faust öyküsünü, ruhunu Mephisto’ya satan karakteri anlamlı hale getirmek bu melankolik atmosferde zor değil.
ALİ ÖZGENTÜRK’ÜN ‘BEKÇİ’SİYLE YARIŞABİLİYOR MU?
Serdar Özdemir’in sinematografisi filmi yukarı taşımıyor, yeri geldiğinde gerilla usulüyle dolduruyor. Boş çabalara saplanıp kalıyor. Bu da ister istemez Ole Bornedal’ın bir Amerikan yeniden çevrimine malzeme olmuş “Gece Bekçisi” (“Nattevagten”, 1994) kadar etkili bir gece bekçisi temsili görmemizi engelliyor.
Türkiye sinemasında Venedik’te ana yarışmaya girmiş, Ali Özgentürk’ün en iyi filmlerinden “Bekçi”, Müjdat Gezen’in ‘fabrika bekçisi’ tiplemesiyle de iz bırakmıştır. 2018 mamulü “Bekçi”, Eisenstein etkili deneyci kurgusu ve mizah-dram arasındaki tonuyla tuhaflaşan o klasikleşen yapıtın seviyesine yaklaşmaktan uzak. Ama Gezen ile Özdemir’in karakterleri farklı yumurta ikizleri olabilir.
Akbulut, bütünlüklü bir filme imza atamasa da gotik korku-şeytan filmi-perili ev filmi-gizem filmi arasında gidip gelen yapısıyla sarıp sarmalıyor. Merak unsuruyla seyirciyi avcuna alabiliyor. Entelektüel okumalarıyla da edebiyattan felsefeye uzanan alt metinler sunuyor. Fakat bir sonuç alma konusunda fazla özgüvenin de mağduru oluyor.
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
ADALETSİZ (DRAGGED ACROSS CONCRETE): 2.9
ALADDIN: 4.5
ALEM-İ CİN 2: 3.1
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.4
BAĞCIK: 0.8
BÜYÜLÜ GECELER: 5
ÇİFTE HAYATLAR (DOUBLES VIES): 5.8
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EKSİ BİR: 4.8
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GRETA: 6.4
GÜN BATIMI (SUNSET): 6.9
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HELLBOY: 6.5
HIGH LIFE: 6.9
İÇERDEKİLER: 2.7
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KRAL MİDAS’IN HAZİNESİ: 1.4
KUKLALI KÖŞK: 3.4
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
POKEMON DEDEKTİF PIKACHU: 5.7
SINIR (GRANS): 5.6
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTAN GÖZ (DEMON EYE): 2.4
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TEMİZLİKÇİ (THE CLEANING LADY): 3.5
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YUVA: 7
ADALETSİZ (DRAGGED ACROSS CONCRETE): 2.9
ALADDIN: 4.5
ALEM-İ CİN 2: 3.1
ASTRAL SEYAHAT: 0.6
AVENGERS: ENDGAME: 4.5
AYKUT ENİŞTE: 5.4
BAĞCIK: 0.8
BÜYÜLÜ GECELER: 5
ÇİFTE HAYATLAR (DOUBLES VIES): 5.8
DÜZENBAZLAR (THE HUSTLE): 3.1
EKSİ BİR: 4.8
EN SEVDİĞİM KUMAŞ (MY FAVOURITE FABRIC): 5
ENES BATUR GERÇEK KAHRAMAN: 4.5
EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2 (SECRET LIFE OF PETS 2): 3
GODZILLA II: CANAVARLAR KRALI (GODZILLA II: KING OF THE MONSTERS): 2.5
GÖLGE SAVAŞÇI (YING): 6.8
GRETA: 6.4
GÜN BATIMI (SUNSET): 6.9
GÜVERCİN HIRSIZLARI: 4
HANGİSİ DAHA MUTLU?: 3.4
HELLBOY: 6.5
HIGH LIFE: 6.9
İÇERDEKİLER: 2.7
JOHN WICK 3: 6.3
KARANLIK LANET (THE DARK): 5.5
KRAL MİDAS’IN HAZİNESİ: 1.4
KUKLALI KÖŞK: 3.4
MA: 2.8
MASUMİYETİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ (BLANCHE COMME NEIGE): 6.5
ONUN FİLMİ: 5.8
POKEMON DEDEKTİF PIKACHU: 5.7
SINIR (GRANS): 5.6
SUİKASTÇI (THE ASSASSİN’S CODE): 2.9
ŞAMPİYONLAR (CAMPEONES): 3.5
ŞEYTAN GÖZ (DEMON EYE): 2.4
ŞEYTANIN KAPISI (THE DEVIL’S DOORWAY): 6.5
TEMİZLİKÇİ (THE CLEANING LADY): 3.5
X-MEN: DARK PHOENIX: 5.5
YUVA: 7