ÖZGÜRLÜĞE DOĞRU ELEŞTİRİSİ
Mayıs 2008 - Sinema Dergisi
|
FİLMİN NOTU: 7.4
|
Hepimiz, liseyi bitirdikten sonra aile egemenliğinden kopmanın verdiği bağımsızlık duygusuyla farklı sulara yelken açmak isteriz. Bu da daha çok özgürlük, idealizm ve realizm doğrultusunda gelişir. Tabii ABD’de durumlar biraz daha farklı. Liseyi bitiren gençler, üniversite hayatlarında yalnız başlarına bırakılırlar. Böylece erken yaşta para kazanmayı ve yalnız yaşamayı öğrenmeleri sağlanır. Bu sebeple de Türkiye’deki ‘aile içi samimi iletişim’ ABD’de yoktur. Aksine daha sistemli ve soğuk bir yapı vardır. İşte 1992 yılında yaşanmış gerçek bir olaya dayanan ve ABD’de çok satan bir romandan uyarlanan “Into The Wild” da, o kritik ve tehlikeli dönemi ele alıyor.
Son 15 yılda çektiği 3 uzun, 1 kısa metrajlı film ile sinema sanatına ‘yönetmen’ olarak da katkıda bulunabileceğini gösteren Sean Penn, bu filmle de bağımsız ruhlu bir iş kotararak bizleri yanıltmıyor. Zaten özünde muhalif duran bu roman da Sean Penn olmasa, kolay kolay sinemaya aktarılamazmış. Zira insanın doğayla ya da kültürün vahşilikle mücadelesini, uzun süresine ve psikolojik ağırlığına rağmen anlatmayı iyi beceriyor. Filmin 2.5 saati bulan süresi, bu zorlayıcı deneyimi kanıtlar nitelikte aslında. Sean Penn, bu dezavantaja rağmen, 2000’lerin “Easy Rider”ını kotarırken, yönetmenlik gözüyle hikayeyi öyle akılcı bir sinema dilinin üzerine inşa ediyor ki, ne sıkılmak ne de ‘doğayla mücadele’ deneyiminden rahatsız olmak mümkün olabiliyor.
Evet, “Into The Wild”, özünde bir yol filmi. Bütün Amerikan bağımsızları gibi aile içi iletişimsizliği, kapitalizmin dayatmalara odaklı sistemini, eğitim sistemini ve daha nice konuyu ele alıyor. Bunların hepsini bir karakterin gözünden stilize bir görsel yapıyla ve kolay takip edilebilir bir sinema diliyle perdeye aktarması ise takdire şayan tabii. Bu tercih nedeniyle, filmin baş karakteri Christopher Mccandless rahatlıkla Dennis Hopper’ın “Easy Rider”daki idealist ve hippie karakterine benzetilebilir. Tabii “Easy Rider” ile “Into The Wild” karşılaştırması modernizm ve postmodernizm gibi kavramlar da hesaba katıldığında farklı noktalara gidebilir. Ancak bizim esas konumuz, filmin nasıl bir yere oturduğu ve yol filmi kalıplarını kullanırken neler yaptığı. Öncelikle “Easy Rider”ın yolunu açtığı 70’lerin bağımsız ruhlu ve alternatif yol filmlerinin formülünü arkasına alıyor yapım. Ancak Sean Penn, hikaye kurgusuyla da oynayıp, karakterimizin mezuniyetini, ailesinden ayrılışını, yolculuğunu ve ölümünü klasik anlatı yapısını bozarak anlatıyor. İlk olarak onu, doğanın ortasındaki bir arabanın içinde ölüme yaklaştığı bir anda görüyoruz. Hikaye ise, aralara sokulan anılarını yazdığı not defteri ve kız kardeşinin (Jena Malone) dış sesi ile ilerliyor. Böylece standart anlatıcı mantığı, bir anlamda bozulmuş ve top üçüncü bir şahsa atılmış oluyor.
Bu noktadan sonra Christopher’ın, varoluşçu yolculuğunda, Catherine Keener, Hal Holbrook gibi oyuncuların canlandırdığı ‘sisteme alışmış tecrübeli’ karakterlerden didaktik olmayan dersler alarak, kimlik arayışını tamamlamaya çalıştığını görüyoruz. Buna paralel olarak, konformist aile hayatına, kendisini merak eden ailesine ve mezuniyet törenindeki mutluluğuna tanık oluyoruz. Yani aslında anlatmak istediğini ‘sinemasal’ hale getirirken öznel bir görsel yapı kuruyor Sean Penn. Baş karakterinin ruh halinin gelgitli durumu ve ne yaptığını bilmez hali, bir bakıma onun çıkış noktası oluyor. Hikaye kurgusunu bozmasının yanında ekran bölme tekniği, yavaş çekim, sıçramalı kurgu tekniği ve ses oyunları gibi öğelere de başvuruyor kimlik arayışını gösterirken.
Tabii nihilist ve gerçekçi sona ulaşırken, ölüm temasıyla haşır neşir olması ve her çerçeveyle derin anlamlar yaratması da; onun sinema gözünü ve sistemle ilgili dertlerini kolayca gözler önüne seriyor. Emile Hirsch’in başroldeki ‘doğada zamanla değişen karakter’ performansı, hem gerçekçi duruşu hem de içten oyunculuk tarzıyla Penn’in bir diğer büyük kozu. Tabii filmin Altın Küre ödüllü müziklerine de bir cümle ile de olsa değinmek lazım bu noktada... Sean Penn’in yönetmenlik kariyeri; polisiye, karakter draması, yol filmi gibi türlerden günümüzün bilincini yakalayan örnekler çıkardıktan sonra zamanla nasıl bir yere gelir onu bilemeyiz. Ancak “Into The Wild”ın 70’lerin özgürlük yanlısı, idealist ve muhalif yol filmlerini postmodernize eden stilize bir yapıt olduğu gerçeğini kabul etmek lazım. Tabii bu adımın 2007’den sonra çekilen yol filmlerine nasıl yansıyacağı da merak konusu. Bu yenilikçi atılım, stüdyolardan olmasa da bağımsız sinemacılardan bir destek alacaktır kanımızca...
Son 15 yılda çektiği 3 uzun, 1 kısa metrajlı film ile sinema sanatına ‘yönetmen’ olarak da katkıda bulunabileceğini gösteren Sean Penn, bu filmle de bağımsız ruhlu bir iş kotararak bizleri yanıltmıyor. Zaten özünde muhalif duran bu roman da Sean Penn olmasa, kolay kolay sinemaya aktarılamazmış. Zira insanın doğayla ya da kültürün vahşilikle mücadelesini, uzun süresine ve psikolojik ağırlığına rağmen anlatmayı iyi beceriyor. Filmin 2.5 saati bulan süresi, bu zorlayıcı deneyimi kanıtlar nitelikte aslında. Sean Penn, bu dezavantaja rağmen, 2000’lerin “Easy Rider”ını kotarırken, yönetmenlik gözüyle hikayeyi öyle akılcı bir sinema dilinin üzerine inşa ediyor ki, ne sıkılmak ne de ‘doğayla mücadele’ deneyiminden rahatsız olmak mümkün olabiliyor.
Evet, “Into The Wild”, özünde bir yol filmi. Bütün Amerikan bağımsızları gibi aile içi iletişimsizliği, kapitalizmin dayatmalara odaklı sistemini, eğitim sistemini ve daha nice konuyu ele alıyor. Bunların hepsini bir karakterin gözünden stilize bir görsel yapıyla ve kolay takip edilebilir bir sinema diliyle perdeye aktarması ise takdire şayan tabii. Bu tercih nedeniyle, filmin baş karakteri Christopher Mccandless rahatlıkla Dennis Hopper’ın “Easy Rider”daki idealist ve hippie karakterine benzetilebilir. Tabii “Easy Rider” ile “Into The Wild” karşılaştırması modernizm ve postmodernizm gibi kavramlar da hesaba katıldığında farklı noktalara gidebilir. Ancak bizim esas konumuz, filmin nasıl bir yere oturduğu ve yol filmi kalıplarını kullanırken neler yaptığı. Öncelikle “Easy Rider”ın yolunu açtığı 70’lerin bağımsız ruhlu ve alternatif yol filmlerinin formülünü arkasına alıyor yapım. Ancak Sean Penn, hikaye kurgusuyla da oynayıp, karakterimizin mezuniyetini, ailesinden ayrılışını, yolculuğunu ve ölümünü klasik anlatı yapısını bozarak anlatıyor. İlk olarak onu, doğanın ortasındaki bir arabanın içinde ölüme yaklaştığı bir anda görüyoruz. Hikaye ise, aralara sokulan anılarını yazdığı not defteri ve kız kardeşinin (Jena Malone) dış sesi ile ilerliyor. Böylece standart anlatıcı mantığı, bir anlamda bozulmuş ve top üçüncü bir şahsa atılmış oluyor.
Bu noktadan sonra Christopher’ın, varoluşçu yolculuğunda, Catherine Keener, Hal Holbrook gibi oyuncuların canlandırdığı ‘sisteme alışmış tecrübeli’ karakterlerden didaktik olmayan dersler alarak, kimlik arayışını tamamlamaya çalıştığını görüyoruz. Buna paralel olarak, konformist aile hayatına, kendisini merak eden ailesine ve mezuniyet törenindeki mutluluğuna tanık oluyoruz. Yani aslında anlatmak istediğini ‘sinemasal’ hale getirirken öznel bir görsel yapı kuruyor Sean Penn. Baş karakterinin ruh halinin gelgitli durumu ve ne yaptığını bilmez hali, bir bakıma onun çıkış noktası oluyor. Hikaye kurgusunu bozmasının yanında ekran bölme tekniği, yavaş çekim, sıçramalı kurgu tekniği ve ses oyunları gibi öğelere de başvuruyor kimlik arayışını gösterirken.
Tabii nihilist ve gerçekçi sona ulaşırken, ölüm temasıyla haşır neşir olması ve her çerçeveyle derin anlamlar yaratması da; onun sinema gözünü ve sistemle ilgili dertlerini kolayca gözler önüne seriyor. Emile Hirsch’in başroldeki ‘doğada zamanla değişen karakter’ performansı, hem gerçekçi duruşu hem de içten oyunculuk tarzıyla Penn’in bir diğer büyük kozu. Tabii filmin Altın Küre ödüllü müziklerine de bir cümle ile de olsa değinmek lazım bu noktada... Sean Penn’in yönetmenlik kariyeri; polisiye, karakter draması, yol filmi gibi türlerden günümüzün bilincini yakalayan örnekler çıkardıktan sonra zamanla nasıl bir yere gelir onu bilemeyiz. Ancak “Into The Wild”ın 70’lerin özgürlük yanlısı, idealist ve muhalif yol filmlerini postmodernize eden stilize bir yapıt olduğu gerçeğini kabul etmek lazım. Tabii bu adımın 2007’den sonra çekilen yol filmlerine nasıl yansıyacağı da merak konusu. Bu yenilikçi atılım, stüdyolardan olmasa da bağımsız sinemacılardan bir destek alacaktır kanımızca...