'THOSE WHO WISH ME DEAD': GERÇEKÇİ GÖRÜNÜMLÜ B-TİPİ YANGIN AKSİYONU
FİLMİN NOTU: 3.1
|
HBO Max filmi "Those Who Wish Me Dead”, Oliver Laxe’ın “Yangın Yeri”nin (“Fire Will Come”) Amerikan ardılı olmak için yola çıkıyor. Ama türün klişe örnekleri “Backdraft” ve “Ladder 49”la kardeşlik ilişkisi kurup feminist bir ‘Rambo’ya dönüşüyor. Taylor Sheridan yönetmenlikte çiğ gerçekçilikle herkesi kandırmaya çalışırken Bourne’u kopyalamayı bile beceremeyen B-tipi ve egzotik bir yangın aksiyonuna imza atıyor.
'YANGIN YERİ’NİN DEĞERİNİ ARTTIRACAK BİR FİLM
Olivier Laxe, “Yangın Yeri”nde (“Fire Will Come”, 2019) hipnotik ve şiirsel bir anti-yangın filmine imza atmıştı. Türde zaman içinde değerini arttıracak çevreci bir zihnin ürünüydü bu. Belli ki bu zekanın ucu ABD’ye kadar uzanmış. 2021’de “Edna” da bu duruma katıldı. Taylor Sheridan’ın “Those Who Wish Me Dead”, arka planına yangını ve bir itfaiyeciyi yerleştiriyor yeni projesinde. Angelina Jolie’nin canlandırdığı Hannah Faber, vahşi bölgelerde yangını söndürmekle görevli ‘smokejumper’ (paraşütle yangın yerine atlayan itfaiyeci) olarak devreye giriyor.
Normal şartlarda Montana’nın ormanlarında geçen hikayede bir insani damar görmek mümkün. Filmin yangın sahnesiyle açılmasının ardından Hannah’nın üç çocuğun vefatına sebebiyet vermesiyle de aslında vicdan azabı devreye giriyor. Arka planda bayat bir ‘anne-çocuk ilişkisi’ akıyor. Ancak filmin baştan itibaren yapmak istediği başroldeki Z-tipi bir aksiyon kahramanın gözünden 80’lerde veya 90’larda çekilmiş zamanının gerisinde kalmış bir tür sineması örneğini teneffüs ettirmek sanki. Bu da türde vasat “Alev Kapanı” ("Backdraft", 1991) ve demodelik rekortmeni "Ekip 49" (“Ladder 49”, 2003) gibi filmlerin MeToo sonrasından şubesini canlandırıyor.
'YANGIN YERİ’NİN DEĞERİNİ ARTTIRACAK BİR FİLM
Olivier Laxe, “Yangın Yeri”nde (“Fire Will Come”, 2019) hipnotik ve şiirsel bir anti-yangın filmine imza atmıştı. Türde zaman içinde değerini arttıracak çevreci bir zihnin ürünüydü bu. Belli ki bu zekanın ucu ABD’ye kadar uzanmış. 2021’de “Edna” da bu duruma katıldı. Taylor Sheridan’ın “Those Who Wish Me Dead”, arka planına yangını ve bir itfaiyeciyi yerleştiriyor yeni projesinde. Angelina Jolie’nin canlandırdığı Hannah Faber, vahşi bölgelerde yangını söndürmekle görevli ‘smokejumper’ (paraşütle yangın yerine atlayan itfaiyeci) olarak devreye giriyor.
Normal şartlarda Montana’nın ormanlarında geçen hikayede bir insani damar görmek mümkün. Filmin yangın sahnesiyle açılmasının ardından Hannah’nın üç çocuğun vefatına sebebiyet vermesiyle de aslında vicdan azabı devreye giriyor. Arka planda bayat bir ‘anne-çocuk ilişkisi’ akıyor. Ancak filmin baştan itibaren yapmak istediği başroldeki Z-tipi bir aksiyon kahramanın gözünden 80’lerde veya 90’larda çekilmiş zamanının gerisinde kalmış bir tür sineması örneğini teneffüs ettirmek sanki. Bu da türde vasat “Alev Kapanı” ("Backdraft", 1991) ve demodelik rekortmeni "Ekip 49" (“Ladder 49”, 2003) gibi filmlerin MeToo sonrasından şubesini canlandırıyor.
GERÇEKÇİLİĞİ AMATÖRLÜKLE VE TV DEKUPAJIYLA KARIŞTIRIYOR
Bu durum karşısında money shot’ların da devreye girdiği devamlılık kurgusunun kontrolü ele geçirdiği bir yaklaşım var. Ancak bu eylem ‘neo-western’ damarlı vahşi aksiyon-macera omurgasında ilkini kolaylıkla devre dışı bırakıyor. Sheridan, temelde western türünü güncellemek isterken gerçekçiliği amatörlükle ve TV dekukajıyla karıştırıyor.
“Wind River”da (2017) 20 dakikalık aksiyon sahnelerinde bir heyecan aşılandığını ama geri kalan bölümlerde Kızılderili yerine konan Jeremy Renner’in didaktik mesaj kaygısına tutulduğunu görmüştük. Senaryoya alan açma problemi burada da gerçekleşiyor. Jolie’nin John Wayne’den farksız bir “Hellfighters” (1968) kafası 2010 sonrası dünya sinemasından daha baskın bir çiğlikle devreye giriyor sanki. O yıllardan “The Day The Earth Caught Fire” gibi yangın arka planlı klasiğe dönüşecek bir kıyamet filmi etkisi beklerken bu asla gerçekleşmiyor.
MAKYAJSIZ BİR ŞEKİLDE ORADAN ORAYA ATLAYAN BİR ANGELINA JOLIE
Oyuncunun Makyaj yapılmadan doğanın ortasında kendi evinden çıkıp gelmesi de bir yabancılaşma efekti katıyor. “Hell of High Water”da en azından western damarında aksiyon sahneleri izlenir hale sokulmuştu ve Bridges ile Foster iyiydi, türünde vasat bir film izleyebilmiştik. Burada o bile gerçekleşmiyor. “Sicario”yla girilen gerçekçi kartel filmi arzusu da çok yamama!
Aksine Nicholas Hoult, Tyler Perry (mafya patronu üstelik!) gibi oyuncular seviyeyi aşağı çekiyor. Bu intikam alma peşindeki timin arasındaki mesaj verme kaygısı ise B-tipi dokuyu kalkındırıyor. Sheridan, belli ki Bourne ile gelen el-omuz kamerasıyla çekilmiş aksiyon filmi düşüncesine tutunmak istiyor. Ancak “Without Remorse” gibi burada da sonuç iç açıcı değil.
Bu durum karşısında money shot’ların da devreye girdiği devamlılık kurgusunun kontrolü ele geçirdiği bir yaklaşım var. Ancak bu eylem ‘neo-western’ damarlı vahşi aksiyon-macera omurgasında ilkini kolaylıkla devre dışı bırakıyor. Sheridan, temelde western türünü güncellemek isterken gerçekçiliği amatörlükle ve TV dekukajıyla karıştırıyor.
“Wind River”da (2017) 20 dakikalık aksiyon sahnelerinde bir heyecan aşılandığını ama geri kalan bölümlerde Kızılderili yerine konan Jeremy Renner’in didaktik mesaj kaygısına tutulduğunu görmüştük. Senaryoya alan açma problemi burada da gerçekleşiyor. Jolie’nin John Wayne’den farksız bir “Hellfighters” (1968) kafası 2010 sonrası dünya sinemasından daha baskın bir çiğlikle devreye giriyor sanki. O yıllardan “The Day The Earth Caught Fire” gibi yangın arka planlı klasiğe dönüşecek bir kıyamet filmi etkisi beklerken bu asla gerçekleşmiyor.
MAKYAJSIZ BİR ŞEKİLDE ORADAN ORAYA ATLAYAN BİR ANGELINA JOLIE
Oyuncunun Makyaj yapılmadan doğanın ortasında kendi evinden çıkıp gelmesi de bir yabancılaşma efekti katıyor. “Hell of High Water”da en azından western damarında aksiyon sahneleri izlenir hale sokulmuştu ve Bridges ile Foster iyiydi, türünde vasat bir film izleyebilmiştik. Burada o bile gerçekleşmiyor. “Sicario”yla girilen gerçekçi kartel filmi arzusu da çok yamama!
Aksine Nicholas Hoult, Tyler Perry (mafya patronu üstelik!) gibi oyuncular seviyeyi aşağı çekiyor. Bu intikam alma peşindeki timin arasındaki mesaj verme kaygısı ise B-tipi dokuyu kalkındırıyor. Sheridan, belli ki Bourne ile gelen el-omuz kamerasıyla çekilmiş aksiyon filmi düşüncesine tutunmak istiyor. Ancak “Without Remorse” gibi burada da sonuç iç açıcı değil.
FEMİNİST ‘RAMBO’, ‘WANTED’IN ALTINDA EZİLİYOR
Hatta ormanda yenilmez bir Angelina Jolie’yle “Salt”tan farksız bir noktaya varıyor. “Wanted”ın (2008) kalitesini aratan belki alay konusu olan “By the Sea”yle onu birleştiren bir arayış avr.. Brian tyler’ın müzikleri bu bütünden kopuk olarak iyi olabilir. Ama burada o kadar gaza basıp tempoyu yükseltmeye oynuyorlar ki kurgunun biraz idare etmesinin peşinde kafa şişirir hale geliyorlar.
“Those Who Wish Me Dead”, Montana’dan gelen feminist bir Rambo’nun peşine düşüyor gibi noktatalanıyor. Yola çıkış “Yangın Yeri” olsa da kardeşlik ilişkisi kurulan “Alev Kapanı”, onun ormanda geçen kardeşi olarak tamamlıyor sinema yolculuğunu. Sylvester Stallone’dan farksız bir şekilde konumlansa da Jolie o ucuzluğa varıyor. O zamanki samimiyet ise burada ucuz bir ambalajla yer değiştiriyor.
Hatta ormanda yenilmez bir Angelina Jolie’yle “Salt”tan farksız bir noktaya varıyor. “Wanted”ın (2008) kalitesini aratan belki alay konusu olan “By the Sea”yle onu birleştiren bir arayış avr.. Brian tyler’ın müzikleri bu bütünden kopuk olarak iyi olabilir. Ama burada o kadar gaza basıp tempoyu yükseltmeye oynuyorlar ki kurgunun biraz idare etmesinin peşinde kafa şişirir hale geliyorlar.
“Those Who Wish Me Dead”, Montana’dan gelen feminist bir Rambo’nun peşine düşüyor gibi noktatalanıyor. Yola çıkış “Yangın Yeri” olsa da kardeşlik ilişkisi kurulan “Alev Kapanı”, onun ormanda geçen kardeşi olarak tamamlıyor sinema yolculuğunu. Sylvester Stallone’dan farksız bir şekilde konumlansa da Jolie o ucuzluğa varıyor. O zamanki samimiyet ise burada ucuz bir ambalajla yer değiştiriyor.
CHLOE ZHAO ARANIYOR
Debra Granik’in Amerika’nın unutulmamış bölgelerine el-omuz kamerasıyla yaklaşmasından farksız bir film izliyoruz. Gerçekçi gözüken B-tipi aksiyon-macera filmi büyük oranda 80’lerdeki tür algısını kalkındırmanın ötesine gidemiyor. Sinemasal açıdan insanlık öykülerinde Reichardt ve Zhao’nun sosyal gerçekçilikten minimalizme sırçayan olgusunu mumla arıyoruz.
Ben Richardson’ın öylesine genele yerleştirilmiş açıları ise hafif çarpık diye sanki stilize bir his yaratmıyor. Aksine video piyasasına uygun bir Angelina Jolie yolculuğunu duyurmanın devamını da getiriyor. Aidan Gillen kötü adam olarak biraz orta halli performansıyla en azından hatırlanacaktır. “Ölmemi İsteyenler” adıyla zaten B-tipi bir intikamcı aksiyonuna kayış şart hale geliyor. Biz ateş kulesinin ve yangın motifinin etrafında bir yoğunlaşma beklerken basit bir vites değiştirmeyle yapaylık seçiliyor. “Korkusuzlar”ın (“Only The Brave”, 2017) modernliğin peşine takılamıyor.
Debra Granik’in Amerika’nın unutulmamış bölgelerine el-omuz kamerasıyla yaklaşmasından farksız bir film izliyoruz. Gerçekçi gözüken B-tipi aksiyon-macera filmi büyük oranda 80’lerdeki tür algısını kalkındırmanın ötesine gidemiyor. Sinemasal açıdan insanlık öykülerinde Reichardt ve Zhao’nun sosyal gerçekçilikten minimalizme sırçayan olgusunu mumla arıyoruz.
Ben Richardson’ın öylesine genele yerleştirilmiş açıları ise hafif çarpık diye sanki stilize bir his yaratmıyor. Aksine video piyasasına uygun bir Angelina Jolie yolculuğunu duyurmanın devamını da getiriyor. Aidan Gillen kötü adam olarak biraz orta halli performansıyla en azından hatırlanacaktır. “Ölmemi İsteyenler” adıyla zaten B-tipi bir intikamcı aksiyonuna kayış şart hale geliyor. Biz ateş kulesinin ve yangın motifinin etrafında bir yoğunlaşma beklerken basit bir vites değiştirmeyle yapaylık seçiliyor. “Korkusuzlar”ın (“Only The Brave”, 2017) modernliğin peşine takılamıyor.
'ARIANNA': ADADA İTALYAN USULÜ İLK CİNSEL DENEYİM
FİLMİN NOTU: 5.2
|
12 Mayıs'ta Netflix'te başlayan “Arianna” (2015), samimi bir ergenlik öyküsü. İlk cinsel deneyimi ve cinsel kimlik bunalımını içine alan sahici bir ada portresine açılıyor. “Stromboli” kadar iddialı olmasa da Lavagna’nın deneyimli görüntü yönetmeni Louvart’ın genel planların ötesindeki açı kullanımıyla bu durumun sahiciliğine dikkat çekmesi etkileyebiliyor. İtalyan sinemasına Rochwacher ile Crialese’yle akraba bir giriş geliyor.
ROHRWACHER DAMARINDAN BİR YÖNETMENİN DOĞUŞU
İtalyan sinemasının geleneği şık ve stilize olanın ışığında ciddi bir entelektüel bilincin izinde ilerler. Fellini’den Visconti’ye, Rossellini’den Leone’ye, Antonioni’den Bertolucci uzanan farklı gelenekler sahibi bir auteur’ler ülkesidir aslında bahsedilen. Onun da değişik kuşaklarda bulduğu karşılıklar dikkat çekicidir.
Son 20 senede Ferzan Özpetek, Paolo Sorrentino, Saverio Costanzo, Pietro Marcello haricinde istikrarlı yönetmenlerle karşılaşmak çok kolay değil. Ama gerçekten de entelektüel büyünün bize sindiğini görürüz. "Arianna", Alice Rohwacher’ın “Corpo Celeste”si (2011) ile çıkış yapan Helene Louvart’ın bu geleneği lehine çevirmesiyle değer kazanabilen bir film. Emanuele Crialese’yle de akrabalık kuruyor.
Carlo Lavagna, ortak senaristlik de yaptığı filmde bir kızın cinsel kimlik arayışını, ilk cinsel deneyimi üzerinden varoluşçu ve melankolik sancılarla tasarlıyor. Bu sayede de samimi bir ilk filme dönüşüyor. Ondina Quadri’nin canlandırdığı ana karakter, etrafta olup bitenlere bakarak kendi sıkışmış dünyasının tezahürlerini karşımıza çıkarıyor. Mat renklerle anlam kazanabiliyor.
YARIDA KALMIŞ GİBİ BİTSE DE SAHİCİLİĞİYLE MEST EDİYOR
Bu da yeni tanışmalar ve gözetlemeler eşliğinde bir İtalyan adası portresine kadar uzanıyor. Elbette “Stromboli” (1950), “Macera" ("L'Avventura", 1960) kadar iddialı başyapıtlar izlemiyoruz. Ama Ozon’un “Yaz Elbisesi” (“Une Robe d’été”, 1996) ile Rochwacher’in “Corpo Celeste”sini birleştiren bir yapı var. Bu durum da sahicilikten beslenen tutku odaklı arayışı anlamlı hale getiriyor.
Film ilk cinsel deneyim açısından yakın dönemden "Tepetaklak" (“Sommersault”, 2004), “Çalınmış Güzellik” (“Stealing Beauty” 1996), “Ballad of Jack and Rose” (2005) gibi filmlerle yarışamıyor. Ama kendi çapında bir biseksüel/LGBTİ kimlik sorgulamasını da bize hissettiriyor. Bunun ötesinde de Arianna adının eşliğinde ortaya çıkan bir toplumsal karmaşayı da Rohrwacher/Crialese etkili vurguluyor sanki.
ROHRWACHER DAMARINDAN BİR YÖNETMENİN DOĞUŞU
İtalyan sinemasının geleneği şık ve stilize olanın ışığında ciddi bir entelektüel bilincin izinde ilerler. Fellini’den Visconti’ye, Rossellini’den Leone’ye, Antonioni’den Bertolucci uzanan farklı gelenekler sahibi bir auteur’ler ülkesidir aslında bahsedilen. Onun da değişik kuşaklarda bulduğu karşılıklar dikkat çekicidir.
Son 20 senede Ferzan Özpetek, Paolo Sorrentino, Saverio Costanzo, Pietro Marcello haricinde istikrarlı yönetmenlerle karşılaşmak çok kolay değil. Ama gerçekten de entelektüel büyünün bize sindiğini görürüz. "Arianna", Alice Rohwacher’ın “Corpo Celeste”si (2011) ile çıkış yapan Helene Louvart’ın bu geleneği lehine çevirmesiyle değer kazanabilen bir film. Emanuele Crialese’yle de akrabalık kuruyor.
Carlo Lavagna, ortak senaristlik de yaptığı filmde bir kızın cinsel kimlik arayışını, ilk cinsel deneyimi üzerinden varoluşçu ve melankolik sancılarla tasarlıyor. Bu sayede de samimi bir ilk filme dönüşüyor. Ondina Quadri’nin canlandırdığı ana karakter, etrafta olup bitenlere bakarak kendi sıkışmış dünyasının tezahürlerini karşımıza çıkarıyor. Mat renklerle anlam kazanabiliyor.
YARIDA KALMIŞ GİBİ BİTSE DE SAHİCİLİĞİYLE MEST EDİYOR
Bu da yeni tanışmalar ve gözetlemeler eşliğinde bir İtalyan adası portresine kadar uzanıyor. Elbette “Stromboli” (1950), “Macera" ("L'Avventura", 1960) kadar iddialı başyapıtlar izlemiyoruz. Ama Ozon’un “Yaz Elbisesi” (“Une Robe d’été”, 1996) ile Rochwacher’in “Corpo Celeste”sini birleştiren bir yapı var. Bu durum da sahicilikten beslenen tutku odaklı arayışı anlamlı hale getiriyor.
Film ilk cinsel deneyim açısından yakın dönemden "Tepetaklak" (“Sommersault”, 2004), “Çalınmış Güzellik” (“Stealing Beauty” 1996), “Ballad of Jack and Rose” (2005) gibi filmlerle yarışamıyor. Ama kendi çapında bir biseksüel/LGBTİ kimlik sorgulamasını da bize hissettiriyor. Bunun ötesinde de Arianna adının eşliğinde ortaya çıkan bir toplumsal karmaşayı da Rohrwacher/Crialese etkili vurguluyor sanki.
'ADN': MAIWENN CEPHESİNDE ANLATACAK YENİ BİR ŞEY YOK
FİLMİN NOTU: 3.3
|
Besson'un "Leon"u ve "5. Güç"ünde oynamasıyla tanınan Maiwenn Le Besco'nun arızalı ve dengesiz kimliğini yansıttığı yönetmenlik kariyerinin beşinci halkası. "DNA" ("ADN"), bir oyuncunun ailesiyle ilişkisini melankolik bir şekilde incelemek isterken, 'el-omuz kamerası' geleneğini gerilla usulü, amatör ruhlu ve özensiz bir melodrama transfer ediyor. Cannes 2020 Seçkisi'nin en zayıf halkalarından olan film, 15 Mayıs'ta MUBI'de başladı.
ÖZÜNDEKİ İŞLEVSİZ AİLEYİ AÇIĞA ÇIKARAN FİLMLER
2006 tarihli "Beni Affet" ("Pardonnez-Moi") Maiwenn'in kendi hayat hikayesini rahatsız edici bir işlevsiz aile temsili üzerinden anlatmıştı. Adeta Ozon'un "Sitcom"una (1998) spin-off olarak gelen sıra dışı bir filmdi bu. Sonrasında "All About Actresses" ("Le Bal Des Actrises", 2012) oyunculuk kariyerinin sıra dışılığından çıkıp en iyimser yorumla vasat olarak anılabilecek bir belgeseldi.
Ardından "Cinayeti Gördüm"e ("Blowup", 1966) feminist cevap olarak canlanan "Polis" ("Polisse", 2011) geldi. Film, 2010'ların en iyi neo-noir örnekleri arasına adını yazdırdı. "Kralım" ("Mon Roi", 2015) ise Cassel-Bercot arasındaki rahatsız edici görünümlü ama acı dolu bir ilişki filmine dönüşüyordu. Yönetmenin ilk kez oynamadığı eseri de vasatın üzerine çıkamıyordu.
DENGESİZLİK BU KEZ TERS TEPİP ÖZENSİZLİĞE DÖNÜŞÜYOR
2020'ye gelindiğinde ise 1990'larda popüler filmlerle çıkış yapan Cezayir asıllı Maiwenn anlatacak bir şey bulAmamış, Adeta duygusallaşma problemine saplanmış. Kendi DNA'sını keşfe çıkmak için yola çıkıyor. Ama evinde anlamsız bir şekilde dolaşan kameranın mağduru olmakla kalıyor.
"Beni Affet" nasıl evde işlevsiz aile temsiliyle gerdiyse burada da tek bir mekanda Yeşilçam'ın kolaycı melodramı canlanıyor. Elbette bir oyuncunun dertleri olabilir, 15 yaşında Luc Besson'la ilişkiye giren ve 'arızalı' olabilecek bir kişiden bahsediyoruz. Burada da onun annesine kurmaca bir şekilde gelen Fanny Ardant ve Louis Garrel gibi oyuncularla mücadelesine bakıyoruz. Baba ile etkileşim ise aslında hafif ensest veya pedofili üzerinden bir yerlere kayıyor.
Ancak buna yaklaşım ölüme ramak kala filmine doğru ilerleyip DNA'dan ziyade yaşlılığın anlatıldığı melodramatik bir süreç izliyoruz. Sinemasal açıdan özensizlik bu duruma ekleniyor. Maiwenn kariyerindeki dengesiz ivmesini devam ettirerek burada da kariyerinin en dip noktasına ulaşıyor. Bunu yaparken de sanki buluntu film kıvamında bir projeye kayıyor sanki.
ÖZÜNDEKİ İŞLEVSİZ AİLEYİ AÇIĞA ÇIKARAN FİLMLER
2006 tarihli "Beni Affet" ("Pardonnez-Moi") Maiwenn'in kendi hayat hikayesini rahatsız edici bir işlevsiz aile temsili üzerinden anlatmıştı. Adeta Ozon'un "Sitcom"una (1998) spin-off olarak gelen sıra dışı bir filmdi bu. Sonrasında "All About Actresses" ("Le Bal Des Actrises", 2012) oyunculuk kariyerinin sıra dışılığından çıkıp en iyimser yorumla vasat olarak anılabilecek bir belgeseldi.
Ardından "Cinayeti Gördüm"e ("Blowup", 1966) feminist cevap olarak canlanan "Polis" ("Polisse", 2011) geldi. Film, 2010'ların en iyi neo-noir örnekleri arasına adını yazdırdı. "Kralım" ("Mon Roi", 2015) ise Cassel-Bercot arasındaki rahatsız edici görünümlü ama acı dolu bir ilişki filmine dönüşüyordu. Yönetmenin ilk kez oynamadığı eseri de vasatın üzerine çıkamıyordu.
DENGESİZLİK BU KEZ TERS TEPİP ÖZENSİZLİĞE DÖNÜŞÜYOR
2020'ye gelindiğinde ise 1990'larda popüler filmlerle çıkış yapan Cezayir asıllı Maiwenn anlatacak bir şey bulAmamış, Adeta duygusallaşma problemine saplanmış. Kendi DNA'sını keşfe çıkmak için yola çıkıyor. Ama evinde anlamsız bir şekilde dolaşan kameranın mağduru olmakla kalıyor.
"Beni Affet" nasıl evde işlevsiz aile temsiliyle gerdiyse burada da tek bir mekanda Yeşilçam'ın kolaycı melodramı canlanıyor. Elbette bir oyuncunun dertleri olabilir, 15 yaşında Luc Besson'la ilişkiye giren ve 'arızalı' olabilecek bir kişiden bahsediyoruz. Burada da onun annesine kurmaca bir şekilde gelen Fanny Ardant ve Louis Garrel gibi oyuncularla mücadelesine bakıyoruz. Baba ile etkileşim ise aslında hafif ensest veya pedofili üzerinden bir yerlere kayıyor.
Ancak buna yaklaşım ölüme ramak kala filmine doğru ilerleyip DNA'dan ziyade yaşlılığın anlatıldığı melodramatik bir süreç izliyoruz. Sinemasal açıdan özensizlik bu duruma ekleniyor. Maiwenn kariyerindeki dengesiz ivmesini devam ettirerek burada da kariyerinin en dip noktasına ulaşıyor. Bunu yaparken de sanki buluntu film kıvamında bir projeye kayıyor sanki.
'PENCEREDEKİ KADIN': HITCHCOCK'U MEZARINDA TERS DÖNDÜRECEK BİR FİLM
FİLMİN NOTU: 3.7
|
Aja'nın yeni filminin yazısı için tıklayın: bit.ly/3bJXLMY
'OKSİJEN': KÖKLERE DÖNÜŞ NİYETİNE CANLANAN BİR KAPALI MEKAN BİLİMKURGUSU
FİLMİN NOTU: 6.1
|
Aja'nın yeni filminin yazısı için tıklayın: bit.ly/2RF7TQm