'MONOS': KOLOMBİYA USULÜ SİNEKLERİN TANRISI-SIKIYÖNETİM BULUŞMASI
FİLMİN NOTU: 7.5
|

2010’lar Güney Amerika sinemasından çıkan en iddialı yönetmenlerden Alejandro Landes’in ikinci uzunu… “Monos”, ters yüz ettiği macera-suç-rehine filmi formüllerine kendi şeklini vermesiyle ufuk açan, vahşi, hipnotik ve stilize bir film. Yılın en iyilerinden.
NEV-İ ŞAHSINA MÜNHASIR BİR ÇOCUK/GENÇ ÇETESİ MACERASI
Trinidad ve Tobago’da bir adanın ismi… İspanyolca'da maymunlar… Yunanca’da ‘mono’dan yola çıkarak ‘kardeşler takımı’… “Monos” (2019), farklı anlamlarla anılabilecek bir film. Ama esasen bir gerilla operasyonunun adı. Tekinsiz bir ‘mesajcı’nın verdiği direktiflere göre hareket eden bir grubun yönetilmesi üzerinden yürüyor. O tiplemenin bıraktığı sağmal inek ise ‘koruyucu’ niyetine canlanıyor, ama onu bile umursamadan şiddete, cinselliğe meyleden hazcı ve zalim bir ‘çocuk çetesi’ var merkezde.
8 kişilik çocuk/genç çetesi, sinemada ‘juvenile delinquent filmleri’nin (çocuk/genç suçlu filmleri) tarihsel izdüşümlerinden besleniyor. Aslında temeline de William Golding’in 1954’te yazdığı romanın uyarlaması “Sineklerin Tanrısı”nı (“Lord of the Flies”, 1963), bir 'ada macerası klasiği'ni alıyor. Orada aslında yönetmen Peter Brook, Brechtiyen bir gelenek üzerinden ilerleyen neredeyse diyalogsuz bir vahşiliği, ilkelleşme problemini devreye ele alırken, varoluş ve büyüme sancısına kaymıştı. Adı konmayan alegorik bir savaştan, aslında ‘kapitalizm makinesi’nden kaçma deneyimini şiddet eğilimiyle resmetmişti.
HİPNOTİK ATMOSFER ÇEŞİTLİLİĞİ BESLİYOR
Günümüzde Afrika’da geçen “Johnny Mad Dog” (2008) gibi şiddet ve el-omuz kamerası gerçekçiliği açısından sert olsa da kalıcılıkta problemli örnekler var bu konuda. Ama burada sanki karakterlere takılan ‘Büyük Ayak’ (Moises Arias), ‘Rambo’ (Sofia Buenaventura), ‘Boom Boom’ (Sneider Castro), ‘Köpek’ (Paul Cubides), ‘Kurt’ (Julien Giraldo), ‘Şirin’ (Deiby Rueda), ‘Lady’ (Karen Quintero), ‘İsveçli’ (Laura Castrillon) adları da manidar. Yılların maço kültürü ikonu Rambo’nun kadın bir oyuncuya emanet edilmesi bir yana, diğerlerinin de sinemada gördüğümüz ‘casus’ gibi tiplemelerden alınıp Latin Amerika kültüründen fışkırdığı muhakkak. Komünizmi temsil eden bir animasyon karakteri ‘şirin’in araya sıkışması her şeyi ‘tersyüz etme’ düşüncesini anlamlı hale getiriyor.
Bunun ötesinde mesajcıyı oynayan Wilson Salazar da sanki Herzog filmlerinden fırlamış bir çeşit ‘Kaspar Hauer’ izlenimi bırakan bir cüce olarak çiziliyor. Her biri tekinsiz bu karakterlerin aslında tipik bir ‘ada/orman macerası’nda start alsalar da yönleri tam olarak oraya kaymıyor. Aksine, Pablo Larrain ve Jonathan Glazer ile çalışmış alternatif besteci Mica Levi’nin ezgileriyle saykodelik bir hava estiriliyor. Davul ve cam şişe sesinin hakimiyet kurması bir yana genel anlamda sentetik seslerden beslenerek hipnotik bir ton yaratma hedefi var. Bu durum ses kurgusuna da incelik katıyor.
DAMARINA ‘HİÇÇİ ANTİ-REHİNE GERİLİMİ’Nİ YERLEŞTİRİYOR
Buna Hollandalı görüntü yönetmeni Jasper Wolf da aslında genel planları helikopterden alması bir yana, bakış açı planlarında aynaların yansımalarını başka bir görüş açısı katmasıyla da ‘derin odak’la destek veriyor. Ölçek-odak dengesinin müthiş ayarlandığı vahşi bir maceranın orta yerinde kendimizi gerilla niyetine planlanmış şiddet uygulayan bir grup, onların rehin aldıkları karakter ve bir inekle buluyoruz…
Aslında burada da ‘anti-rehine gerilimi’ne açılan bir damar var. Filmde Julianne Nicholson’ın canlandırdığı Amerikalı doktor Sara Watson rehin alınıyor. Ancak onun varlığını 60. dakikaya yaklaşıldığında anca öğreniyoruz. Bu da 2.35:1’in arasına 1.85:1’de yaratıcılık içeren ‘daha önce çekilmiş görüntüler’le hikaye kurgusunu bozma hamlesinden destek alıyor. Filmin temel hedefi ‘hiççi bir macera-suç filmi’ne alan açmak.
NEV-İ ŞAHSINA MÜNHASIR BİR ÇOCUK/GENÇ ÇETESİ MACERASI
Trinidad ve Tobago’da bir adanın ismi… İspanyolca'da maymunlar… Yunanca’da ‘mono’dan yola çıkarak ‘kardeşler takımı’… “Monos” (2019), farklı anlamlarla anılabilecek bir film. Ama esasen bir gerilla operasyonunun adı. Tekinsiz bir ‘mesajcı’nın verdiği direktiflere göre hareket eden bir grubun yönetilmesi üzerinden yürüyor. O tiplemenin bıraktığı sağmal inek ise ‘koruyucu’ niyetine canlanıyor, ama onu bile umursamadan şiddete, cinselliğe meyleden hazcı ve zalim bir ‘çocuk çetesi’ var merkezde.
8 kişilik çocuk/genç çetesi, sinemada ‘juvenile delinquent filmleri’nin (çocuk/genç suçlu filmleri) tarihsel izdüşümlerinden besleniyor. Aslında temeline de William Golding’in 1954’te yazdığı romanın uyarlaması “Sineklerin Tanrısı”nı (“Lord of the Flies”, 1963), bir 'ada macerası klasiği'ni alıyor. Orada aslında yönetmen Peter Brook, Brechtiyen bir gelenek üzerinden ilerleyen neredeyse diyalogsuz bir vahşiliği, ilkelleşme problemini devreye ele alırken, varoluş ve büyüme sancısına kaymıştı. Adı konmayan alegorik bir savaştan, aslında ‘kapitalizm makinesi’nden kaçma deneyimini şiddet eğilimiyle resmetmişti.
HİPNOTİK ATMOSFER ÇEŞİTLİLİĞİ BESLİYOR
Günümüzde Afrika’da geçen “Johnny Mad Dog” (2008) gibi şiddet ve el-omuz kamerası gerçekçiliği açısından sert olsa da kalıcılıkta problemli örnekler var bu konuda. Ama burada sanki karakterlere takılan ‘Büyük Ayak’ (Moises Arias), ‘Rambo’ (Sofia Buenaventura), ‘Boom Boom’ (Sneider Castro), ‘Köpek’ (Paul Cubides), ‘Kurt’ (Julien Giraldo), ‘Şirin’ (Deiby Rueda), ‘Lady’ (Karen Quintero), ‘İsveçli’ (Laura Castrillon) adları da manidar. Yılların maço kültürü ikonu Rambo’nun kadın bir oyuncuya emanet edilmesi bir yana, diğerlerinin de sinemada gördüğümüz ‘casus’ gibi tiplemelerden alınıp Latin Amerika kültüründen fışkırdığı muhakkak. Komünizmi temsil eden bir animasyon karakteri ‘şirin’in araya sıkışması her şeyi ‘tersyüz etme’ düşüncesini anlamlı hale getiriyor.
Bunun ötesinde mesajcıyı oynayan Wilson Salazar da sanki Herzog filmlerinden fırlamış bir çeşit ‘Kaspar Hauer’ izlenimi bırakan bir cüce olarak çiziliyor. Her biri tekinsiz bu karakterlerin aslında tipik bir ‘ada/orman macerası’nda start alsalar da yönleri tam olarak oraya kaymıyor. Aksine, Pablo Larrain ve Jonathan Glazer ile çalışmış alternatif besteci Mica Levi’nin ezgileriyle saykodelik bir hava estiriliyor. Davul ve cam şişe sesinin hakimiyet kurması bir yana genel anlamda sentetik seslerden beslenerek hipnotik bir ton yaratma hedefi var. Bu durum ses kurgusuna da incelik katıyor.
DAMARINA ‘HİÇÇİ ANTİ-REHİNE GERİLİMİ’Nİ YERLEŞTİRİYOR
Buna Hollandalı görüntü yönetmeni Jasper Wolf da aslında genel planları helikopterden alması bir yana, bakış açı planlarında aynaların yansımalarını başka bir görüş açısı katmasıyla da ‘derin odak’la destek veriyor. Ölçek-odak dengesinin müthiş ayarlandığı vahşi bir maceranın orta yerinde kendimizi gerilla niyetine planlanmış şiddet uygulayan bir grup, onların rehin aldıkları karakter ve bir inekle buluyoruz…
Aslında burada da ‘anti-rehine gerilimi’ne açılan bir damar var. Filmde Julianne Nicholson’ın canlandırdığı Amerikalı doktor Sara Watson rehin alınıyor. Ancak onun varlığını 60. dakikaya yaklaşıldığında anca öğreniyoruz. Bu da 2.35:1’in arasına 1.85:1’de yaratıcılık içeren ‘daha önce çekilmiş görüntüler’le hikaye kurgusunu bozma hamlesinden destek alıyor. Filmin temel hedefi ‘hiççi bir macera-suç filmi’ne alan açmak.

‘MALVOL, MAHLUK, MAHVOL’UN KARDEŞİ
Bu da Yeni Arjantin Sineması’ndan alışık olduğumuz bir durum. Lisandro Alonso ve Lucrecia Martel ormanın ıssız doğasıyla oynamayı, bundan bir dil çıkarmayı sever, bu ikilinin yarattığı modeller de takdir edilesidir. Burada ise Landes, Brezilya doğumlu olup Kolombiya hikayeleri anlatsa da onların yeni bir kuşağı gibi hareket ediyor.
Belki Alejandro Fadel’in yine ikinci uzunu “Mahvol, Mahluk, Mahvol” (“Muere, Monstruo, Muere”, 2018) adlı hiççi ve natüralist polisiye omurgalı canavar filmiyle (ki alt türünde Joon-Ho’nun “Yaratık”ı kadar değerli) kardeşlik ilişkisi kuruyor. Lukas Valenta Rinner’in neredeyse diyalogsuz kıyamet portresi “Parabellum” (2015) ile Leonardo Brzezicki’nin gizemli ve minimalist yas hikayesi “Noche”si (2013) de akrabalık kurulan sağlam ilk filmler arasında.
Yunan Yeni Dalgası’nın öncü isimlerinden Spiros Stathoulopoulos’un Kolombiya’nın balta girmemiş ormanlarında tek plan çekerek çığır açtığı rehine gerilimi “PVC-1” (2007) ise bir yerlerden fışkıracak gibi gözüküyor. Ama onun tersi istikamette ilerliyoruz.
PTA ‘SIKIYÖNETİM’İ ÇEKMİŞ SANKİ
Anti-militarist anti-rehine gerilimi damarlı ada/orman macerası aslında başka türlü planlıyor. Hipnotik ve stilize bir Paul Thomas Anderson gerçekçiliği servis etme arzusu filmin geneline yayılmış. Mica Levi bu duruma destek oluyor. Ancak onun ötesinde bir Herzog eli de değiyor zaman zaman.
Daha ziyade sanki anti-rehine gerilimlerinde ekol olan Costa-Gavras’ın ‘kıyamet paranoyası’yla da teğet geçen “Sıkıyönetim”inde (“Etat de Siege”, 1972) Uruguaylı solcu Tupamaro grubunun kaçırdığı Fransız liderin hikayesini hatırlatıyor “Monos” bolca. Bu da filmin sahicilikle imtihanını daha net bir şekilde devreye sokuyor.
MACERA-SUÇ FİLMİ FORMÜLLERİNİ EĞİP BÜKÜYOR
Landes, alışık olduğumuz ‘hayatta kalma macerası’nın ötesinde Güney Amerika’nın ya da Yeni Arjantin Sineması’nın aşırılıkla ilişkisi üzerine kurmuş yapısını. Sekiz bireyli genç çetesinin alegorik yaklaşımı tersyüz ediliyor. Bunun ötesinde de herkesin birbiriyle yattığı, cinsiyet fark etmeksizin neredeyse grup seks yaptığı hedonizm vurgusu var. Bu da doğal ortamdan savaşla kaçmanın kaçınılmaz sonucu olabilir..
“Monos”, “Kıyamet”le (“Apocalypse Now”, 1979) de uzaktan akrabalık kuran bir film. Belirsiz bir savaşın sonrasından da bahsediliyor, onun afyon gibi canlanan melankolik atmosferi sinematografiye sıçramış. Ama daha ziyade Amerikalı bir rehinenin sarışın olarak bariz bir şekilde tutulup balta girmemiş ormanlara hapsedildiği vahşi bir ada/orman macerası-suç filmi olarak anılması daha doğru olur.
HERZOG USULÜ ‘OTOMATİK PORTAKAL’ GİBİ BİTİYOR
Landes’in hedefi aslında saykodelik “Beau Travail”la (1999) da kardeşlik ilişkisi kurarken daha ziyade kendi dilinin konuşulduğu bir ilkelleşme yolculuğu... Ülkemizde “Yılanın Kucağında”yla (“El Abrazo De la Serpiente”, 2015) tanınsa da 2004’te çıkış yapan Ciro Guerra’dan cesaret almış olabilir. O da Kolombiya sinemasının egzotik doğasındaki yaşayışların sıra dışılığını vurgulama hedefiyle yola çıkar.
Güney Amerika ülkesinin geçmişinde gerilla gruplarının uyguladığı şiddetten, terörden çektiği biliniyor. Şu sıralar terör sorunu azalsa da bu damarın yaratabileceği şiddetin sıradanlaşması problemini ele alıp eleştirmek söz konusu olan... Landes, egzotik doğayı özdeşleşecek dönüşlerle saran Guerra’dan daha iddialı bir yönetmen.
“Monos” da rehine geriliminin sorularını cevaplamazken bizi soru işaretleri eşliğinde ‘kıyım makinesi’ne davet ediyor. Sunulan orman da başka bir çete de gelse tam bir vahşet platformu... Ondan çıkış da aynen Herzog usulü “Otomatik Portakal” (“A Clockwork Orange”, 1971) gibi: Zor ve imkansız!
'BİR ŞANS DAHA': NOEL'DE AŞK BAŞKADIR
FİLMİN NOTU: 5.2
|

Noel’in etrafında geçen aşk hikayelerine alışık olsak da “Tesadüf”, “Aşk Her Yerde” gibi bu konudaki başarılı örneklere açız. “Bir Şans Daha”, Emma Thompson’ın ortak senaristliğinin katkısıyla Emilia Clarke’ı yatkın olduğu romantik-komediye kendi içinde tutarlı ve keyifli bir filmle sokuyor.
FEIG İLE CLARKE İÇİN SİNEMAYA GERÇEK GİRİŞ HAMLESİ
Bazı yönetmenleri ve oyuncuları senaryo kurtarabilir. Emilia Clarke’ın ve Paul Feig’in sinemada düzgün bir projede yer aldıklarını görmemiştik. Ama “Bir Şans Daha”da (“Last Christmas”, 2019) en derli toplu filmlerine imza atıyorlar. Emma Thomspon-Bryony Kimmings senarist ikilisi, kadın ruhunu yakalamakta ve yaratmakta becerikli, erkeklerin nokta koyduğu ilişkilere ara verilmesini sağlıyorlar.
Onun üzerine Gary Fleming’in renkli yapım tasarımı ve Theodore Shapiro’nun hareketli müzikleri de eklenince aslında “Mesajınız Var” (“You’ve Got Mail”, 1998), “Tesadüf” (“Serendipity”, 2001), “Aşk Her Yerde” (“Love Actually”, 2003) gibi romantik-komedilerin izdüşümleri akıcı bir seyirliğe destek oluyor. Bu da modern ve gerçekçi bir peri masalına alan açıyor aslında.
NOEL’İN BÜYÜSÜNE SOKUYOR
Malezya doğumlu, popüler TV sunucusu Henry Golding, “Crazy Rich Asians”da (2018) sadece ‘manken’ olabileceğine inandırmıştı bizi. Burada da aslında en büyük nimet, onun sadece ‘yakışıklılık’ının ‘büyüleyici’ haliyle kullanılması. Bunun takiben başroldeki Emilia Clarke'ın tiplemesi ise sanki ölüm arifesinde bir tipmiş algısı yaratıyor. Bu da noelin büyüsüne yakışan melez tür denemesine alan açıyor.
Feig daha önce “Nedimeler” (“Bridesmaids”, 2010), “Ateşli Aynasızlar”la (“The Heat”, 2013) olabilecek en zayıf chick flick örneklerine imza atmıştı, parodi “Casus”da (“Spy”, 2015) da Melissa McCarthy’nin kalitesizliğine ayak uydurup dibi görmüştü yine. 2018’de kara film “Küçük Bir Rica” (“A Simple Favor”, 2018) ile biraz toparladı. En azından Blake Lively-Anna Kendrick ikilisinin kalitesinin yanında çok işlemese de bir edebi arka plan vardı hali hazırda…
EMMA THOMPSON VE MICHELLE YEOH KAHKAHA GARANTİSİ VERİYOR
Burada da başarılı görüntü yönetmeni John Schwartzman, onun gramer sıkıntısına destek olmak için var sanki. Clarke ise doğru projelerle devam ederse yeni nesil Kate Beckinsale ya da İngiltere’nin Julia Roberts’ı olma yolunda. Çabucak unutulup giden ağlak “Senden Önce Ben”den (“Me Before You”, 2016) sonra ikinci aşk filmi rolünde parlıyor. Thompson’ın ellerinde adeta kendini buluyor. Golding’in ‘mumya’ gibi dolaşması da hikayenin hayali tarafına katkı veriyor.
“Bir Şans Daha”, görmediğimiz bir aşk hikayesi değil. Ama büyülü bir tarafı, bir çekiciliği var. Thompson ve Yeoh için yazılmış müthiş yan karakterlerle dahi kahkaha garantisi verebiliyor. Bunun ötesinde ‘samimi romantik komedi’ omurgasıyla içine alıyor, romantik çiftin kimyasıyla da duygulandırabiliyor.
FEIG İLE CLARKE İÇİN SİNEMAYA GERÇEK GİRİŞ HAMLESİ
Bazı yönetmenleri ve oyuncuları senaryo kurtarabilir. Emilia Clarke’ın ve Paul Feig’in sinemada düzgün bir projede yer aldıklarını görmemiştik. Ama “Bir Şans Daha”da (“Last Christmas”, 2019) en derli toplu filmlerine imza atıyorlar. Emma Thomspon-Bryony Kimmings senarist ikilisi, kadın ruhunu yakalamakta ve yaratmakta becerikli, erkeklerin nokta koyduğu ilişkilere ara verilmesini sağlıyorlar.
Onun üzerine Gary Fleming’in renkli yapım tasarımı ve Theodore Shapiro’nun hareketli müzikleri de eklenince aslında “Mesajınız Var” (“You’ve Got Mail”, 1998), “Tesadüf” (“Serendipity”, 2001), “Aşk Her Yerde” (“Love Actually”, 2003) gibi romantik-komedilerin izdüşümleri akıcı bir seyirliğe destek oluyor. Bu da modern ve gerçekçi bir peri masalına alan açıyor aslında.
NOEL’İN BÜYÜSÜNE SOKUYOR
Malezya doğumlu, popüler TV sunucusu Henry Golding, “Crazy Rich Asians”da (2018) sadece ‘manken’ olabileceğine inandırmıştı bizi. Burada da aslında en büyük nimet, onun sadece ‘yakışıklılık’ının ‘büyüleyici’ haliyle kullanılması. Bunun takiben başroldeki Emilia Clarke'ın tiplemesi ise sanki ölüm arifesinde bir tipmiş algısı yaratıyor. Bu da noelin büyüsüne yakışan melez tür denemesine alan açıyor.
Feig daha önce “Nedimeler” (“Bridesmaids”, 2010), “Ateşli Aynasızlar”la (“The Heat”, 2013) olabilecek en zayıf chick flick örneklerine imza atmıştı, parodi “Casus”da (“Spy”, 2015) da Melissa McCarthy’nin kalitesizliğine ayak uydurup dibi görmüştü yine. 2018’de kara film “Küçük Bir Rica” (“A Simple Favor”, 2018) ile biraz toparladı. En azından Blake Lively-Anna Kendrick ikilisinin kalitesinin yanında çok işlemese de bir edebi arka plan vardı hali hazırda…
EMMA THOMPSON VE MICHELLE YEOH KAHKAHA GARANTİSİ VERİYOR
Burada da başarılı görüntü yönetmeni John Schwartzman, onun gramer sıkıntısına destek olmak için var sanki. Clarke ise doğru projelerle devam ederse yeni nesil Kate Beckinsale ya da İngiltere’nin Julia Roberts’ı olma yolunda. Çabucak unutulup giden ağlak “Senden Önce Ben”den (“Me Before You”, 2016) sonra ikinci aşk filmi rolünde parlıyor. Thompson’ın ellerinde adeta kendini buluyor. Golding’in ‘mumya’ gibi dolaşması da hikayenin hayali tarafına katkı veriyor.
“Bir Şans Daha”, görmediğimiz bir aşk hikayesi değil. Ama büyülü bir tarafı, bir çekiciliği var. Thompson ve Yeoh için yazılmış müthiş yan karakterlerle dahi kahkaha garantisi verebiliyor. Bunun ötesinde ‘samimi romantik komedi’ omurgasıyla içine alıyor, romantik çiftin kimyasıyla da duygulandırabiliyor.
'MIDWAY': 'PEARL HARBOR'A LİBERAL DEVAM FİLMİ
FİLMİN NOTU: 4.8
|

Roland Emmerich’in 100 milyon dolarlık bir savaş filmine imza atması çokça karşılaşılan bir durum. Ama “Midway”, 2001 tarihli “Pearl Harbor”ın liberal ve anti-militarist devam filmi olmasıyla öne çıkıyor.
OYUNCU KADROSU ‘PEARL HARBOR’DAN İYİ Mİ?
2. Dünya Savaşı’nın Pasifik Cephesi fazlaca filmle konu oldu. Yeni milenyumda ise Pearl Harbor saldırısını anlatan emperyalist “Pearl Harbor”ın (2001) ardından 2019’da “Midway” geliyor. Oradaki olayların devamını anlatıyor gibi gözüken bir yeni milenyum kardeşi olarak anılabilir.
İlki nasıl savaş filmi klasiği “Tora! Tora! Tora!”nın (1971) yeniden çevrimiyse bu da “Pasifik Savaşları”nın (“Midway”, 1976) yeniden çevrimine tekabül ediyor. Bay ile Emmerich kol kola gelseydi işi bir ‘Pasifik Cephesi Evreni’ne kadar götürebilirdi. Açıkçası filmin, 2001’deki gibi Amerikalıların gözünden kabak gibi bir romantizm depoladığını söylemek güç.
Orada Ben Affleck, Josh Hartnett gibi zayıf oyuncuları, Jon Voight, Cuba Gooding Jr., Michael Shannon gibi yetenekli yan oyuncular kurtarıyordu. Burada ise yeteneksiz Ed Skrein'i Patrick Wilson, Luke Evans, Dennis Quaid, Aaron Eckhart, Woody Harrelson gibileri toparlıyor. Mandy Moore ise Kate Beckinsale'in kalitesine ulaşmaktan uzak, rol süresinin azlığıyla filmin seyir sürecini akıcı hale getiriyor.
‘DUNKIRK’ YILLARINA ADAPTE OLAMIYOR
Emmerich’in ‘Pearl Harbor’ atağını iki taraftan birden yansıtma çabası da büyük oranda tutuyor. Bu durum filmin “Tora! Tora! Tora!”nın 48 yıl sonra gelen devam filmi olarak anılmasını salık veriyor sanki. Elbette kaynak alınan 1976 tarihli eserde gördüğümüz bir Charlton Heston, Henry Fonda, James Coburn gibi üst düzey oyuncular da yok.
Esas problem savaş filmlerinde “Dunkirk” (2017) gibi bir çeşit savaş senfonisinin ürediği bir yüzyılda halen helikopter kamerayla gemiyi, denizi çekerek görkeme genel-detay plan kurgusundan bakmak sanki. Bu klasiklik biraz fazla baltalıyor, sıradanlaştırıyor tarihi hikayenin temsiliyet gücünü.
SAVAŞA İKİ TARAFTAN BAKMASIYLA DİKKAT ÇEKİYOR
Wes Tooke’un metni gerçek anlamda iki tarafın da gerilimini, kamikaze bir şekilde savaşa girişini devreye sokuyor, sorgulatıyor. Denizde, havada savaşan Japon, Amerikalı olması fark etmeksizin her ulustan insana da adanıyor. Bunun ötesinde de aslında savaşın kötü bir şey olduğunu gösteriyor. Japoncayı devre dışı bırakıp milliyetçi kahramanlık hikayesine ise asla kaymıyor.
Ama “Midway”in Ed Skrein gibi yakışıklılık kontenjanı ve Mandy Moore’un ‘önce güncel bir karakteri düzgün canlandır da gel!’ dedirtmesi de esaslı problemler… Emmerich’in bir işçiliği var, “Pearl Harbor”a göre de politik açıdan doğru bir filme imza attığı ortada. Hatta 1942’deki 18 dakikalık John Ford belgeselinden parçaları kullanması da güzel sürpriz. Ama 20 senede savaş filmlerinin modelleri değişti. “Midway”, daha ziyade Pasifik Cephesi’ne odaklanan eserler arasındaki konumuyla geri dönüp bakılacak bir eser.
OYUNCU KADROSU ‘PEARL HARBOR’DAN İYİ Mİ?
2. Dünya Savaşı’nın Pasifik Cephesi fazlaca filmle konu oldu. Yeni milenyumda ise Pearl Harbor saldırısını anlatan emperyalist “Pearl Harbor”ın (2001) ardından 2019’da “Midway” geliyor. Oradaki olayların devamını anlatıyor gibi gözüken bir yeni milenyum kardeşi olarak anılabilir.
İlki nasıl savaş filmi klasiği “Tora! Tora! Tora!”nın (1971) yeniden çevrimiyse bu da “Pasifik Savaşları”nın (“Midway”, 1976) yeniden çevrimine tekabül ediyor. Bay ile Emmerich kol kola gelseydi işi bir ‘Pasifik Cephesi Evreni’ne kadar götürebilirdi. Açıkçası filmin, 2001’deki gibi Amerikalıların gözünden kabak gibi bir romantizm depoladığını söylemek güç.
Orada Ben Affleck, Josh Hartnett gibi zayıf oyuncuları, Jon Voight, Cuba Gooding Jr., Michael Shannon gibi yetenekli yan oyuncular kurtarıyordu. Burada ise yeteneksiz Ed Skrein'i Patrick Wilson, Luke Evans, Dennis Quaid, Aaron Eckhart, Woody Harrelson gibileri toparlıyor. Mandy Moore ise Kate Beckinsale'in kalitesine ulaşmaktan uzak, rol süresinin azlığıyla filmin seyir sürecini akıcı hale getiriyor.
‘DUNKIRK’ YILLARINA ADAPTE OLAMIYOR
Emmerich’in ‘Pearl Harbor’ atağını iki taraftan birden yansıtma çabası da büyük oranda tutuyor. Bu durum filmin “Tora! Tora! Tora!”nın 48 yıl sonra gelen devam filmi olarak anılmasını salık veriyor sanki. Elbette kaynak alınan 1976 tarihli eserde gördüğümüz bir Charlton Heston, Henry Fonda, James Coburn gibi üst düzey oyuncular da yok.
Esas problem savaş filmlerinde “Dunkirk” (2017) gibi bir çeşit savaş senfonisinin ürediği bir yüzyılda halen helikopter kamerayla gemiyi, denizi çekerek görkeme genel-detay plan kurgusundan bakmak sanki. Bu klasiklik biraz fazla baltalıyor, sıradanlaştırıyor tarihi hikayenin temsiliyet gücünü.
SAVAŞA İKİ TARAFTAN BAKMASIYLA DİKKAT ÇEKİYOR
Wes Tooke’un metni gerçek anlamda iki tarafın da gerilimini, kamikaze bir şekilde savaşa girişini devreye sokuyor, sorgulatıyor. Denizde, havada savaşan Japon, Amerikalı olması fark etmeksizin her ulustan insana da adanıyor. Bunun ötesinde de aslında savaşın kötü bir şey olduğunu gösteriyor. Japoncayı devre dışı bırakıp milliyetçi kahramanlık hikayesine ise asla kaymıyor.
Ama “Midway”in Ed Skrein gibi yakışıklılık kontenjanı ve Mandy Moore’un ‘önce güncel bir karakteri düzgün canlandır da gel!’ dedirtmesi de esaslı problemler… Emmerich’in bir işçiliği var, “Pearl Harbor”a göre de politik açıdan doğru bir filme imza attığı ortada. Hatta 1942’deki 18 dakikalık John Ford belgeselinden parçaları kullanması da güzel sürpriz. Ama 20 senede savaş filmlerinin modelleri değişti. “Midway”, daha ziyade Pasifik Cephesi’ne odaklanan eserler arasındaki konumuyla geri dönüp bakılacak bir eser.
'CHARLIE'NİN MELEKLERİ': 2000 MODEL UYARLAMANIN BAŞARISINI ARATIYOR
FİLMİN NOTU: 3
|

1976 tarihli ünlü TV dizisinin #meToo dönemine uygun yeniden çevrimi, boş bir çabadan ibaret. 2019 model “Charlie’nin Melekleri”, feminist ‘Bourne’ olma hedefli bayat bir yeni sürüm denemesi.
MCG’NİN FİLMİNİ YAKALAMAK GÜÇ
Hollywood’un bir seri üretime 10-20 sene sonra ‘yeni bir sürüm’ eklemeye yöneldiği yıllardan geçiyoruz. “Charlie’nin Melekleri” (“Charlie’s Angels”, 2019) bu mantığın son ürünü. 2000’de McG’nin başlattığı ve yeni milenyumun en iyi aksiyon filmleri arasına rahatlıkla giren “Charlie’nin Melekleri” (“Charlie’s Angels”), 2003’te işleyen bir devam filmiyle de taçlandırılmıştı. Cameron Diaz, Lucy Liu ve Drew Barrymore kalıcı olurken, Billy Murray’nin Bosley’si de işlevseldi.
Burada ise onların yerine Kristen Stewart, Naomi Scott ve Ella Balinska geliyor. Elbette bir ‘melek’in siyahi ve İngiliz olması Trump döneminde melez kontenjanını dolduruyor. Ama önceki nesildeki kalite canlanmıyor. Aksine Scott ve Balinska’nın hiçbir sahne kimyası, elektriği yok. İkisi de ‘konu mankeni’ olarak etrafta dolaşıyor.
STEWART İLE BANKS’İN OMUZLARINA FAZLA YÜK BİNİYOR
Stewart her şeyi kurtarmaya çalıştığında Elizabeth Banks ile birlikte çok uğraşıyor, ama ikisi de omuzlarına fazlaca yük binmenin zararını görüyor. Aslında görüntü yönetimi, kurgucu gibi isimler, teknik ekip kötü kurulmamış. Ama burada el-omuz kamerası ile feministlerin ‘Bourne’unu yaratma arzusu da tutmuyor. Aksine McG’nin video klip yaratıcılığını barındıran biçimci kurgusunun yerine bayat bir aksiyon geliyor.
2000’de başlayan serinin ne enerjisi, ne temposu, ne de albenisi var burada. Aksine Banks yönetmenlik koltuğunda kendine fazla güvenip hata yaparken, Patrick Stewart’ın karizması ve profesyonelliği de boşa gidiyor. Bayat bir ajan aksiyonu olmasının yanında ‘Taken’ misali İstanbul’a oryantalist bakarak da eski model bir politikayı izliyor 2019 model ‘Charlie’nin Melekleri’.
MCG’NİN FİLMİNİ YAKALAMAK GÜÇ
Hollywood’un bir seri üretime 10-20 sene sonra ‘yeni bir sürüm’ eklemeye yöneldiği yıllardan geçiyoruz. “Charlie’nin Melekleri” (“Charlie’s Angels”, 2019) bu mantığın son ürünü. 2000’de McG’nin başlattığı ve yeni milenyumun en iyi aksiyon filmleri arasına rahatlıkla giren “Charlie’nin Melekleri” (“Charlie’s Angels”), 2003’te işleyen bir devam filmiyle de taçlandırılmıştı. Cameron Diaz, Lucy Liu ve Drew Barrymore kalıcı olurken, Billy Murray’nin Bosley’si de işlevseldi.
Burada ise onların yerine Kristen Stewart, Naomi Scott ve Ella Balinska geliyor. Elbette bir ‘melek’in siyahi ve İngiliz olması Trump döneminde melez kontenjanını dolduruyor. Ama önceki nesildeki kalite canlanmıyor. Aksine Scott ve Balinska’nın hiçbir sahne kimyası, elektriği yok. İkisi de ‘konu mankeni’ olarak etrafta dolaşıyor.
STEWART İLE BANKS’İN OMUZLARINA FAZLA YÜK BİNİYOR
Stewart her şeyi kurtarmaya çalıştığında Elizabeth Banks ile birlikte çok uğraşıyor, ama ikisi de omuzlarına fazlaca yük binmenin zararını görüyor. Aslında görüntü yönetimi, kurgucu gibi isimler, teknik ekip kötü kurulmamış. Ama burada el-omuz kamerası ile feministlerin ‘Bourne’unu yaratma arzusu da tutmuyor. Aksine McG’nin video klip yaratıcılığını barındıran biçimci kurgusunun yerine bayat bir aksiyon geliyor.
2000’de başlayan serinin ne enerjisi, ne temposu, ne de albenisi var burada. Aksine Banks yönetmenlik koltuğunda kendine fazla güvenip hata yaparken, Patrick Stewart’ın karizması ve profesyonelliği de boşa gidiyor. Bayat bir ajan aksiyonu olmasının yanında ‘Taken’ misali İstanbul’a oryantalist bakarak da eski model bir politikayı izliyor 2019 model ‘Charlie’nin Melekleri’.
'DİLSİZ': HAT SANATINI BOŞ BAKIŞLAR SANMA SANATI
FİLMİN NOTU: 2.3
|

Derviş Zaim’in “Nokta”sına bir yan bölüm ekleme sevdası denebilir. “Dilsiz”, hat sanatı üzerine bir felsefi-islami sorgulama yapma hedefiyle yola çıksa da amatör ruhlu, mekanik bir şekilde ağır tempolu ve aşırı geveze bir entelektüel sendromuna dönüşüyor.
DERVİŞ ZAİM SANAT ESTETİĞİNE AŞAMA ATLATMIŞTI
Sanatçılarla ilgili yapılan filmlere alışığız. Özellikle Tarkovsky, sanat camiasını gayet başarılı bir şekilde ele almışken, bambaşka örneklerle de temsiller görmüşüzdür. Giorgi Shengelai’nin resim estetiğine damga vuran biyografik başyapıtı “Pirosmani” (1969) veya Sergei Parajanov’un şair hikayesinden modern sanat estetiği çıkaran devrimci eseri “Narın Rengi” (“Sayat Nova”, 1969) örnek verilebilir.
1980’lerden itibaren böylesi entelektüel dokunuşlarda bulunan bir ülke sinemamız var. Ama genelde tempoyu düşürerek zayıf diyaloglarla harmanlamak bir mantıksızlığa dönüşmüştü. “Nokta”daki (2008) tek plan çekilmiş hat sanatı estetiğiyle Derviş Zaim bu konudaki stil denemelerine seviye atlatmıştı. Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan ise bu zümreyi başarı bir şekilde ele aldı. Entelektüel kesimin arasına başarıyla sızmayı becerdi.
SINANOS, ÇELİK’E TAKILIYOR
“Dilsiz”de (2019) Murat Pay, Ozan Çelik’in oynadığı bir hat sanatçısının hayatını ele alıyor. Ama Zaim’in filmlerindeki –zirvesi “Nokta” bir kenara- sanatla ilişki kuran katmanlı sahnelerin (bkz. “Filler ve Çimen”, “Cenneti Beklerken”) bile yetkinliğini yakalayamıyor. Aksine Victor Erice’nin çöküş veya duraklama filmi olarak anılabilecek tek mekanda geçen “Ayva Ağacının Güneşi”nin (“El Sol Del Membrillo”, 1992) hantallığını akla getirmekle kalıyor.
Hat sanatı estetiği adına arka planın siyaha yakın, koyu renklerle canlandığını görüyoruz, ama bu da sadece Kadıköy’deki otobüs bekleme sahnesinde aktif. Andreas Sinanos arka planda bırakılan bir ‘fırça darbesi’ yaratmak için çok uğraşmış. Ama bir sanatçının yeteneksiz bir oyuncunun boş boş yürümesinden ibaret manevi dünyasına çok güvenerek risk almış. Bu durum ister istemez filmin gevezeliğin ötesine gitmeyen ‘islami çıkarımları’nı besler hale geliyor. Ama bu da ucuz bir minimalizm ve sanat kaygısına kaykılıyor.
AĞIR AĞIR YÜRÜMEK FELSEFE YAPMAK MIDIR?
“Dilsiz”, “Nokta”ya yan bölüm olarak gelme arzusunda gibi gözükse de bunu bile yapamayan bir film. Emin Gürsoy biraz profesyonellik katsa da Vildan Atasever’in tarihi atmosfere ayak uyduracak diye büründüğü kitsch makyajını ne siz sorun, ne biz söyleyelim! Ozan Çelik’in zayıf bir oyuncuyken boş boş yürümesi de ‘felsefi/islami çıkarım’ yerine konsa da bir ‘dil’ oturtmaya yaramıyor.
Bu da ister istemez amatör ruhlu, mekanik bir şekilde ağır tempolu ve aşırı geveze bir entelektüel sendromuna dönüşüyor. Sanki 80’lerde gördüğümüz ‘sanat yapma’ gayesiyle ortaya çıkan sinemasızlık hastalığı yeniden beliriyor. Entelektüellik boş bir dayanak noktasına dönüşünce ‘yapma minimalizm' devreye giriyor. Filmin yedinci sanat için tek isyan edeni Sinanos olunca ise deneyimli görüntü yönetmeninin yaptığının da boş bir uğraşın ötesi olarak görülmesi zorlaşıyor.
DERVİŞ ZAİM SANAT ESTETİĞİNE AŞAMA ATLATMIŞTI
Sanatçılarla ilgili yapılan filmlere alışığız. Özellikle Tarkovsky, sanat camiasını gayet başarılı bir şekilde ele almışken, bambaşka örneklerle de temsiller görmüşüzdür. Giorgi Shengelai’nin resim estetiğine damga vuran biyografik başyapıtı “Pirosmani” (1969) veya Sergei Parajanov’un şair hikayesinden modern sanat estetiği çıkaran devrimci eseri “Narın Rengi” (“Sayat Nova”, 1969) örnek verilebilir.
1980’lerden itibaren böylesi entelektüel dokunuşlarda bulunan bir ülke sinemamız var. Ama genelde tempoyu düşürerek zayıf diyaloglarla harmanlamak bir mantıksızlığa dönüşmüştü. “Nokta”daki (2008) tek plan çekilmiş hat sanatı estetiğiyle Derviş Zaim bu konudaki stil denemelerine seviye atlatmıştı. Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan ise bu zümreyi başarı bir şekilde ele aldı. Entelektüel kesimin arasına başarıyla sızmayı becerdi.
SINANOS, ÇELİK’E TAKILIYOR
“Dilsiz”de (2019) Murat Pay, Ozan Çelik’in oynadığı bir hat sanatçısının hayatını ele alıyor. Ama Zaim’in filmlerindeki –zirvesi “Nokta” bir kenara- sanatla ilişki kuran katmanlı sahnelerin (bkz. “Filler ve Çimen”, “Cenneti Beklerken”) bile yetkinliğini yakalayamıyor. Aksine Victor Erice’nin çöküş veya duraklama filmi olarak anılabilecek tek mekanda geçen “Ayva Ağacının Güneşi”nin (“El Sol Del Membrillo”, 1992) hantallığını akla getirmekle kalıyor.
Hat sanatı estetiği adına arka planın siyaha yakın, koyu renklerle canlandığını görüyoruz, ama bu da sadece Kadıköy’deki otobüs bekleme sahnesinde aktif. Andreas Sinanos arka planda bırakılan bir ‘fırça darbesi’ yaratmak için çok uğraşmış. Ama bir sanatçının yeteneksiz bir oyuncunun boş boş yürümesinden ibaret manevi dünyasına çok güvenerek risk almış. Bu durum ister istemez filmin gevezeliğin ötesine gitmeyen ‘islami çıkarımları’nı besler hale geliyor. Ama bu da ucuz bir minimalizm ve sanat kaygısına kaykılıyor.
AĞIR AĞIR YÜRÜMEK FELSEFE YAPMAK MIDIR?
“Dilsiz”, “Nokta”ya yan bölüm olarak gelme arzusunda gibi gözükse de bunu bile yapamayan bir film. Emin Gürsoy biraz profesyonellik katsa da Vildan Atasever’in tarihi atmosfere ayak uyduracak diye büründüğü kitsch makyajını ne siz sorun, ne biz söyleyelim! Ozan Çelik’in zayıf bir oyuncuyken boş boş yürümesi de ‘felsefi/islami çıkarım’ yerine konsa da bir ‘dil’ oturtmaya yaramıyor.
Bu da ister istemez amatör ruhlu, mekanik bir şekilde ağır tempolu ve aşırı geveze bir entelektüel sendromuna dönüşüyor. Sanki 80’lerde gördüğümüz ‘sanat yapma’ gayesiyle ortaya çıkan sinemasızlık hastalığı yeniden beliriyor. Entelektüellik boş bir dayanak noktasına dönüşünce ‘yapma minimalizm' devreye giriyor. Filmin yedinci sanat için tek isyan edeni Sinanos olunca ise deneyimli görüntü yönetmeninin yaptığının da boş bir uğraşın ötesi olarak görülmesi zorlaşıyor.
'KORKUNUN SESİ': ELİF SAVAŞ'LA ANACAĞIMIZ BİR KORKU FİLMİ
FİLMİN NOTU: 2.5
|

Korku sinemasının tipik ‘perili ev’ motifinin üzerine giden, ama bunu ucuz bir şekilde yapan bir yapıt. “Korkunun Sesi”, son 30 dakikada biraz toparlasa da önceki giriş ve gelişme bölümünde seviyeyi o kadar düşürüyor ki, bu ivme bile yeterli olmuyor.
UCUZA ÜRETİLDİĞİNİ BELLİ EDİYOR
2001’den beri korku filmleri çeken Brian Avenet-Bradley, bu kez Alisa’nın (Trista Robinson) psikolojik sancılarını sinemaya taşımak istiyor. Klasik bir perili ev filmi gibi başlayan “Korkunun Sesi” (“Echoes of Fear”, 2018), gizemli bir hikayenin üzerine gitmek için yola çıkıyor. Bu noktada da karşısına ‘hayalet’ olarak Türk Elif Savaş çıkabiliyor. O da bir Amerikan filminde bu gizemin parçası oluyor ilginç bir şekilde…
Görüntü yönetmenliği yapan Laurence Avenet-Bradley’nin ise filmdeki ortak yönetmenliğinin bir faydası olmadığı söylenebilir. Özellikle ilk bir saatinde hiçbir şey olmayan yapıtın, amatör bir kamerayla çekilip doğaçlama ilerlediği, tecrübesiz oyuncuları kameraya aldığı çok bariz gözüküyor.
SON 30 DAKİKADA BİLE KURTARAMIYOR
Ama son düzlükte ‘Operadaki Hayalet’ (‘Phantom of the Opera’) maskesiyle birlikte aslında “Rebecca”ya (1940) kayacak mı dedirten başlangıcı sonra ters köşe yaparak biraz olsun hareketleniyor. Aslında maske kullanımı da becerikli, filmin gizem duygusuna bir şeyler katıyor.
“Korkunun Sesi”, bir kısa film olarak planlansaymış en azından bir emek var diyebilirdik, bu haliyle B-tipi bir bağımsız üretimin ötesi olamıyor. Bizim adımıza sadece daha önce belgesel çeken Elif Savaş’ın varlığı ile hatırlanacak.
UCUZA ÜRETİLDİĞİNİ BELLİ EDİYOR
2001’den beri korku filmleri çeken Brian Avenet-Bradley, bu kez Alisa’nın (Trista Robinson) psikolojik sancılarını sinemaya taşımak istiyor. Klasik bir perili ev filmi gibi başlayan “Korkunun Sesi” (“Echoes of Fear”, 2018), gizemli bir hikayenin üzerine gitmek için yola çıkıyor. Bu noktada da karşısına ‘hayalet’ olarak Türk Elif Savaş çıkabiliyor. O da bir Amerikan filminde bu gizemin parçası oluyor ilginç bir şekilde…
Görüntü yönetmenliği yapan Laurence Avenet-Bradley’nin ise filmdeki ortak yönetmenliğinin bir faydası olmadığı söylenebilir. Özellikle ilk bir saatinde hiçbir şey olmayan yapıtın, amatör bir kamerayla çekilip doğaçlama ilerlediği, tecrübesiz oyuncuları kameraya aldığı çok bariz gözüküyor.
SON 30 DAKİKADA BİLE KURTARAMIYOR
Ama son düzlükte ‘Operadaki Hayalet’ (‘Phantom of the Opera’) maskesiyle birlikte aslında “Rebecca”ya (1940) kayacak mı dedirten başlangıcı sonra ters köşe yaparak biraz olsun hareketleniyor. Aslında maske kullanımı da becerikli, filmin gizem duygusuna bir şeyler katıyor.
“Korkunun Sesi”, bir kısa film olarak planlansaymış en azından bir emek var diyebilirdik, bu haliyle B-tipi bir bağımsız üretimin ötesi olamıyor. Bizim adımıza sadece daha önce belgesel çeken Elif Savaş’ın varlığı ile hatırlanacak.
'KÜÇÜK ŞEYLER': HAFTANIN EN İYİ İKİNCİ FİLMİ
FİLMİN NOTU: 6.3
|
Haftanın en iyi yerli filmi “Küçük Şeyler"i Temmuz'da dünya prömiyerinde izleyip kaleme almıştım. O yazı için
=> https://bit.ly/37L8hQl
=> https://bit.ly/37L8hQl
KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU:
7. KOĞUŞTAKİ MUCİZE: 3.2
ACI VE ZAFER (DOLOR Y GLORIA): 6.3
AD ASTRA: 5.5
ANNABELLE 3: 4.5
ANNEM: 2.8
ASFALTIN KRALLARI (FORD V FERRARI): 5
AŞKI BEKLERKEN (DEUX MOI): 5.7
BİR KADIN ZAFERİ (DE DIRIGENT): 3.8
CEP HERKÜLÜ: NAİM SÜLEYMANOĞLU: 4.2
CİNAYET SÜSÜ: 5.2
DERİ CEKET (LE DAIM): 3.8
DOKTOR UYKU (DOCTOR SLEEP): 6.7
EN UZUN GECE: 2.4
EŞ ANLAMLILAR (SYNONYMES): 3.8
FIRINCININ KARISI: 1.9
GEÇMİŞİN SIRLARI (AFTER THE WEDDING): 3.6
GÖRÜLMÜŞTÜR: 6.5
HANGİ KADIN: 6
HAREKET SEKİZ: 3.7
HAPŞUU: 1.2
HIZLI VE ÖFKELİ: HOBBS VE SHAW: 4.5
İKİZLER PROJESİ (THE GEMINI MAN): 5
JOKER: 7
KARLAR ÜLKESİ 2 (FROZEN 2): 5.3
KARAKOMİK FİLMLER: 3
KIZ KARDEŞLER: 5.1
KOLEJ HAVASI: 4.9
KORKU HİKAYELERİ (SCARY STORIES TO TELL IN THE DARK): 5.2
KRAL ŞAKİR: KORSANLAR DİYARI: 3.5
KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR 2 (NOUS FINIRONS ENSEMBLE): 2.5
MALEFİZ 2 (MALEFICENT 2): 4.5
MASAL ŞATOSU: 2.7
MERHABA GÜZEL VATANIM: 2.4
MUHBİR (THE INFORMER): 3.7
NEW YORK’TA YAĞMURLU BİR GÜN (A RAINY DAY IN NEW YORK): 5.2
O BÖLÜM 2 (IT CHAPTER TWO): 4.2
ONUN ADI PETRUNYA: 5.2
ORAY: 2.6
OYUNBOZAN (SYSTEM CRASHER): 6.5
PARAZİT (PARASITE): 6.7
PAVAROTTI: 4.5
PİRANALAR: 4.5
RECEP İVEDİK 6: 3.3
RİTÜEL (MIDSOMMAR): 8.3
SAKA KUŞU (THE GOLDFINCH): 5.2
SAKLAMBAÇ (READY OR NOT): 6
SAR BAŞA: 1.8
SESİNDE AŞK VAR: 4.5
SIR TUTABİLİR MİSİN? (CAN YOU KEEP A SECRET?): 3.1
SİRAYET 2: 1.5
TERMINATOR: KARA KADER: 4.4
ÜZGÜNÜZ, SİZE ULAŞAMADIK (SORRY WE MISSED YOU): 2
VE SONRA DANS ETTİK (AND THEN WE DANCED): 4.8
VOX LUX: 7.5
7. KOĞUŞTAKİ MUCİZE: 3.2
ACI VE ZAFER (DOLOR Y GLORIA): 6.3
AD ASTRA: 5.5
ANNABELLE 3: 4.5
ANNEM: 2.8
ASFALTIN KRALLARI (FORD V FERRARI): 5
AŞKI BEKLERKEN (DEUX MOI): 5.7
BİR KADIN ZAFERİ (DE DIRIGENT): 3.8
CEP HERKÜLÜ: NAİM SÜLEYMANOĞLU: 4.2
CİNAYET SÜSÜ: 5.2
DERİ CEKET (LE DAIM): 3.8
DOKTOR UYKU (DOCTOR SLEEP): 6.7
EN UZUN GECE: 2.4
EŞ ANLAMLILAR (SYNONYMES): 3.8
FIRINCININ KARISI: 1.9
GEÇMİŞİN SIRLARI (AFTER THE WEDDING): 3.6
GÖRÜLMÜŞTÜR: 6.5
HANGİ KADIN: 6
HAREKET SEKİZ: 3.7
HAPŞUU: 1.2
HIZLI VE ÖFKELİ: HOBBS VE SHAW: 4.5
İKİZLER PROJESİ (THE GEMINI MAN): 5
JOKER: 7
KARLAR ÜLKESİ 2 (FROZEN 2): 5.3
KARAKOMİK FİLMLER: 3
KIZ KARDEŞLER: 5.1
KOLEJ HAVASI: 4.9
KORKU HİKAYELERİ (SCARY STORIES TO TELL IN THE DARK): 5.2
KRAL ŞAKİR: KORSANLAR DİYARI: 3.5
KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR 2 (NOUS FINIRONS ENSEMBLE): 2.5
MALEFİZ 2 (MALEFICENT 2): 4.5
MASAL ŞATOSU: 2.7
MERHABA GÜZEL VATANIM: 2.4
MUHBİR (THE INFORMER): 3.7
NEW YORK’TA YAĞMURLU BİR GÜN (A RAINY DAY IN NEW YORK): 5.2
O BÖLÜM 2 (IT CHAPTER TWO): 4.2
ONUN ADI PETRUNYA: 5.2
ORAY: 2.6
OYUNBOZAN (SYSTEM CRASHER): 6.5
PARAZİT (PARASITE): 6.7
PAVAROTTI: 4.5
PİRANALAR: 4.5
RECEP İVEDİK 6: 3.3
RİTÜEL (MIDSOMMAR): 8.3
SAKA KUŞU (THE GOLDFINCH): 5.2
SAKLAMBAÇ (READY OR NOT): 6
SAR BAŞA: 1.8
SESİNDE AŞK VAR: 4.5
SIR TUTABİLİR MİSİN? (CAN YOU KEEP A SECRET?): 3.1
SİRAYET 2: 1.5
TERMINATOR: KARA KADER: 4.4
ÜZGÜNÜZ, SİZE ULAŞAMADIK (SORRY WE MISSED YOU): 2
VE SONRA DANS ETTİK (AND THEN WE DANCED): 4.8
VOX LUX: 7.5